Prof. Dr. Sinsi
|
Harem Halkı - Osmanlı'da Harem / Harem Halkı - Osmanlı'da Harem Hakkında
Meşru dairede olmak şartıyla insan, hanımını, çocuklarını, ******* babasını ve diğer insanları sevebilir Muhabbetin yasak olmasının sınırı gayr-i meşru dairede olmasıdır Bu manada meşru dairede Padişahların kendi kadınlarına ve damatların sultân hanımlara veya tam tersine sultânların ve haremdeki kadınların Padişahlara veya damad adaylarına meşru bir tarzda aşk ve muhabbet mektupları yazmaları meşrudur ve caizdir Ölçü meşru’ dairede kalmasıdır
Osmanlı Padişahları ve haremde yaşayan kadınlar da insandır Bunlar da hem sevecek ve hem de sevdiklerini kıskanacaklardır Dolayısıyla insanlık gereği aralarında geçen bazı sürtüşmeleri veya aralarında alınıp verilen ve Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar aileye has kalan özel arşivlerdeki muhabbet mektuplarını, hep menfi manada değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal edilebilir birini seçip hepsine teşmil etmek doğru değildir Şimdi Harem’den Aşk Mektupları diye bilinen ve aslında Harem Hazinesinde saklı olduğu halde Cumhuriyetten sonra Saray’a ait her şey ortaya dökülünce ele geçen bu aşk mektuplarından ikisini zikredeceğiz
Birincisi; Kanunî’nin Baş Kadını Hurrem Sultân’dan Kanunî Sultân Süleyman’a yazılan mektuplardan birisidir Hurrem Sultân gibi Kanunî’ye aşkı ile bilinen birinin kullandığı ifadeler böyle olursa, damadların veya başkalarının Sultân Hanımlara ve Saray Kadınlarına yazdıkları mektupta kullandıkları terbiyeli ifadeleri sizler kıyaslayabilirsiniz
"Canımın Paresi Sa’âdetlü Sultânım Hazretlerine derûn-ı gönülden enva’-ı büsyâr can u dilden sad-hezârân hezâr bin dürlü hasret iştiyaklarıyla bin bin du’alar ve senalar edüb yüzümü hâk-i pay-i şerife sürüb mübarek dest-i şerifinizi pus ederim
Benüm iki gözüm yoluna kurban olduğum devletlüm Padişahım, ümiddir ki, ben biçare cariyenizi kabul-ı müştak-ı azîm buyurula Benim devletlüm ve benüm saadetim sultanım, mübarek mizac-ı şerifiniz nicedir? mübarek başınızdan ve cemi" azanızdan olsun ve mübarek ayağınızdan nicesiz? Şimdilik benüm devletlüm benüm sultanüm tamam hüsn-i afiyet üzeresiniz
Benim iki gözüm devletlüm Padişahım, Bârî-i Te’alâ Hazretinden hâcetüm budur ki, Hazret-i Hak vücud-ı şerifini cem? hatalardan ve belâlardan saklayub hemîşe hakkın hıfz-ı emânında olub ömr-i Nuh süresiz inşaallah
Benim Padişahım, benüm devletlüm, andan sonra Sultânım Cihangir Şah’ımın gözlerinden öperim Andan sonra benüm saadetüm Hanum Peyk dürlü iştiyak ile yüzler sürüb hâk-i pay-i şerifinizi öper Hüma Şah Ayşeciğim dahi Peyk Kadun hâk-i pay-i şerifinize yüz sürerler Ümiddir ki, kabul oluna Benüm Devletlüm, andan sonra sultanüm şehir ahvâlinden sorulursa, bi hamdillah emn ü emân üzere olub can u dilden sultanıma du’alar edüb cemî1 âlem sultanıma müştaklardır Benüm devletlüm baki ne demek lâzım vesselam Kemine Cariyen"
İkincisi; Padişahlardan Kadın efendilerine veya ikballerine yazılan aşk mektuplarından bir örnek de, en çok aşk ve muhabbet ifadeleri kullanılan, aslında gizli arşivde saklanıldığı halde bu gün herkesin elinde bulunan Sultân I Abdülhamid’in kadın efendisi Ruh-Şah’a yazdığı mektuptur Bu mektupta şer’î hükümlere aykırı, bugünkü anlamda gayr-i meşru cihetler ihtiva eden bir hal yoktur Eğer bizlerin de hanımlarımıza yazdığımız özel mektuplar, bütün aleme neşredilecek olursa, her halde Osmanlı Padişahlarının en kadına düşkün denileni kadar edebe riâyet ettiğimiz zor iddia edilebilir Halbuki I Abdülhamid Hân, beş vakit namazlarını mümkün oldukça Camilerde cemaat ile kılan ve ancak kadınlarını da meşru dairede seven bir Padişah’dır Mektuplarından bir tanesini zikrediyoruz:
"Abdülhamid’in Ruh-şah’ına kul kurban olsun Bir kusur ile beni unutma Benim vücudum türâb olunca, ben senden geçer isem Allah lâyıkımı versün, Efendim Gideyim diyorum, belki götür buyururusun deyü götürmüyor Sen benim, ben senin İnşâallâhu Te’âlâ ömrüm oldukça cem’ oluruz (bir arada oluruz) Canım efendim benimle Narin ayağına yüzüm sürerek rica ederim "
Maalesef bazı kaynaklarda, Padişahların hanımlarına olan sevgi ifadeleri çok görülerek mesela Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor Dünya nüfusunun beşte birine hükmeden bir Padişah’ın kadın efendisine "Sultânım, kulun ve kurbanın olayım" demesi, Kur’ân ve Sünnetten alınan ders gereği, kadına ve onun haklarına saygı ifadesi midir? Yoksa devlet işlerini terk edip de kadınlara kul ve köle olma alâmeti midir? Bunun kararını okuyuculara bırakmak istiyoruz196
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr E 10193;
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr E 5038; Krş
Uluçay, Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, İstanbul 1956, sh 42-47, 77-93; Maalesef burada, hanımına olan sevgi ifadeleri çok görülerek Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor;
Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının îç Yüzü, sh 105-110; Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, sh 77-93;
Altındal, Osmanlı’da Harem, sh 45-47; Maalesef bu son kaynakta, rastgele yerlerden toplanan çeşitli bilgiler, hep kötü yöne çekilerek çarpıtılmaya çalışılmıştır Lût Kavminin âdetini lanetleyen Hz Nuh’un ifadesi olan âyeti alıp da Osmanlı Padişahlarının cinsî sapık olduklarını buna bağlamak gibi Bu sebeple, bu tür kaynakların bütün iddialarını değerlendirmeye bile almaya değer bulmuyoruz Ancak M Çağatay Uluçay gibi ciddi araştırmacıların düştükleri hataları, mümkün mertebe gerçeği yansıtarak tashih etmeye gayret göstereceğiz
Kaynak: Prof Dr Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı
Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem V

Padişahların Harem’in bahçesinde bulunan havuzlarda cariyeleri çırılçıplak soyduğu ve bunlara süt banyosu yaptırarak bununla eğlendiği iddia edilmektedir? Bunun hakkında ne dersiniz?
Evvela şunu ifade edeyim ki, Padişahların kendi hanımlarıyla, sultân denilen kız çocuklarıyla, şehzadelerle ve de bunların haremleri ve cariyeleri ile, hususî günlerde meşru dairede sohbet etmek ve ailevî meseleleri görüşmek üzere, her aile gibi, bir araya geldikleri doğrudur Bu bir araya gelmelerin, bazan ve özellikle de yaz günleri Harem’in Has Bahçesinde ve genellikle ŞimşirliK’teki bahçede veya Kâğıthane’deki bahçelerde yapıldığı da doğrudur Ancak bu halvet ve eğlencelerde, bırakınız cariyeleri çırılçıplak soyarak onlara süt banyosu yaptırmayı, belki şehzadeler, haremleri ve Padişah kadınları arasında dahi mahremiyet olur diye, hususî halvet çadırları ve sokakları teşkil edildiğini Osmanlı’da Harem adlı kitabımızın ilgili yerlerinde izah ettik
İslâm Hukukunda hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir
İslâm hukukunda iki üç çeşit mahremiyet kavramının bulunduğunu, cariyelerin efendileri yanında sadece el, kol ve başlarını açarak dolaşabileceklerini, bunun da iş zaruretinden meydana geldiğini; çırılçıplak havuza girip oynamalarının asla caiz görülmediğini; çünkü bir cariyenin bu manada diğer cariyelere bakamadığını fıkıhtan öğreniyoruz Mesele avret-i hafife ve avret-i galize terimlerinin bilinmemesinden, avret kavramının erkek, hür kadın, mahrem kadın ve câriye açısından ayrı manalar ifade ettiğinin anlaşılamamasından ve bunlara dair şer’î hükümlerin söz konusu edilmemesinden ileri gelmektedir Kişi de, bilmediğinin düşmanıdır Bir sonraki soruda bunu ayrıntılarıyla göreceğiz
Bu meselede en çok itham edilen Padişah III Murad’dır Halbuki III Murad’ın sofi meşreb ve Farsça bir Divan’ı bulunacak kadar ve hele hele kendisine caiz olsalar bile, cariyelerin birbirine haram olacaklarını bilecek kadar İslâmî ilimlere vukufu vardır Meşru dairede cariyelere saz çaldırarak, harem kadınlarının ve erkeklerinin ayrı ayrı oturdukları yerlerde oyunlar oynanarak eğlenildiğini ve bunun da meşru dairedeki eğlence olduğunu biliyoruz
Damad, Mecma’ul-Enhür, c I, sh 80-81; II, sh 538-539;
Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh 13-14;
Altındal, Osmanlı’da Harem, sh 181-183
Kaynak: Prof Dr Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı
Efendilerin cariyelerin avret yerlerini görmeleri caiz midir? Caiz olduğunu iddia edenler, havuz safalarını da buna bağlamaktadırlar Durumu fıkıh kitapları açısından izah eder misiniz?
İslâm Hukuku kitaplarında mesele "Nazar" başlığı altında incelenmektedir Bu hükümlere göre, dinen avret mahalli kabul edilen yerlere bakılması, zaruret hali dışında haramdır Zaruret halinden kasıt, doktor, sünnetçi, ebe, kan alan veya hemşire gibi insanların, zaruret miktarını tecâvüz etmeyecek derecedeki nazarlarıdır
İnsanları birbirinin vücutlarından görebilecekleri yerler açısından beş gruba ayırmak mümkündür:
Birinci Grup; Erkekler, erkeklerin, namazda avret mahalli olarak açıklanan dizden yukarı ve göbekten aşağı kısımları dışında kalan yerlerine bakabilirler Bu ikisi arasındaki yerler avret sayılır; yani bakılması dinen haramdır Ancak dizin avret olma hali ile bacağın ve bacağın avret olma hali ile avret-i galize tabir edilen ön ve arkanın avret olma hali aynı değildir
İkinci Grup; Kadınlar, kadınların, erkeğin erkeklerden bakabildiği yerlere bakabilmektedirler Yani hüküm birinci grup gibidir Bu her iki grupta da, şehvetten emîn olma şartı vardır
Üçüncü Grup; Bir erkek, kendi hanımının ve kendisiyle karı koca hayatı yaşadığı (istifrâş hakkı bulunan) cariyesinin bütün bedenine bakabilir Bir kısım hukukçular, tenasül uzvuna bakılmasının mekruh olacağını açıklamışlardır
Dördüncü Grup; Erkekler, kan, süt ve sıhrî hısımlık açısından mahremi bulunan anne, kız kardeş ve benzeri kadınların ve istifrâş hakkı başkalarına ait olan cariyelerin (yani sadece işçi statüsünde istihdam edilen cariyeler de dahil olmak üzere bütün cariyelerin) sadece yüzüne, başına (saçlar açık olarak), memeler görünmemek şartıyla göğsüne, diz altına ve kollarına bakabilirler Şehvet korkusu olmamak şartıyla, bakabildikleri yerlere dokunmalarında beis yoktur Bunların karınlarına, sırtlarına ve bacaklarına, şehvetten emin olsalar bile bakmaları caiz değildir
Beşinci Grup; Erkekler, hür yabancı kadınların ise, sadece yüz ve ellerine bakabilirler Bunun da şartı, şehvetten emin olmaktır
Görüldüğü gibi, işçi statüsündeki cariyelerin hür kadınlardan farkı, onların mahrem kadınlar gibi kabul edilip yüzü ve ellerinin yanında başı, saçları, memeler açılmamak üzere göğsü, diz altı ve kollarının caiz görülmesidir Cariyelerin durumunu erkeklerin durumuna benzeten görüşün fıkıh kitaplarında yeri yoktur ve böyle bir tesbit doğru değildir Bu hükmü bilmeyenlerin, cariyelerin avret yerleri farklıdır diyerek, Padişahların onları çırılçıplak oynattığı iddialarını ileri sürmeleri, tamamen uydurma ve iftiradır ve İslâm Hukukunu bilmemek demektir
Önemle ifade edelim ki, erkek kölenin kadın efendisiyle durumu, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla olan durumu gibidir ve beşinci gruba ait hükümler geçerlidir Bu arada hadım olan erkekler de, tıpkı sağlam erkekler gibi kabul edilir Ancak erkeklik duygusu tamamen ortadan kalkan hadım erkeklerin, kadınlarla ihtilâtının yani dördüncü gruba ait hükümler çerçevesinde bir arada bulunmalarının caiz olduğunu söyleyenler de vardır Osmanlı Hareminde az da olsa bazı devirlerde harem ağalarının hareme girip çıkmalarına müsaade edilmesi bu içtihada dayanmaktadır Ancak genelde bütün hadımları diğer erkekler gibi kabul eden görüş tatbikatta esas alınmıştır Bu konuyu Batılı bir yazar şöyle tasvir etmektedir:
"Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem a-ğalarının eşliğinde girerler Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla gösterebilir Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz"198
Damad, Mecma’ül-Enhür, c II, sh 541-543;
Haskefî, Dürr’ül-Münteka, c II, sh 541-542;
İbn-i Abidin, Redd’ül-Muhtâr, c VI, sh 364-374;
D’Ohson, Ignatius Mouradgea, Tableau General de I’Empire Othoman, Paris 1790, c III, Harem-i Hümâyûn, Çev Ayda Düz, sh 10 Bu şerl hükümleri tetkik edenler, şu ifadelerin ne kadar yanlış ve kasıtlı olduğunu her halde takdir edecektir: "Müslüman câriye başını örtemez; örterse cezalandırılır ", Çağatay, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996, sh 7
Kaynak: Prof Dr Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı
Harem’de ve Topkapı Sarayı’nın sofralarında altın ve gümüş kapların kullanıldığını duyuyoruz Halbuki altın ve gümüş kapkacak kullanmak dinen yasaktır Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
Evvela şunu izah etmeliyim ki, daha önceleri ben de böyle düşünüyor ve İslâm Hukuku Kitaplarındaki altın ve gümüş kap-kacak kullanımı yasağını gördükçe, kendi kendime kahr oluyordum Ancak Osmanlı Padişahlarının hayatlarını az çok bildiğimden ve günlük yaşantılarından bazı sahneleri okuduğumdan, bunların böyle bir yasağı delmeyeceklerini de kendi kendime söylüyordum Bu sorunun cevabı için iki konuyu bilmek gerekiyor:
Birincisi; İslâm Hukukunda saf gümüş ve altından olan kap ve kaçakların kullanılması yasaklanmıştır Ancak tadbîb denilen ve altın ve gümüş ile kaplı olan mutfak âletlerinin kullanılabileceği fıkıh kitaplarında izah olunmaktadır
İkincisi; Topkapı Sarayında ve Harem’de bulunan altın ve gümüş eşyalar iki kısımdır Saat ve şamdanlık gibi süs eşyası olarak kullanılan ve saf altın veya gümüş olan eşyalar Diğeri ise mutfakta kullanılan ve sadece altın ve gümüş ile kaplı bulunan eşyalar Topkapı Sarayı Müdürü ve diğer yetkililerden aldığımız bilgilere göre, harem’de ve Topkapı Sarayında kullanılan ve altın yahut gümüş zannedilen mutfak eşyalarının tamamı altın veya gümüş kaplamadır Yoksa saf altın yahut gümüş değildir Bu konudaki bazı yanlış beyânlar, yerinde değildir Fıkıh kitaplarındaki hükümlerden birini sadece nakletmekle yetiniyoruz: "Altın ve gümüş ile kaplı kabdan yemek ve içmek caiz olduğu gibi, altın sırmalarla kaplı döşek üzerinde oturmak da caizdir Ancak bir kısım hukukçular, bu tür kaplama kabları kullanmanın da en azından mekruh olduğunu ifade etmişlerdir"199
Damad, Mecma’ül-Enhür, c II, 537;
İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtâr, c VI, sh 341-344;
Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh 12-13
Kaynak: Prof Dr Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı
Osmanlı Haremindeki erkek personeli kısaca anlatır mısınız ve görevlerini açıklar mısınız?
Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:
Birincisi; Ak Hadımlardır İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan esir getiriliyordu İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler’den hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara ak ağalar adı verilmekteydi III Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa’âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci Habeşi Mehmed Ağa’ya teslim edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi Ak ağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi
İkincisi; Siyah Hadımlardır Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve Beyrut olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı
Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere tevzi edilirlerdi
Harem’in Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 4O’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihayet 100’ü geçmemesine rağmen, batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir Bu hususta Batılı yazar ve seyyahların verdikleri rakamlar, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir Bu iddiaları ileri sürenlerin ellerinde ciddi bir tarih kaynağı da bulunmamaktadır
|