| 
Prof. Dr. Sinsi
 | 
				  Paranın Üzerindeki Portreleri Tanıyalım 
 
              
 Para Reformu çerçevesinde 1 Ocak 2009'da tedavüle girecek Türk Lirası banknotlarının ön yüzünde Atatürk portreleri bulunurken, arka yüzlerinde Türk bilim, sanat, edebiyat ve müzik tarihinin önde gelen isimlerinin portrelerine yer verildi
  
 
 5 TL'nin arka yüzünde bilim tarihçisi Ord
  Prof  Dr  Aydın Sayılı, 10 TL'nin arka yüzünde matematikçi Ord  Prof  Dr  Cahit Arf, 20 TL'nin arka yüzünde Mimar Kemaleddin, 50 TL'nin arka yüzünde edebiyatçı, felsefeci Fatma Aliye Hanım, 100 TL'nin arka yüzünde bestekar Itri, 200 TL'nin arka yüzünde de Yunus Emre portreleri bulunacak  
 
 Merkez Bankası, halen tedavülde olan Yeni Türk Lirası banknotlarda, arka yüzlerinde potre kullanmamıştı
  1 YTL'nin arka yüzünde Atatürk Barajı, 5 YTL'nin arka yüzünde Anıtkabir, 10 YTL'nin arka yüzünde Piri Reis'in Dünya Haritası, 20 YTL'nin arka yüzünde Efes Antik Kenti, 50 YTL'nin arka yüzünde Kapadokya, 100 YTL'nin arka yüzünde ise İshak Paşa Sarayı figürlerine yer vermişti  
 
 Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak bilinen Fatma Aliye Hanım (1862 - 1936), tarihçi ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa'nın iki kızından büyük olanı
  Fransızca ve Arapça dersleri alan, matematik, hukuk, Arap tarihi ve felsefesi üzerine eğitim gören Fatma Aliye Hanım, 1879'da Faik Paşa ile evlendi  İleri düzeyde Fransızca bilen Fatma Aliye Hanım, tarih bilgisini babasından edindi  
 
 Edebi yaşantısına 1889'da George Ohnet'in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirerek başladı
  Bu romanı “Bir Hanım” imzasıyla çevirdi  Daha sonra yapıtlarında “Mütercime-i Meram” takma adını kullandı  1892 yılında ilk romanı olan Muhadarat'ı yazdı  Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı  Romanlarında çoğunlukla duygusal aşk temalarını işledi  
 
 İslam felsefesi konusunda özel bir eğitim aldı; döneminin en önemli isimlerinden biri olarak eserleri Almanca, İngilizce ve Arapça'ya tercüme edildi
  Arap, Amerikan ve İngiliz gazetelerinde, Fatma Aliye Hanım hakkında çok sayıda yazı yayımlandı  
 
 1897 Türk - Yunan Savaşı'nda yaralılara yardım etmek amacıyla Tercüman - ı Hakikat'te yazdığı makaleler aracılığıyla çok miktarda yardım malzemesi temin eden Fatma Aliye Hanım, 1908 yılında kurulan Cemiyet - i İmdadiye adlı yardım derneğinin kurucusuydu
  Söz konusu dernek, bilinen ilk Türk resmi kadın derneği olma özelliğine de sahip  Fransız yazar Emile Julyar'ın “Doğu ve Batı Kadınları” adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştiren Fatma Aliye Hanım, bu tavrıyla Paris'te büyük yankı uyandırdı  
 
 Yaşadığı dönemde, Türk kadınlarının yazı yazması ayıp sayıldığı için, önceleri takma adlar kullanan Fatma Aliye Hanım'ın en önemli romanı olan “Hayal ve Hakikat”, Ahmet Mithat Efendi ile birlikte yazdığı bir eserdi
  1891 yılında yayımlanan bu romandan sonra uzun süre mektuplaşan Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım'ın mektupları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı  
 
 İlk eserlerinde Fransız romantiklerinin etkisinde kalan Fatma Aliye Hanım, “Udi” adlı romanında (1899) babasının görevi üzerine gittiği Halep'te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı
  
 
 Fatma Aliye Hanım'ın “Hayal ve Hakikat”inin günümüz Türkçe'sine aktarılmış biçimi, Ağustos 2002'de yayımlandı
  
 
 1914 yılında yazdığı “Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı” son yapıtıdır
  Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlayan Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti  
 
 MİMAR KEMALEDDİN BEY
 
 
 Ahmet Kemaleddin Bey, 1870 yılında, İstanbul'un Acıbadem semtinde dünyaya geldi
  İlköğretimine 1875 yılında, İbrahim Ağa Mektebi'nde başladı  Ortaöğrenimine, 1881 yılında Girit'te devam eden Kemalettin Bey, 1882 yılında ailesiyle birlikte İstanbul'a döndü  Yüksek eğitimini 1887–1891 yılları arasında Hendese-i Mülkiye'de tamamlayan Kemaleddin Bey, sanata yatkınlığı nedeniyle daha çok resim ve mimarlık derslerine özen gösterdi ve diplomasını aldıktan sonra hiçbir zaman mühendislikle uğraşmadı  1895'te mimarlık eğitimini ilerletmek için devlet tarafından Berlin'e gönderildi  Almanya'daki eğitim yaşamı, mimarın üzerindeki Alman kültürel etkisini pekiştirdi  Berlin'de Charlottenburg Technische Hochschule'de iki yıl mimarlık eğitimi gördükten sonra, iki buçuk yıl da Berlin'de mimarlık bürolarında çalıştı  
 
 Yurda döner dönmez Hendese-i Mülkiye'deki görevine yeniden başladı
  1901'de Harbiye Nezareti Ebniye-i Askeriye mimarlığına ek görevle atandı  
 
 Kemalettin Bey'in mimarlık açısından en verimli dönemi, 1909–1919 arasındaki 10 yıllık dönemde oldu
  1909 yılında Evkaf Nezaretinin başına atanan Kemalettin Bey'in Vakıflar'daki görevi, kentin önemli eski yapılarının büyük ya da küçük kapsamlı onarımlarını yürütmekti  Bu görevdeki yoğun onarım çalışmaları, kendisinin ulusal mimarlık anlayışını geliştirmesine zemin hazırladı  Vakıflar'ın yaptırmayı düşündüğü bir dizi yeni yapı için Vakıflar bünyesindeki İnşaat ve Tamirat Heyet-i Fenniyesi kadroları genişletildi; örgütün büyük bir mimarlık ve inşaat bürosu biçiminde çalışması sağlandı  “Kemalettin Okulu” olarak da anılan bu büro, ulusal mimarlık anlayışını ülkenin tüm yörelerinde uygulayan bir dizi mimar, mühendis ve yapı ustasının yetişmesine olanak tanımış; böylece Evkaf Nezareti, İnşaat ve Tamirat Heyet-i Fenniyesi, Birinci Ulusal Mimarlık akımının odak noktasına dönüşmüştür  
 
 MESCİD-İ AKSA'NIN ONARIMINDA ÇALIŞTI
 
 
 Kemalettin Bey, 1908 yılında kurulan Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyetinin kurucuları arasındadır
  1914 yılında Evkaf Nezaretindeki görevine ek olarak İstanbul Şehremaneti Heyet-i Fenniye Müşavirliğine atandı  İşgal döneminde, 1919 yılında Nezaretteki işine son verilen Kemalettin Bey, bu yıllarda yalnızca Şehremanetinde ve özel atölyesinde çalışmalarını sürdürdü  1919 yılında İngiliz yönetimine geçen Kudüs'te Mescid-i Aksa'nın onarımı için Müftü tarafından Kudüs'e çağrıldı  Çağrıyı kabul eden Kemalettin Bey, Mescid-i Aksa Camiinin onarımında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisine (RIBA) şeref üyesi olarak seçildi  1925'in yaz aylarında Ankara Palas'ın yapımının tamamlanması için Kudüs'ten geri çağırıldı  1925 yılında Evkaf Müdüriyeti Umumiyesi İnşaat ve Tamirat Müdürlüğüne atanan Kemalettin Bey, Ankara Palas'ın tamamlanması için çalışmalarını sürdürürken, başkentte gerçekleştirilmesi düşünülen bir dizi başka yapıyı da tasarlamaya koyuldu  
 
 1926 yılında Maarif Vekaletince kurulan Sanayi-i Nefise Encümeni üyeliğine, daha sonra aynı kurulun başkanlığına getirildi
  1927 yılı içinde mimarın en önemli uğraşı, Maarif Vekaleti adına tasarladığı Gazi İlk ve Orta Muallim Mektebi oldu  12 Temmuz 1927 günü, Ankara Palas şantiyesinde kaldığı odada geçirdiği beyin kanaması sonucu 57 yaşında vefat etti  17 Temmuz günü İstanbul Karacaahmet'te yapılan büyük bir törenle toprağa verildi  Mezarı daha sonra yol geçmesi dolayısıyla kaldırılınca, (kitabesiz olarak) Beyazıd Camii mezarlığına taşındı  
 
 YAPITLARI
 
 
 Ahmet Cevad Paşa Türbesi, Fatih-İstanbul (1901), Filibe Gar Binası, Bulgaristan (1908), Kemer Hatun Camii, Beyoğlu-İstanbul (1911), İkinci, Üçüncü, Beşinci Vakıf Hanları, İstanbul (1911 yılında tasarlanmış, bitiş tarihleri belli değil), Bebek Camii, İstanbul (1913), Edirne Gar Binası (1914), İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (1913), Dördüncü Vakıf Hanı, İstanbul (1926), Birinci Vakıf Hanı, İstanbul (1918), Harikzedegan Kat Evleri, Laleli-İstanbul (1922), Mescid-i Aksa ve Hazreti Ömer Camii Restorasyonu (1925), Mimar Kemalettin Okulu, Ankara (1925 sonrası), Ankara Palas (1927), Ankara İkinci Vakıf Hanı (1927), Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü, Ankara (1928), Ankara Gazi İlk Muallim Mektebi (1930), Sultan Ahmet, Fatih ve Ayasofya külliyeleri restorasyonu (tarihi belli değil)
  
 
 ORD
  PROF  DR  AYDIN SAYILI 
 
 Sayılı, 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul'da doğdu
  İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamlayan Sayılı, lise eğitimini Ankara Erkek Lisesinde (Atatürk Lisesi) tamamladı  Lise mezuniyet sınavını Mustafa Kemal Atatürk'ün de yer aldığı sınav heyeti önünde başarıyla vererek mezun olmuştur  Sayılı, yaşamındaki bu unutulmaz olayı “Atatürk'le Bir Sınav Anısı” başlığı altındaki bir yazısının bir bölümünde şöyle anlatıyor: 
 
 “Atatürk benim sınavımdan çok memnun kalmış
  Bu sebeple Milli Eğitim Bakanına 'bu öğrenciyle ilgilenin' şeklinde bir talimat vermiş  O zaman Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey, beni makamında kabul ederek bana sınavdaki başarımdan ve Atatürk'ün takdirini kazanmış olmamdan dolayı bir tebrik mektubu verdi ve yüksek öğrenimine ilişkin bir planının olup olmadığını sordu  Ben kendisine su mühendisi olmak istediğimi söyledim  Fakat o bana daha geniş bir kültür tabanı üzerine oturan bir alanı seçmenin daha uygun olacağını söyleyerek, bana tarihçi olmamı önerdi ve bunda biraz ısrar etti  
 
 O yıllarda bilim tarihi konusu önemlice bir kıpırdanma hareketine sahne olmakta idi
  Amerika'nın Harvard Üniversitesinde bilim tarihi alanı bu sıralarda belirginlik kazanmakta ve bu çalışmaların odağını George Sarton adlı bir profesörün faaliyetleri oluşturmakta idi  Bu faaliyetten bizim o zamanki Milli Eğitim Bakanlığımızın ve yeni kurulmuş olan Türk Tarih Kurumunun seçkin mensuplarının da haberi varmış  Bu itibarla konuyu biraz derinlemesine incelemek de benim için mümkün oldu  Bu arada George Sarton'un çıkarmaya başladığı Introduction to the History of Science (Bilim Tarihine Giriş) adlı kitabın yayınlanmış olan birinci cildini Türk Tarih Kurumunun Kütüphanesinde gözden geçirme fırsatını da buldum ve bilim tarihini meslek seçtiğim ve yarışma sınavını kazandığım takdirde Sarton'un yanında öğrenimimi sürdürebileceğim de bana söylendi  İşte bütün bunlar, benim bilim tarihini meslek olarak seçmemin yolunu açmış oldu  
 
 Böylelikle, Atatürk'ün sınavıma gelmesi benim hayatımın seyri üzerinde büyük bir etki yapmış oldu
  Atatürk hepimizin yaşamına yeni bir yön vermiş bir kişidir  Fakat benimki daha kişisel ve özel türden bir etki oldu  Atatürk sınavı işe karışmış olmasaydı su mühendisi olacaktım  Elbette ki o saha da çok önemli ve yararlı bir mesleği temsil ediyor  Fakat ben bilim tarihini ve üniversite hocalığı mesleğini seçmiş olmaktan çok memnunum  Bunda hiçbir zaman en küçük bir şüphem de olmadı  ” 
 
 BİLİM TARİHİ DALINDA VERİLEN İLK DOKTORA DERECESİ
 
 
 Sayılı, Maarif Vekaletinin (Milli Eğitim Bakanlığı) yurt dışına öğrenci göndermek için açtığı sınavı kazanarak Harvard Üniversitesinde Bilim Tarihi Bölümünde yüksek öğrenimini yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderildi
  Columbia ve Cornell gibi bazı üniversitelerde yaz öğrenimine de katılarak, 1942 yılında Harvard Üniversitesinden doktora derecesi aldı  Tezinin konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları”dır  Bu doktora Harvard Üniversitesinde ve bilindiği kadarıyla da dünyada bilim tarihi dalında verilen ilk doktora derecesidir  
 
 Aydın Sayılı, 1943 yılında, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Kürsüne “İlmi yardımcı” olarak tayin edildi
  Askerlik görevi nedeniyle bir süre akademik yaşamına ara verdikten sonra 1946 yılı sonunda adı geçen fakültenin Felsefe Kürsüsüne “Bilim Tarihi Doçenti” olarak atandı  1952 yılında “Bilim Tarihi Profesörlüğü”ne yükseldi ve aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde kurulan Bilim Tarihi Kürsüsü'ne başkan olarak atandı  1958 yılında Ordinaryüs Profesörlüğe yükseldi  1974 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanlığına seçilen Ord  Prof  Dr  Aydın Sayılı, bu görevini 1983 yılı başında yaş haddi nedeniyle emekli oluncaya dek kesintisiz sürdürdü  Sayılı 1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezine başkan olarak atandı  Sayılı, 16 Eylül 1993 tarihinde yaş haddi nedeniyle emekli oldu  
 
 Sayılı, 1947'de Türk Tarih Kurumunun tam üyeliğine seçilmiş, 1957'de Uluslararası Bilim Tarihi Akademisinin muhabir üyesi, 1961'de aynı akademinin tam üyesi olmuş ve 1962'de üç yıllık bir dönem için başkanlığını yapmıştır
  Türk Kütüphaneciler Derneğinin şeref üyesi olmuş, Türk Tarih Kurumu Ortaçağ Şubesinin başkanı olarak da birkaç yıl hizmet etmiştir  
 
 Sayılı, 15 Ekim 1993'te evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti
  Cenazesi 18 Ekim 1993 tarihinde Ankara-Cebeci Asri Mezarlığı'nda toprağa verildi  
 
 “TÜRK EİNSTEİN”
 
 
 Kendi adıyla anılan “Arf Sabiti”, “Arf Halkaları” ve “Arf Kapanışları” gibi terimleri bularak, matematik ve bilim dünyasına önemli katkılarda bulunan ünlü matematikçi Ord
  Prof  Dr  Cahit Arf, 11 Ekim 1910'da Selanik'te dünyaya geldi  Arf, 1912 yılında henüz iki yaşındayken Balkan Savaşı nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşti  
 
 İstanbul'da başlayan ilkokul öğrenimini İzmir'de devam ettiren Arf, Milli Eğitim Bakanlığının verdiği bir bursla Paris'e giderek Ecole Normale Superieure'dan mezun oldu
  
 
 Türkiye'ye döndükten sonra Galatasaray Lisesi'nde matematik öğretmenliği yapmaya başlayan Arf, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümüne girdi
  1937 yılında Almanya'ya giderek, çalışmalarını Göttingen Üniversitesinde devam ettiren Arf, doktora eğitimini 1938 yılında bu okulda tamamladı  Arf, burada tanıştığı Alman matematikçi Helmut Hesse ile beraber Hesse-Arf Kuramı'nı geliştirdi  
 
 Daha sonra tekrar Türkiye'ye dönen Arf, bir süre İstanbul Üniversitesinde görev aldıktan sonra, 1962 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in atamasıyla TÜBİTAK'ın kuruluş çalışmalarını başlattı
  Arf, 1963 yılına kadar bu kurumda kurucu ve yönetici olarak görev aldıktan sonra, Robert Kolej'in matematik bölümünde çalışmaya başladı  1964 ve 1966 yılları arasında çalışmalarını New Jersey'deki Institude for Advanced Study'de sürdüren Arf, Türkiye'ye döndükten sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesinin Matematik Bölümünde çalıştı  1980 yılında emekli olana kadar buradaki görevini sürdürdü  
 
 Matematik bilimine yaptığı büyük katkıları için hayatı boyunca çok sayıda ödülle onurlandırılan Arf, Türkiye'de matematik biliminin bugünkü konumuna gelmesinde çok önemli role sahip oldu
  Cahit Arf, 26 Aralık 1997'de geçirdiği bir kalp rahatsızlığı sonucu hayata veda etti  
 
 ITRİ
 
 
 Klasik türk müziğinin kurucusu İtri'nin 1630 ile 1640 yılları arasında İstanbul'da doğduğu sanılıyor
  Çeşitli kaynaklarda ölümü için 1711 ve 1712 tarihleri gösterilmektedir  Asıl adı Mustafa'dır  Itri, şiirlerinde kullandığı mahlastır  Buhurizade Mustafa Efendi diye de anılmıştır  Çağının kaynakları, onun Mevlevi olduğunda birleşirler  Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile bir naat bestelemiş olması da bunun bir kanıtı olarak gösterilir  Itri beş padişah dönemi gördü  Sultan IV  Mehmed zamanında tanındı  Huzurda düzenlenen fasıllara hanende olarak katıldı, bestelediği yapıtlarla padişahlardan büyük yakınlık gördü  
 
 Itri, IV
  Mehmed'le yakınlığının bir sonucu olarak, padişahtan, kendisine esirciler kethüdalığı görevinin verilmesi dileğinde bulunmuş, bu dileği yerine getirilmiştir  Itri uzun yıllar Enderun'da müzik öğretmenliği ve hanendelik ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı  Meyvecilikle çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul'un ünlü Mustabey armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir  Itırdan gelen Itri mahlası da, çiçek merakına bağlanır  Divan şairlerinden Şeyhi'nin yazdığına göre, ölümünden sonra “Mevlevihane Yenikapusu haricine” defnedilmiştir  Mezar taşı kayıptır  
 
 Divan ve aşık tarzlarında şiirleri vardır
  Naatlar, gazeller, tahmisler, nazireler, tarih düşüren beytiler ve şarkılar dışında, hece ölçüsüyle türküler de yazmıştır  Şiirlerini topladığı Divan'ı kayıptır  Şiirlerine şuara tezkirelerinde, yazma şiir derlemelerinde rastlanır  Asıl önemi besteciliğindedir  Yapıtlarıyla bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur  Ondan önceki bestecilerde, bir ölçüde de olsa, Orta ve Yakındoğu müziklerinin izleri sezilir  Bu etkiler onda bütünüyle silinmiş, Klasik Türk müziği diye adlandırılan, Osmanlı-Türk üslubu en belirgin çizgileriyle ortaya çıkmıştır  Klasik üsluba bağlı kalmış pek çok bestecide, az ya da çok, onun etkisi vardır  Itri, Abdülkadir Meragi ve Hammamizade İsmail Dede Efendi'yle birlikte, Türk müziğinin gelişimini yönlendiren üç önemli besteciden biri olmuştur  Itri, Şeyhülislam Esad Efendi'nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmıştır  Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak kırk dolayında yapıtı bilinmektedir  
 
 YUNUS EMRE
 
 
 Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamıştır
  
 
 Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi
  Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan yer vardır  “Bir garip öldü diyeler, Üç gün sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin” diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir  
 
 Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır
  
 
 Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur
  Yunus Emre, “gönül kırmamak” konusuna ayrı bir önem verir ve “üstün bir değer” olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler  Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır  Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder  
 
 Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir
  Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir  Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş “sevgi felsefesi”nin bir parçası ve hatta sonucudur  Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi “Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü”dür  Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler  Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar  
 
 Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu hem de milli birliğin önemli tutkallarından birisi olarak gösterilir
  
  
  
  
  
  
  
  
  
  
  
  
   
 |