mate
|
Can Dündar Sevenler Buraya...
CAN DÜNDARBiyografi
16 Haziran 1961 yılında Ankara’da doğdu
1982 yılında A Ü S B F Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu
1979’den itibaren sırasıyla Yankı, Hürriyet, Nokta, Haftaya Bakış, Söz ve Tempo’da çalıştı
1986’da İngiltere’de “London School of Journalism”i bitirdi
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Siyaset Bilimi dalında yüksek lisansını 1988’de, aynı bölümünde doktorasını 1996 ‘da tamamladı
Televizyona 1988’de TRT’de başladı 1989’da “32 Gün”de çalışmaya başladı Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı ile birlikte 1991’de “Demirkırat”ı, 1994’de “12 Mart”ı yaptı
1992’de “Cumhuriyet’in Kraliçeleri”ni, 1993’de “Sarı Zeybek”i hazırladı
1993-94 yıllarında Birand’la birlikte “Çapraz Ateş”i yaptılar
1994-95 yıllarında “Gölgedekiler” belgesel dizisini hazırladı
1996-97’de hazırladığı 10 bölümlük “Aynalar” belgeseli Show Tv’de yayınlandı Yine Show Tv’de 2 yıl süre ile “40 Dakika” haber programını hazırlayıp sundu
1998’de “Yükselen Bir Deniz”i hazırladı
1999’da “İsmet Paşa” belgeselini Bülent Çaplı ile birlikte hazırladı
"Zaten Tiyatro Dediğin Nedir Ki?" isimli Devlet Tiyatroları belgeselini 1999’da hazırladı Köy Enstitüleri için hazırladığı belgesel 2000 yılında ATV'de yayınlandı 2000 yılında NTV'ye 10 bölümlük “4 Nesil” ve “İş Bankası” belgesellerini , 2001’de CNN Türk’e “Halef” belgeselini hazırladı
2002 Ocak ayında hazırladığı Nazım Hikmet belgeseli CNN Türk kanalında yayınlandı
2002’de 3 bölümlük Fenerbahçe’nin tarihinin anlatıldığı “Bahçedeki Fener” belgeselini hazırladı
2003 yılında “Bir Yaşam İksiri”belgeselini ve “O Gün” belgesel dizisini , 2004’te “Yüzyılın Aşkları” ve “Karaoğlan”ı hazırladı
2005 yılında "Yetiştik Çünkü Biz! " Mülkiye Belgeseli'ni hazırladı
2006 Şubat'ında Adnan Menderes-Ayhan Aydan aşkını anlatan "Tatarım" belgeselini yaptı
Köşe yazarlığı 1994'te Aktüel'de başladı Aynı yıl günlük köşe yazıları yazmaya başladığı Yeni Yüzyıl gazetesinde 5 yıl çalıştı 1999 Ocak'ından 2000 Aralık sonuna kadar Sabah gazetesinde köşe yazarlığı yaptı
2001 Ocak ayından beri Milliyet Gazatesinde köşe yazılarına devam etmekte
1994-2005 yılları arasında Aktüel dergisinde köşe yazıları yazdı
Basılı Kitapları; “Demirkırat” , “12 Mart”, “Sarı Zeybek”, “Gölgedekiler”, “Hayata ve Siyasete Dair”, “Yağmurdan Sonra”, “Ergenekon” , “Yarim Haziran”, “Benim Gençliğim”, “Köy Enstitüleri”, “Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor”, “Nereye?”, “Uzaklar”, “Yükselen Bir Deniz”, “Savaşta Ne Yaptın Baba?”, “Büyülü Fener”, “Bir Yaşam İksiri”, “Atatürk Aramızda”, “Sedat Alp”, "Kırmızı Bisiklet", “Yıldızlar”, “Duvar”, “Nazım”, “İlk Durak-İETT”, "Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç", "Yüzyılın Aşkları" 
Can Dündar evli ve bir çocuk babası
YAZILARI
EĞER
O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz  
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz  ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin  
O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain  
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa  
dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse  
hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse  
elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O’nun yüzü pembeyse,
kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar  
her şiirde anlatılan O’ysa  her filmin kahramanı O  her roman O’ndan söz ediyor, her çiçek O’nu açıyorsa  
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa  
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa  
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız  
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız  
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü  
özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu  
hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız  
O’nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse  
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse  
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine  
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa  
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa,
nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız  
kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim  
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa  
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla  
  o halde bugün sizin gününüz! 
"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz
BAHAR VE AYRILIK
Bahar, alıp başını gitmelerin mevsimidir Sebepsiz yere bazen  Önünü ardını hesaplamadan  Hesapsız, kitapsız çekip gitmelerin mevsimidir bahar  
Bir bakarsınız kekik kokulu bir nisan sabahı koparıp alıverir sizi hayattan  Çiçek açmış bir kiraz ağacının hayaliyle yollara düşersiniz
Demir alır gönlünüzün limanındaki gemiler  Açılır gidersiniz  
Aradığınız belki yüzülmemiş denizlerdir, belki keşfedilmemiş sevdalar, belki hiç yazılmamış satırlar  
Yüzmenin, sevmenin, yazmanın heyecanıyla coşarsınız
Dünyaya sırtınızı dönüp yürürken, o yaşanmamışlıkların izini sürersiniz kuytularda  Ve çoğu zaman kendinizle karşılaşırsınız umulmadık bir köşebaşında  
Elele tutuşur yürürsünüz içindeki çocukla  
O'nu büyütmekten korkarak  
* * *
Önünde bir nisan sağanağı varsa, geriye dönüp bakası gelmez insanın  
Oysa fotoğrafları henüz tazedir dünün ayazlı gecelerinin  Kışı birlikte aştığınız dostluklar sımsıcak durur yüreğinizde  Sadakatin ve yerleşikliğin güvenli kolları huzur vaadeder ardınız sıra  
Gel gör ki baharın kokusu dayanılmazdır Ilık bir rüzgar ruhunuzdaki isyanı okşar "Hadi sokağa" diye bağıran sirenler çalar içinizden  Derinliklerinizde tutuşturulmayı bekleyen alevler kı vılcımlanır Kalbinizden havalanan güvercinlere şaşakalırsınız
Sanki gitmek sadakattir: kalmaksa ihanet  
100 günü aşkındır bu köşede Yeni Yüzyıl haftasonlarında birlikte olduk sizlerle  
Güldük çoğu zaman ya da kızdık öfke dolu sözcüklerde  Mahzunlaştığımız da oldu, çocuklaştığımız kadar  
Yeni sözler söyleme derdine düştük, eskiye sırtımızı dönmeden  
Zorlu bir kışı, kırık dökük satırları ufalayıp ateşleyerek geçirdik
Yeni bir yüzyılın silueti gülümsedi siz sayfaları çevirdikçe  "Ha doğdu, ha doğacak" denilen gazete, yeni kızlar, yeni oğlanlar doğurdu yeni doğacak bir yüzyıl için  
Sonra nisan geldi 
Sokakta direnilmesi imkansız bir çimen kokusu  içinin bir yerinde yuvadan erken ayrılmanın, sokakta hırpalanmanın korkusu 
Lakin bahara söz geçirmek ne mümkün 
Bir kez çiy düşmeye görsün kış mahmuru bedenlere  
  Coşkuları dizginleyebilene aşkolsun  
* * *
Bu yüzden izin istiyorum sizlerden  Bu köşe (kış köşesi) baharla buharlaşıyor
Geriye bakınca hüzünleniyorum elbet  
Çünkü geride güzel bir doğuma ortak olmanın tatlı heyecanı var Ve paylaşılmış köşelerde benzer duyarlılıklar  Ve sımsıcak dostluklar  
Ama önümsıra yüzülmemiş denizlerden iyot kokuları çarpıyor burnuma  Yeni Yüzyıl'ın ilham verdiği baharlar çağırıyor
Şimdi gitmek sadakattir, kalmaksa ihanet  
O yüzden bir an önce kanatları takıp, uçmakta yarar var  Yeni baharlarda, yepyeni bahar şarkıları söyleyebilmek için  
Hep beraber  
ÖZLEME DAİR  
Yüreğimi sıkıştıran bu kesif hüzün, belki de terketmişlere özgü gizli bir terkedilme duygusudur
Özledim seni 
Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir  
Beynimi uyuşturu*yor özlemin  
Çok sık birlikte olamasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlı*yorum
Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime sapla*nan bir sızı olmaktan çıkıp mütemadi bir boşluğa dönüşüyor
Sabahlara seni ok*şayarak başlamaları akşamları, her işi bir kenara koyup seninle başbaşa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, hırlaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, se*vimli ha*şarılığını, çocuksu küskünlüğünü  
Nasıl da serttin başkalarına karşı be*ni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken  ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken  
Hasta olduğunda, o korkunç kriz ge*celerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında  o şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek  
"Atlattı" müjdesini kutlarken yor*gun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi:
"Yaşayamaz artık bu evde  yüksek binalar ve be*ton duvarların gri kentinde" dedi, "O gitmeli  ve kendine yeni bir hayat çizmeli  "
Bilsen, ne zor gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana  
Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unut*mandan geçtiğini bilmek  
Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" de*mek  
"Beni ne kadar ça*buk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sa*na ne zor  
Sesimi, kokumu çe*kip alıvermek beynin*den, sesin, kokun hâlâ beynimdeyken  
  seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakma*nı istemek senden  
  yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek  
  ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlik*te güneşlendiğimiz on*ca yazı, yanyana titreş*tiğimiz onca kışı, pay*laştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, ar*kandan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor  
  ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek  
  yokluğunu beklemek, ne zor  
* * *
Bunları düşündükçe, şu anda uzakta bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum Bütün engel*leri aşıp terkedilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geçiyor içimden  
Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum
Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terketmişlere özgü bir terkedilme korkusunu da yüre*ğimin derinlerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve
"Geri dön bebeğim" demek istiyorum:
"Geri dön  kulüben seni bekliyor  "
SİLÜET
İlk aşkım bir siluetti  Çocuk sayılırdım Aşk, üst raftaki kitaplarda bahsedilen duygunun adıydı henüz  Sinemada per*deden koltuklara doğru ışık ışık yayılan bir elektrikti  Ar*sız, mahcup ve ca*zip  alabildiğine melankolik, bir o kadar platonikti
Böylesine uzak, öylesine yakınken aşk, bir gün o silu*eti gördüm
Karşı blokun en üst katının küçük penceresinde, ka*loriferin üzerine zarifçe tünemiş uzun saçlı bir kız*dı
Akşam oldu mu, odasının zayıf ışığı*nı arkasına alır, ya*nağını pencereye dayar ve saatlerce kıpırdamadan öylece du*rurdu
Yüzünü seçemezdim Belli belirsiz bir ka*raltıydı uzaktan  Ama aklımda güzelliğe dair ne varsa o biçimli profiline sığdırmış bir ka*raltıydı Bir gece yarısı karşı pencereye konu*vermiş ve sonra da uzun geceler boyunca sa*dece müzikle paylaştığım yalnızlığıma ortak olmuştu
Belalı sınav arifelerinin, kahredici yalnızlık gecelerinin, şehvetli ergenlik düşlerinin gö*nüllü başkadınıydı O gece kütüphanemden çektiğim kitabın verdiği ilhama göre kâh müşfik bir anne eliydi, kâh vahşi bir dilber dudağı  Gönlümce şekil verebildiğim ça*murdan bir tanrıçaydı adeta  öylesine itaat*kardı  
Odamın ışığı sönmeden uykuya çekilmezdi Yattığında, karşı pencerede gördüğü adamı düşündüğüne kalıbımı basardım
Artık akşamları iple çekiyor, hava karardı mı siluetimle başbaşa kalabilmek için odama kapanıyor ve çalışma masama kurulup pren*sesimi bekliyordum
Ona bağlanmıştım Varlığı, yıldız yıldız odama, ruhuma akıyordu Pencerede olmadı*ğı geceler tuhaf bir yalnızlık duygusu eziyor*du yüreğimi  Gelip yerini alıverince içim ür*periyor, yanaklarıma kan yürüyordu
Onu ufkuma alıp, kulağımı müziğe vererek kaç gece geçirdim, bilmiyorum
Bir siluete aşık olmuştum
* * *
Sonra bir gün telefon çaldı
Açtım  "Karşı penceredeki kız"dı
Yıkıldım
Bu ses onun olamazdı O, bu ismi taşıya*mazdı; böyle konuşamazdı Düşlerimi süsleyen kadının cümleleri değildi bunlar 
Hayaller ne kadar kırılganmış meğer  
Kapatmak istedim, beceremedim
Konuşma uzadıkça, aylardır uzun geceler boyunca binbir emekle yaptığım o muhteşem heykel, deprem yemişçesine çatırdamaya baş*ladı Ahizeyi kapatıp pencereye koşsam kur*tarabilirdim sanki  Bunun kötü bir şaka ol*duğuna kendimi inandırabilirdim Düşlerim*den yonttuğum siluetimi, gerçekliğin çirkin kollarından çekip alabilirdim
Olmadı
Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyi yaşadığımı sanıyordum Meğer daha beteri sıradaymış:
Tanıştık
Ve söndü "geceyarılarıma doğan güneş"  
"Bayan hayalkırıklığı" ile bir ay birlikte ol*duk O ay, ikimize de zehir oldu
Onunla birlikte siluetimi de kaybettim
Aşk, ete kemiğe bürününce, düşler küstü Sona erdi, gecelerimin can şenliği  
* * *
"Telefondaki kız"ı uzun yıllar sonra bir oto*büs durağında gördüm Kucağında bebeği vardı Uzaktan selamlaştık
Onu çoktan unuttuğumu farkettim Siluet ise hiç çıkmamıştı aklımdan
Çünkü aşk, üst raftaki kitaplardan inme*mişti henüz  ve ben, karşı camdaki siluetin o kıza ait olduğuna hiçbir zaman inanmamış*tım
Aslında marazi bir aşktı hayalim  
  o yüzden de bir hayal oldu ilk aşkım  
AY TUTULURKEN
Ufuk çizgisinde biten bereketli toprakların karanlığında, upu*zun bir yoldaydık geçen hafta  ve dolunay, buğulu bir ki*tabe gibi gökte asılıydı
Nur yüzlü bir yol arkadaşıydı gece boyunca  Duru ve sakin izledi bizi; daldıkça camı yalayan kirpiklerimiz*den öperek, şefkatle  
Yol boyu tenimizi parlatan ışık sa*ğanağı, nehir kenarlarında pul pul yakamozlanıyor, meltem estikçe kavak yapraklarında yanıp sönen bir ateşböceği kafilesine dönüşüyordu
Ne zaman başımızı kaldırsak orada mağrur ve sessiz parıldıyordu; eteklerinden puslu haleler sa*çan sihirli bir gümüş lira gibi  
Arada eflatun bir bulutun arkasına çekilip gizleniyor ve orada birkaç dakikada bütün mahcubiyetinden soyunmuşcasına cüretkâr, bu kez çırılçıplak bir raksa başlıyordu semada  
Kutsal kitapların yazdığı gibi, tanrının geceye de hükmet*mek üzere yarattığı bir büyülü ışıktı o  
Çevresi yıldızlarca kuşatılmıştı, onun kadar parlayamadığına yanan  ve biz yol boyu, hüzünlü şiirler damıttık gözalıcı ışığından  
Gerçi Fuentes'in dediği gibi, üzerinde o adamlar gezindi*ğinden beridir bizim romantik hayallerimizin tanrıçası olma özelliğini yitirmişti kısmen, ama hâlâ öyle güzel, öyle baştan çıkarıcıydı ki  
Gece boyunca ilham verdi hepimize; bayram şekeri tadın*da, ilk öpücük heyecanında  ve eski bir şarkı olup yerleşti di*limize; "Dün gece mehtaba daldım hep, seni andım/öyle bir an geldi ki, mehtap  seni sandım"
* * *
Sonra birden bastırıverdi kasvet  
Kalleş bir gölge, ağır ağır sokuldu dolunayın nurdan yüzü*ne  ve birkaç dakika içinde kara bir şal gibi tamamen örttü üzerini gece güneşinin  
Bir süre kıvranıp durdu ay ışığı, sonra tutulup kaldı ani*den  
Ölü bedenlere can veren o ürpertici buğusu hoyratça gölge*lendi
Karanlık, hükümranlığını ilan etti dağ yamaçlarında  Boz*kır, siyaha teslim oldu
Ay tutuldu, dilimiz tutulmuşcasına şaşırtarak bizi 
Aydınlık yüzü keder bulutlarıyla gölgelenirken, gözümüzü semaya dikip paylaştık sancısını  
Okşadık bakışlarımızla; doğum anında bir annenin terli saçlarını okşarcasına  
Öyle masum, öyle sessiz çekiliverdi ki başucumuzdan, daha kirpiklerimizdeki nemi kurumadan ışıklı busesinin, yokluğu*nun boşluğuna yuvarlandık ıssız bir yol ortasında, yapayal*nız  
Efkârlandık mahrumiyetinden  
Aya tutulduk, ay tutulurken  
Yollarda esmer tenli adamlar silah sıktı ayın karanlık yüzü*ne doğru; kurşun dökercesine gökkubbenin uğursuz mührü*nün üzerine  ve çocuklar teneke çaldı dolunayın ruhunu kurtarmak için, kara büyücünün elinden  
Bense durumu açıklarken "aydan dede"sini kaybetme telaşındaki oğluma; ne kara büyücülerden sözettim; ne de geze*gen sisteminden: "Güneşe tutkunmuş dolunay" dedim; "lakin karalar bağlamış, aralarına dünya girince  "
İzahat ne kolay, konu aşka gelince  
* * *
Gördünüz ya; yok bu yazının bir mesajı 
Sadece dolunaya övgü için yazıldı
  o dolunay ki, yoldaşı geceyarısı hasretliklerinin  ilhamı sevda sözcüklerinin  
O dolunay ki, yüzyılda bir gölgelenir yüzü 
Eh, haketti bu kadarcık sözü  
HAYAT VE BEN
Otuzbeşime bastım geçen hafta  İlk yan bitti: Hayat: 1  Ben: 0  Ama belliydi böyle olacağı  Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu to*pu atıversene" diye seslendik*lerinde kuşkulanmıştım ilkin  
Sonra saçlarımdaki beyaz tel*ler tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü  
Baktım, lise fotoğraflarım sa*rarmış, sınıf arkadaşlarım yaş*lanmış Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur ol*muş  seyahat ve aşk yerine  
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içindeki uçurt*manın ipini cekercesine  
"Bizim zamanımızda" diye başlayan nu*tuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenle*rinde -hayret! daha dün değil miydi benimkisi?
Yıllar yılı dudak büktüğüm 'ölümden son*ra hayat masalları' na kulak kabartmaya baş*lamışım gizliden gizliye  
İple çektiğim haziranlara sırt çevirmişim
Yaşamın orta sahasına girmişim  irkilmişim  
* * *
Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kol*larımdan
Biri, "Daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla; "Asıl şimdi başlıyor hayat, ! Bundan sonrası rahat!"
Lakin, "Buydu işte görüp göreceğim" diye efkarlanıyor öteki  "2 yarı geçer hızla/yaşla*nırsın zamanla  "
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak, "sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler  
35'le çoktan tanış olanlarsa "hayata hoşgeldin" pankartıyla karşılamadalar  ilk yan sa*dece bir ısınmaymış meğer: Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın  kavganın  aşkın  
Bense şaşkın  devre arası bilancolarındayım:
Son dönemde, kimbilir kaç eski anıyı yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde ?
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken  ve sustum vicdan sor*gularında  Aksisedamla bile dertleşmedim
Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?
Bazen yediveren gülleri gibi bereketli  Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun  Yaşıyor, seviyor ve se*viliyorsun  
Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık  şaşıp kalıyorsun  
Oysa -herkes bilmezden gelse de-skoru belli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybe*diyorsun 40'lannda anneni ve ba*bam  ve 70'inde kendini 
* * *
Şimdi devre arası/yolun yarısı 
Bugüne dek ancak tanıştık hayat*la  
Ben O'na kendimi tanıttım  O bana kendimi  
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı  (Zaferlerim onlar be*nim  Olgunluğumun yapıtaşları  )
  Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı  Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı  Dönmesin diye başım  
Ben istikballe arkadaşım  
* * *
Ne var ki yarım her şey  Hayat da yarım, sevdalar da  Daha diyeti ödenmedi sevinçle*rin  ihanetlerin hesabı sorulamadı  Nazım'ın dediği gibi "kopardım portakalı dalın*dan/ Ama kabuğu soyulamadı/ Sevdalara do*yulamadı  "
"Doydum" diyen görmedim ki zaten ben  
Hiç doyulmaz ki zaten  
Lakin gel de zamana anlat bunu  
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin 
* * *
Baktım ki ikinci yan kapıda  ve hayatın ceza sahası yakın  
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar diğerinde  Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler  Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi  
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını  
İlk yarı bilançom o benim:
Yangında ilk kurtarılacak  kazada ilk açı*lacak  
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis, koyacaklar halime  "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler, ya da "sebepsiz alçalmış  Bile bi*le vurmuş kendini dağlara  "
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleye*cek hikayenin  
Kalanı benimle gelecek  
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatıralarımı  
Reyhanlar saklayacak sırlarımı 
Skoru bir tek Ege'nin sulan bilecek  Deni*ze kavuşabilirse eğer içimdeki nehir  Hayat: 0  Ben: l
KİMİ SEVSEM BEN
Her sevdiğimizde ruhumuzun farklı bir rengi yansır Yavuklular albümümüz, pembeleşen, yeşeren, sararan, kanayan, katranlaşan aşklarımızdan bir ebemkuşağıdır
Attilâ İlhan son şiir kitabında "Kimi sevsem, sensin" di*yor;
"Kimi sevsem sensin/ senden ibaret/ Hepsini senin adınla çağırı*yorum/
Kimi sevsem sensin/ hayret/ in misin cin misin anlamıyorum "
Elbette Attilâ ilhan gibi bir aşk gurusunun onca bilgeliğiyle anla*madığını ben anlayacak değilim; lâkin hissettiğim odur ki, her sev*diğinde bir unutulmazdan izler yakalayanlar ola ki, "o"nda aslen kendilerini bulmuşlardır ve filhaki*ka her yeni sevda masalında asıl arayıp durdukları kahraman da o unutulmazdan ziyade kendileridir
Binaenaleyh, malum mısraı, "Kimi sevsem, ben" diye yazmak ziyadesiyle mümkündür
* * *
Mısraı virgülsüz ve sonunda soru işaretiyle okursak "Kimi sev*sem ben" diye düşünür ademoğ*lu  
Sorduğu soru kendisidir aslın*da; o yüzden sonunda bulduğu ce*vap da kendine benzer
Sevdiğini kendi gibilerden se*çer
O yüzden sevdalılarımızın herbirinde bizden izler vardır
"Kimi sevsek," onda ruhumuzun fark*lı bir rengi yansır
Yavuklular albümümüz, pembeleşen, yeşeren, sararan, kanayan, katranlaşan aşklarımızdan bir ebemkuşağıdır
İster "kırbaç dili tutam tutam alevle*nen" bir şehvet rüzgârı olsun, ister "bıra*kılınca korkudan gözleri sislenen" bir şef*kat limanı  
Her biri biziz; cümleten bileşkemiz  
* * *
İnanmazsanız ispatlamama izin verin
İki ayrı kağıda 10 isim yazıp, Türkiye'yi hiç bilmeyen birine götürün
İlk kağıtta Süleyman, Bülent, Tansu, Mesut, Necmettin isimleri olsun; öbür kağıtta Rahşan, Özer, Nazmiye, Nermin, Berna  
Sonra bu isimlerin özel*liklerini anlatın ona  
Ve bunları eşleştirmele*rini isteyin  
5'te 5 tutturduklarını hayretle göreceksiniz
Daha basitini yapın:
Onlara iki ayrı Semra anlatın; hangisini Turgut Özal'a, hangisini Ahmet Necdet Sezer'e yakıştırdık*larını sorun
Yine doğrusunu bilecek*lerdir
Öyledir; her aşkta kendi*ni aradığından, her sevdada bir benzerini bulur insan  
Yoko Ono'da John Lennon'dan, Eva Braun'da Hitler'den, Havva'da Adem'den izler vardır
Latife'nin bir yanı Mus*tafa Kemal'dir, Mevhibe'nin bir yanı İsmet  
* * *
Ama sonunda kendin*den de sıkılır insan elbet  
Gün gelir, terk edebilir en sevdiklerini bile  
Bir tek yalnızlığımız, ömür boyu yalnız bırakmaz bizi  
O yüzden bence aşk tek kişiliktir
YALANCI BAHAR
Kaç baharı gerçek sanıp kandık söylesenize 
Kaçına "Nihayet" hasretle kucak açtık ve ka*çında yanıldık  
Kaç kez ayaz vurmuş dallarımızda filizlerimiz sön*dü
Yine de uslanmadık
Yine geveze bir dosta sırlarımızı açar gibi açıldık yalancı bahara  
Yine yanıldık Peşinden bastıran tipiyle ayıldık
Ne yapalım ki, dalında patlamayı bekleyen bir to*murcuk gibi susamıştık ilk*yaza  Kaç zaman olmuştu kendimizi güneşin kollarına bırakıp, ormanda yayılan ke*kik kokularıyla sarhoş olmayalı  
Tahmin ediyorduk, üze*rimize katran rengi bir kafes gibi çöken bulutların ardın*da güneşin gülümsediğini  
Daha ilk ışınları deler delmez kafesi, açtık iştahla ruhumu*zun pencerelerini  
Bahar öyle kolay gelmezdi as*lında; biliyorduk; yanlış baharlar*da az mı ayaz yemiştik
Kaçımız mart güneşine aldanıp açılmış ve kara kafesin ağına düşmüştü yeniden  
Bahar, ilan-ı aşk mevsimiydi; astık aşklarımızı ilan panolarına, sevdalar yasakken daha  
Bahar, barışın mevsimiydi; müjdeledik barışı, silahlar konu*şurken hâlâ  
Söyledik, ancak yazın söylene*cekleri, güneş henüz toprağı ısıtmamışken  cemreler düşmemiş*ken ilkyazın koynuna  
Yalanmış meğer bahar; daha vakti değilmiş, aşkın da barışın da  
Güneşe kananlar, yazı beklerken bahardan oldular; kesildi sesi soluğu, erken öten horozların  
İyisi mi itirafçı olalım; biliyorduk "İşte bahar" derken, ardından gelecek ayazı  
"Yalan bu çıkma" de*mişti temkinliler, tedbirli*ler, "çıkarken üstüne kalın bir şey al"anlar, "başına bir iş gelmesin"den ürkenler  
Ama bahar, olanca işvesiyle sokağa çağırıyordu
Aşk, ilan panosuna asıl*mayı bekliyordu, barış bir kuş gagasında müjdelenmeyi  
"Erken mi geç mi" he*sabına gelmezdi ikisi de  Peşlerine düşülmeli, ilan edilmeli, müjdelenmeliydiler
Güneşi görür görmez seranada ve barış türküleri*ne başladık Vakti gelme*den açıldık, geç kalmadan davranma telaşında  
Erkenmiş
Kursağımızda kaldı ba*har sevinçleri  
Erken öten horozlar, erken açmış çiçekler, erken doğmuş bebekler gibi kesildik, solduk, öldük
Yine tedbirliler ulaşacak salimen yaza; biz yakalandık, zalim ayaza  
* * *
Ama itirafçı olsak da pişman olmadık
Az da olsa ısındık hiç olmazsa  Vakitsiz de olsa söyledik, söylenmesi gerekeni  
"Bahar yalan mıymış gerçek mi" dinlemedik Güneşin ilk dokunuşuyla haber verelim dedik, ardından gelecek müjdeyi  
Aşk için erkendi belki; barış henüz uzak  
  ama ikisi de gelecekti nasılsa sonunda  
Hep bildik ki, habercisidir yalancı bahar, sahicisinin  
Bazen vaat, hediyeden de kıymetlidir
Kesilmeyi göze alıp erken ötmek yeğdir çoğu zaman, susup doğru zamanı kollamaktan  
Sonunda olan yalana kananlara olur, onlar müjdeledikleri şeyi göremeden giderler
Lakin çoğu buna gönüllüdür
Güneşe en erken onlar dokunmuşlardır, elbet en erken ya*nan onlar olacaktır
Belki "İkinci Bahar"ı yaşayanlar bilir kıymetlerini 
İHTİYAR VE BEN
Bizim ak sakallı ihtiyar yine çıkageldi dün  Her sene geldiği gün  aynı saatte  Aculdu Telaş içinde konuştu benle 
Dedim: "Hayrola acelen ne?"
"Acelem yok" dedi, "Ben her zamanki tempomdayım, ama sana hızlı gibi gelmeye başladım"
"Dönüp bakıyorum da, amma yol katetmişiz seninle" dedim, "Nasıl geçtik onca yoldan anlayamadım "
Güldü: "Başta anlayamaz insan” dedi, "  anladığında da çok geç olur” "Tempona ayak uydurmak zor"dedim, "Boyuna koşturuyorsun Biz uykudayken bile durup dilenmiyorsun Sen hızla ilerlerken, biz geriliyoruz mütemadiyen  Koşarken yıpratıyorsun bizi  Kesiyorsun nefesimizi  Acelen ne? Ağır ol biraz  ! Hiç geri dönüp bakmaz mısın? Yarını takmaz mısın? Oturup soluklanmaz mısın?"
Çok görüp geçirmiş ihsanlara mahsus bir merhametle baktı gözleri  
Hakim, sakin ve mutedil  dinledi öfkemi  
* * *
"İnsafsız, duraksız, fasılasız aktın
Ardında binlerce yitik düş, kırık hayal bıraktın Direndik sana karşı  Ezberledik, geçmiş, gelecek, geniş hallerini  şimdiki halimize derman olur diye  Oysa senin halin değil, bizimkiydi değişen  
Fotoğraflarda durdurmaya, albümlere hapsetmeye çalıştık seni  Ziyan etmemeye çalıştık hiçbir saniyeni  Koştuk panik içinde  düşe kalka, ağlaya sızlaya, oynaya güle  Yarıştık seninle  Kazandım sananların tacı, bir perçem ak olup düştü başlarına  Çaresiz, barıştık seninle  Lakin gün oldu, isyan ettik, herkese ayrı işleyen adaletine  "
Kızdı bu lafa ihtiyar  Diklendi: "-Aynı hızda yürürüm ben hep, ayrıcalık tanımam kimseye  " diye kestirip artı "Krallar bile dayanamadı hızıma  " "-Hadi canım" dedim “Kimine alabildiğine cömertsin, kimine gelince kör olası bir cimri  kum saatin akar deli gibi  "
"- Ben değilim müsebbibi  " diyecek oldu  Fırsat vermedim savunmasına 
"- Gerçekten adilsen eğer, söylesene niye en mutlu olduğumuz an ışıktan hızlısın   acı çektiğimizde kaplumbağadan yavaş  ?"
* * *
"- Anlaşıldı mesele  " dedi "iyisi mi ben sana bir yardımcımı yollayayım 'Sabır'dır adı  Merhemidir yarattığım tahribatın  "
Omuz silktim:
"Ben sabır istemiyorum, rehaveti özlüyorum" dedim "Senin o tükenmez gibi göründüğün, hesaba gelmediğin halini, eski aheste akışını, günün bir türlü batmak bilmediği o sohbeti bol yaz akşamlarını, o dolunayda yıldız yıldız gülümseyen uzun lacivert geceleri, salkım saçak güneş altında ışıkla özgürce seviştiğimiz nihayetsiz ve meşakkatsiz günleri, bahçede öğle uykularında saçımı okşayan şefkatli eli, babamın itinayla kurduğu saatten evinden geniş aralıklarla kafasını çıkarıp neşeyle guguklayan kuşun mesut, müjdeli sesini özlüyorum  "
"- Seni anladım" dedi ak saçlı ihtiyar, "yapabileceğim tek iyiliği yaptım sanıyordum Hafızanı körelttim diye biliyordum Sabra sığınmıyorsan, unutmaktır en iyisi  "
** *
Oysa ben, her daim sabırsız ve aslında harfiyen hatırlayarak, dünün bol vakitlerini, doyumsuz sohbetlerini, telaşsız saatlerini, saadeti hüzünle yoğurarak geçtim ihtiyar adamın süzgecinden  
Ben, onu gemleyemedim, o demledi beni  Olgunlaştım; basarak üzerine birikmiş bütün yırtık takvim yapraklarının, yıllar yılı aynı çemberde dolanmaktan başı dönmüş akrep ve yelkovanların, o incecik delikten biteviye süzülmüş kumların, evine gire çıka ötmekten sesi kısılmış yorgun guguk kuşlarının, batmış onca güneşin, parıldamış bunca ay ışığının, hilalin ve fecrin, uğruna savaşılmış dostların, birbirine karışarak yanıp sönen kahkahalarla gözyaşlarının, yazılmış, yazılamamış bunca satırın, tutulmuş tutulamamış onca sözün, dediklerimin, diyemediklerimin, bir an önce bitmesini istediğim, hiç bitmesin diye dualar ettiğim anların, koşuda çabuk yorulanların ya da koşmaya hiç niyeti olmayanların  sevaplarımın, günahlarımın, hatalarımın 
  süzüldüm imbiğinden  
* * *
"- Geç  istediğin gibi seç  ister ağır aksak, ister koşar adım" dedim bizim ihtiyara 
"Bu dönüşü olmayan yolculukta ya gideriz, ya gitmeyiz bir bu kadar daha  "
"- Yanılıyorsun dostum" dedi ihtiyar, "  kalıcıyım ben  , asıl sensin geçen  "
Sonra, sesindeki yakıcılığın farkına vararak belki, kulunuzu teselliye girişti: "- Sana hazırladığım sürprize bak: Doğum günündü dün; babalar günü yarın Babanın oğluydun dün; oğlunun babasısın bugün  Hayat, kıymetini bilirsen, nihayetsiz bir düğün  "
Dedi ve uzaklaştı: Çevirirken bir kez daha kum saatini baş aşağı  şükranla adını fısıldadım ardından 
"Zaman !"
|