Prof. Dr. Sinsi
|
Spinoza
Peygamberlik ve Vahiy
Buraya kadar olan araştırmamızda gördük ki, Spinoza, insan düşüncesinin merkez noktasına Tanrı düşüncesini koymakta, yetkin ve olgun insan olmanın en temel ilkesinin de Tanrı’yı bilmek ve her zaman Tanrı bilincine sahip olmak olduğunu vurgulamaktadır İnsan hayatında Tanrı’yı bu kadar yücelten Spinoza’nın, ilâhî dinlerin temel dayanaklarından olan vahyi ve onunla bağlantılı olarak Kutsal Kitabı ve peygamberliği nasıl değerlendirdiği, onun Tanrı anlayışı açısından büyük önem taşımaktadır Dolayısıyla, o, bunları kabul etmekte midir? Yoksa tabiî din anlayışını savunanlar (deistler), panteistler ya da ateistler gibi vahye, Kutsal Kitaba ve peygamberliğe gerek duymamakta mıdır? Şimdi de, bu sorunu netliğe kavuşturmaya çalışalım Spinoza, Tractatus’a, peygamberlik ve vahiy konusuyla başlamaktadır O, peygamberlik ve vahyi şu şekilde tanımlar: “Peygamberlik veya vahiy, bir şey hakkında insanlara Tanrı tarafından vahyedilmiş olan emin bilgidir Peygamber ise, Tanrı tarafından vahyedilen şey hakkında emin bir bilgisi olmayan, bundan dolayı da onu ancak iman yolu ile alma imkanına sahip olan kişilere, bu vahyedilen şeyi ulaştırmakta aracılık eden kimsedir”[53] Bunun yanında kurtuluş için gerekli olan her şey, bir Kral (King) ve Kanun koyucu (Lawgiver) olan Tanrı tarafından Peygamberlere vahyedilmiştir[54] Dolayısıyla, peygamber, Tanrı’nın emrini insanlara ulaştıran aracı bir kişi olmaktadır Bu sebeple, ona göre, “peygamberlik için mükemmel bir zihnin değil, fakat sadece canlı bir hayal gücünün zorunlu olduğu”[55] ortaya çıkmaktadır Görüldüğü gibi, Spinoza, peygamberlik ve peygamberler için canlı ve güçlü bir hayal gücünün söz konusu olduğunu vurgular Bu durum göstermektedir ki, peygamberler, hayal güçleri yardımıyla sözler veya görüntüler veya hem sözler hem görüntüler olarak Tanrı’nın vahyini alabilirler Bunlar de gerek gerçek, gerekse hayalî şeyler olabilirler[56] Bunun yanında, Tanrı’dan gelen vahiy, peygamberlerin üslubuna, belâgatına, mizâcına[57], onların hayal güçlerine ve algılayışlarına[58] göre değişiklik arz edebilmektedir Bununla birlikte, Spinoza, İbrânîlerin peygamber için nebî “nabi” kelimesini kullandıklarını belirtir Nebî, konuşan (speaker) veya yorumcu (interpreter) anlamına gelmektedir Kutsal Kitaba (Çıkış:7/1) göre ise, Tanrı’nın yorumcusu demektir[59] Spinoza, Tanrı’nın, peygamberlerle olan diyalogu hususunda, Tanrı’nın peygamberlerle konuşurken, kendisini ve gerçekleri onlara açarken, hiçbir özel dil kullanmadığını belirtir O, yalnızca, peygamberlerin eğitimleri ve yeteneklerine uygun olarak, yerine göre zevk-i selime uygun, veciz, sert, basit, ayrıntılı veya karanlık dil kullanmaktadır[60] Tüm bunların yanında, Spinoza’ya göre peygamberlik, peygamberleri hiçbir zaman daha akıllı kılmamıştır; tersine peygamberlik, onların önceden sahip oldukları görüşlerini değiştirmez ve bundan dolayı biz salt spekülatif ya da tamamen dinî olmayan konularda onlara kesinlikle inanmakla yükümlü değiliz[61] Ancak Spinoza, peygamberlerin bu durumda, önceden seçilip seçilmediği, yani Tanrı’nın onları peygamber olarak seçip seçmediği hususunda herhangi bir şey demez O, peygamberlerin, kendilerine peygamberlik verildiği andaki donanımla peygamberliği taşıdıklarına işaret eder Kutsal Kitaptan hareketle Spinoza, peygamberlerin, peygamberlik dışındaki coğrafya, matematik gibi doğa bilimlerini bilme iddiasında ve zorunluluğunda olmadıklarını da belirtir Hatta onlar, kimi zaman yanlış bilgilere de sahip olabilmekteydiler Sözgelişi Hz Nuh, Filistin dışında kimsenin yaşamadığını düşünürken, Hz İsa da güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünmekteydi Ona göre bu durum gayet normaldi, zira, ne Hz Nuh coğrafyacı, ne Hz İsa astronom, ne de Hz Süleyman bir matematikçiydi Onlar gerçekte peygamber ve aynı zamanda birer insandılar[62] Bu nedenle, bizler Tanrı’nın Peygamberlere vahyettiği şeyleri matematiksel olarak bilemeyiz, ama bunlara ancak inanırız Daha açıkçası, Peygamberlerin Tanrı’nın emirlerini tebliğ eden danışmanları (the intimate counsellers) ve güvenilir habercileri (the faithful messengers) olduğunu matematiksel olarak bilemeyiz, ancak buna kesin olarak inanırız (firmly believe)[63] Yine Spinoza’ya göre, Hz Adem, günahını Tanrı’dan saklamaya çalışırken, Tanrı’nın her şeyi bilen, her yerde hâzır ve nâzır olan bir niteliği olduğundan habersiz davranmaktaydı Dolayısıyla, peygamberlerin Tanrı’nın sıfatları gibi önemli bir konuda, hatta dinî konuda dahi bilgi eksıkliği olabilmekteydi Spinoza’ya göre[64] Gerçi Spinoza, burada, Hz Adem’in söz konusu durumunun mekanını ve zamanını dikkate almaksızın ya da onun ilk insan olmasını göz önünde bulundurmaksızın değerlendirmeler yapmaktadır Peygamberlerin peygamberlikleri dışındaki doğa bilimleriyle ilgili her hususu bilme zorunluluğu ve gerekliliği bulunmadığından hareketle, Spinoza, bizlerin peygamberlere sadece vahyin amacı ve özünü teşkil eden şeylerde inanmakla mükellef olduğumuza inanır Ona göre, geri kalan şeylerde her birimiz istediğimiz şeye inanabiliriz[65] Sonuçta, peygamberlerin ve peygamberlerin getirdiği vahyin amacı ve özü doğru hayattır, doğru hayata davettir, yoksa irade hürriyeti veya felsefî konular hakkında bilgiler vermek değildir[66] Aynı şekilde, vahiylerle Tanrı’nın istediği, Tanrı’ya, Onun emirlerine itaattir Onun emirlerinin özü, adalet ve sevgidir Dolayısıyla Tanrı, insanlardan adil olmalarını, başkalarını da kendileri gibi sevmelerini istemektedir Özetle, Tanrı’nın peygamberler aracılığıyla insanlardan istediği şey, Onun Tanrısal adaletinin ve sevgisinin bilgisinden başka bir şey değildir[67] Spinoza, Kutsal Kitapta adı geçen peygamberlerin hemen hemen tamamından eserinde bahseder Ancak onun peygamberler arasında bir ayrım yaptığını ve bazı peygamberlere özel bir yer verdiğini vurgulamamız gerekmektedir Ona göre en bilge, en filozof olan peygamber Hz Musa’dır Bu demek değildir ki, o tüm hakikatleri bilmekteydi O, Tanrısal ilkeleri, Tanrı’nın emri ve iradesi olarak öğretmekteydi[68] İsa, bütün peygamberler arasında özel bir yere sahiptir O, Tanrı’nın bir peygamberi olmanın yanında, Onun bizzat ağzı (mund) olmuştur Çünkü İsa’nın temsil ettiği Tanrısal bilgelik, her türlü insanî bilgeliği aşmaktaydı Bir anlamda, Spinoza’ya göre, Tanrısal bilgelik, İsa’nın şahsında insanî bir kılığa bürünmüştür[69] Fakat, Hz İsa da, Tanrısal vahyi, Hz Musa ve diğer peygamberler gibi halkın anlayış gücüne indirgemek zorunda kaldığından dolayı sembollerle konuşmak ve karanlık bir dil kullanmak zorunda kalmıştır Ancak, yine de en açık dil kullanan peygamber, Spinoza’ya göre, Hz İsa’dır[70] Bununla birlikte, Spinoza, Kutsal Metinlerde Hz Süleyman’dan, peygamberler arasındaki en bilge ve en filozof olanı olarak bahsedildiğini dile getirir Eski Ahit’e göre, Tanrı hakkında, Hz Süleyman’dan daha fazla akla uygun bir biçimde konuşan kimse yoktur ve o doğal ışıkla bütün çağdaşlarını aşmıştır[71] Spinoza, Hz Muhammet ve Kur’an hakkında kendisine sorulan sorulara da gayet açık sözlülükle cevap vermekte ve Kur’an’ın Tanrı’nın sözü olduğunu, Hz Muhammet’in gerçek ve doğru (true) bir peygamber olduğunu, erdemi ve fazileti öğreten üstün bir insan olduğunu belirtir Ayrıca kutsal ruhun, erdemin ve faziletin sadece Hıristiyan topluluğunda bulunmadığını, Hıristiyan olmayan Türkler gibi Müslüman topluluklarda da bulunduğunu, bu toplulukların da erdemli ve üstün ahlak sahibi olduğunu belirtir[72]
Spinoza, peygamberleri de canlı, güçlü ve olağanüstü hayal gücüne ve zihne sahip seçkin insanlar olarak görür Bu özellikleriyle onlar, dinin metafiziksel, sembolik ve mecazî dilini çok iyi algılayıp, bunu halkın anlayabileceği düzeye indirgeyebilmektedirler Bu nedenle, Spinoza’ya göre, peygamberlerin, bulundukları toplum yapısına, onların zihinsel algılayışlarına uygun olarak vahyi sunduklarından, her peygamberin vahyi, bulunduğu topluma göre değişiklik arz etmektedir Bu arada, peygamberlerin, kendi eğitimleri, eğilim ve karakterleri de vahyin değişikliğinde rol oynamaktadır Hülasa, Spinoza’ya göre, peygamberler yetenekli, üstün vasıflı, hatta filozof insanlardır
Mûcize
Spinoza, peygamberin getirdiği vahyin doğruluğunun ölçüsünün ne olduğunu ise şu satırlarla açıklar; “Basit hayal gücü, doğası gereği, her açık ve seçik fikir gibi kesinliği kendi içinde taşımadığından tersine hayal gücüne, tasarlanan bir şey hakkında bize kesinlik vermesi için, zorunlu olarak bir şeyin, yani akla uygun düşüncenin eklenmesi gerektiğinden, bunun sonucu olarak peygamberlik, kesinliği kendi içinde taşıyamaz (  ) Bundan dolayı, peygamberler, Tanrısal vahyin doğruluğundan, vahyin kendisi ile değil, Tanrı’nın vaadini duyan, ayrıca bir işaret de isteyen İbrahim Peygamber örneğinin gösterdiği gibi, herhangi bir alâmetle emin olmuşlardır”[73] Görüldüğü üzere, Spinoza’ya göre, peygamberliğin doğruluğu, doğru bir fikir gibi, doğruluğu ve kesinliği kendi içinde taşınmayıp; herhangi bir alâmetle kesinleşmektedir Spinoza’nın buradaki alâmetle ifade etmek istediği ise, kehânet ve mûcizedir Yani, peygamberlik veya peygamberler, mûcizelerle doğruluklarını ispatlamaya çalışırlar Ancak, ona göre, sahte peygamberler de mûcize veya kehânet gösterebileceğinden[74], mûcizeler yalnız başına peygamberliğin kanıtı olamazlar Bu nedenle, peygamberliğinin en önemli kanıtı, peygamberin düşüncesinin yalnızca doğruya ve iyiye yönelik olmasıdır[75] Yani, peygamberin ahlâkî durumu ve ahlâkî öğretisi de peygamberliğinin doğruluğunun kanıtıdır Bunun yanında erdemli olması ve erdemle hareket etmesi peygamber ve peygamberlik için en önemli öğedir Dolayısıyla, peygamberler, yüksek ve mükemmel zihinlerinden ötürü değil, dindarlıktan ve inançlarının sarsılmazlığından ötürü çok övülen ve değer verilen insanlardır; onlar öğrettikleri bilgilerin zenginliği ve doğruluğu sebebiyle değil, gerçek erdemi öğretip insanları erdemli olmaya davet ettikleri için değerlidirler[76] Aynı şekilde, onların getirdikleri vahyin doğruluğunun ve Tanrı menşeli olduğunun en önemli kanıtı da, ahlâk öğretisini içermesidir[77] Ayrıca, Spinoza’ya göre, insanlar, sebeplerini açıklayamadıkları ve tabiî nedenlerini bilemedikleri olaylara mûcize demektedir ve bunun, Tanrı’nın varlığını açıklayan en açık kanıt olduğuna inanmaktadır[78] Kimi zaman, kolay bir yol olarak mûcizelere başvurulmakta ve nedenleri açıklanamayan olaylar mûcize diye adlandırılmaktadır Bu sebeple, nedeni izah edilemeyen her olay mûcize değildir Çünkü kimi zaman, tabiatın normal işleyişinde çok kolay açıklanabilen bazı olaylar da mûcize diye isimlendirilmektedir[79] Gerçekte ise, insan anlayışını aşan ve tabiî yasaların bir süre iptal olunarak, sebepleri tabiî yasayla izah edilemeyen veya tabiî yasaya aykırı olan hadiseler[80] ancak mûcize diye isimlendirilebilir Öyleyse, Spinoza’ya göre, âlemde, esasen tabiî yasalar söz konusudur Bunlar da Tanrı’nın emirleri doğrultusunda gerçekleşmiştir ve Tanrı tarafından korunup, gözetilmektedir Dolayısıyla, mûcizeler, Tanrı’nın olağanüstü kudretiyle ya da emirleriyle[81] gerçekleşirken, âlemde daima varolan tabiî yasalar Tanrı’nın olağan kudretiyle ve emirleriyle gerçekleşmektedir Sonuçta, her ikisi de Tanrı’nın emirleriyle gerçekleşmektedir Bu nedenle, ’ya göre, her zaman ve yerli yersiz olarak, Tanrı’yı, mûcizelerle açıklamaya veya korumaya gerek yoktur Çünkü, az önce belirtildiği gibi, âlemde her an varolan tabiî yasalar, Tanrı’yı ve Onun varlığını kanıtlamada çok daha yeterli olmaktadır[82] Kısacası, mûcizeler kadar, âlemde geçerliliği daimi olan tabiî yasalar da Tanrı’nın varlığına birer kanıttır Hülasa, Spinoza’ya göre, mûcizeler konusunda çok dikkatli olunmalıdır Ona göre, bir insan yeterli, doğru bilgi ve Tanrı aşkı ile donanmamışsa, sahte peygamberlerin sözde mûcizeleriyle, gerçek ve doğru bir Tanrı anlayışı yerine, yanlış Tanrı anlayışına yönelebilir[83]
|