Yalnız Mesajı Göster

Şu Çılgın Türkler Özet

Eski 08-16-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Şu Çılgın Türkler Özet



AÇIKLAMALAR :
“Şu Çılgın Türkler” adlı, bana ve her halde tüm Türk’lere göre muhteşem olan eser hakkında birkaç açıklama daha yapmak ve zaten kolay olan anlaşılmasını daha da kolay şekle sokmak, fonu meydana getiren zaman ve zemini bir kere daha anlatmak isterim
Niye 4 bölüm ?
Aslında bu harika yazılmış, gerçek tarihi olayların arasına serpiştirilmiş, örnekleri bol miktarda gerçek hayatta yer almış olan kurgu kişiler ve olaylarla süslenmiş romanı, sadece iki ana unsur ile tanıtacaktım: denizle ilgili konular olan İstanbul’dan Anadolu’ya geçişin bir yolu ve Rüsumat IV ün Ordu macerası
Ancak roman okundukça daha çok sardı, pek çoğunu bildiğim olaylar yine önümde canlandı, yazıma karada yapılanlardan da bir bölüm eklemek istedim Böylece bazı kişisel fedakarlıkların anlatıldığı örneklerin peşine bazı açıklamaları da ekleyince 3 ve 4 bölüm oluştular
Aslında tanıtımı, yayınevinin de istediği gibi makul ölçülerde, olabildiğince daha kısa tutmak amacındaydım, daha kısa planlıyordum Ama roman o kadar harika ki, bence “makul” denebilecek ölçü bu Daha kısa alıntılar, bütünlüğü bozar, bu ülkeyi ve devletimizi bize verenlere de saygısızlık olur
Kitabın tamamı, kendi dipnotlarıyla beraber 748 sayfa, burada ele alınamayan daha pek çok ilginç olay, gururlandırıcı sahne ve inanılmaz başka hadiseler var Örneğin kimlerin hangi bayrağı nerede ve nasıl saygıyla selamladıklarını öğrenmek için kitabın tamamını okumanız gerekiyor

Dönem ve ortamlar :
Eser, değişik ve ard arda gelen günleri ele almaktadır Dönem olarak söylemek gerekirse, öncelikle ve özet olarak I Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadele’mizin ilk bölümünden (28061914-01041921) başlamaktadır Daha detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşının hazırlığı ve Savaş dönemini (01041921-24071921), Sakarya Savaşına hazırlık ve Savaşı (25071921-13091921), Türk Büyük Taarruzuna Hazırlık ve Taarruzu ve sonrasını (14091921-27101922) ele almaktadır
Hemen tamamı belgelere ve anılara dayalı olaylar, Yunan Ordusu, Türk Ordusu, İngiltere Yönetimi, Yunanistan Yönetimi, İstanbul Yönetimi, Ankara Yönetimi, Bazı Türk İlleri ve Arazileri olarak özetlenebilecek ortamlarda geçmektedir
Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır
Mesela Rüsumat No IV olayının gerçekliğini görmek için “Ordu’lular” konulu şu internet sitesine erişebilirsiniz :


Linkleri görebilmek için---> üye olmanız gerekiyor Buraya tıklayarak üye olabilirsiz <---
Anlatılan dönemlerde İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırma, asker ve sivil kişilerin kaçmaları yoluna girmiş, çetelerin faaliyetleri bitmiş, düzenli ordu teşkili başlamıştır Bunlar da romanda ele alınıp kısa veya uzun anlatılmıştır

Rütbesiz Bir Komutan :
Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere,
Erzurum' a gelişinden 5 gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder Artık milletin bir bireyi olarak ; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir Yani artık bir rütbesi, bir askerlik sıfatı bulunmamaktadır Daha sonra, 23 Nisan 1920 de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur
Rütbesi olmayan Mustafa Kemal’e, orduyu tam yetkiyle idare etmek ve geliştirmek üzere, sonradan uzatılan 3 aylık bir dönem için, 5 Ağustos 1921 günlü TBMM gizli birleşiminde, Meclis yetkilerini kullanması kaydıyla, Başkomutanlık yetkisi verildi
Hatta Başkomutan’ın seçilmesi ve Tekalif-i Milliye’ye gidişini Sayın Özakman şu satırlarla anlatıyor:
MECLİS'in iki gündür içine kapanması, Ankara esnaf ve zanaatkarlarını huzursuz etmişti Seğmen havalı bir esnaf, ertesi sabah, Merkez Kıraathanesi'ne girdi Her zamanki masalarda yine bazı milletvekilleri vardı "Beyler” dedi, "iki gündür kendi aranızda konuşuyorsunuz Bir de milletle konuşsanız
Milletvekilleri bakıştılar Sahi, Meclis'e kapanıp milleti unutmuşlardı
"Arkadaşlarla toplandık, sizi bekliyoruz Buyrun, birlikte gidelim
Çıkrıkçılar yokuşundan Samanpazarı'na yürüdüler, oradan kale önüne çıkan daracık yola saptılar Yokuşun iki yanında küçük, gösterişsiz nalbur, hırdavat, urgan dükkanları vardı Kale önüne çıkınca, seğmen, milletvekillerine yol göstererek bir zahireciye girdi Tavanı atkılı, bölmeleri zahire dolu geniş dükkanda yirmiden fazla Ankara’lı esnaf ve köylü toplanmıştı Komşu esnaflar da koşup geldi Yuvarlak yüzlü, gür bıyıklı bir Ankaralı öne çıktı:
"Hoş geldiniz !”
"Hoş bulduk !”
"Kulağımıza gelenlere göre, Meclis, M Kemal Paşa'nın başkomutan olmasını istiyormuş ama Paşa kabul etmiyormuş Demek ki ümit yok !”
Süleyman Sırrı Bey irkildi:
"Hayır Paşa daha konuşmadı Bizleri dinliyor
"Öyleyse Paşa'ya söyleyin, millet malıyla, canıyla arkasındadır Başkomutanlığı kabul etsin Bu dükkan benimdir Ne varsa hepsini orduya helal ediyorum: ! »
Biri, "Ben de !" dedi
Öteki esnaflar da katıldılar :
"Bizimkiler de helal olsun !“
Bıyıkları sigaradan sararmış bir köylü, "Biz yakın köylerdeniz“ dedi,
"hepimiz adına söylüyorum, neyimiz varsa ordunun ayağına sermeye hazırız Yeter ki şu gelen kara belayı durdursun !“
Üç ay süreyle Başkomutan seçilen ve Meclis'in yetkilerini kullanması kabul edilen Mustafa Kemal, milletin maddi kaynaklarını savaşın emrine verebilmek için çıkardığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülük) emirlerinin 6 sını 7 Ağustos’ta yayımladı:
1 Satın almalar için en büyük mülki amirin başkanlığında her ilçe merkezinde ücretsiz olarak çalışacak komisyonlar kurulacak; komisyonlar, ambarları sayarak rapor tutacak,
2 Her ev, birer takım çamaşır, bir çift çarık ve çorap verecek, çok yoksul olanların bu yükümlülüğünü de zenginler karşılayacak,
3 Asker elbisesi yapmaya yarayan bez ve kumaşların ve ayakkabı malzemesinin ve
4 Yiyecek maddelerinin yüzde 40'ına el konacak,
5 Ulaştırma araçlarına sahip olanlar her ay askeri araç-gereçleri 100 km öteye taşıyacaklar,
6 Terk edilmiş mallara el konacak, Bu emirlere uymayanlar, vatan ihaneti suçuyla İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanacaklar

8 Ağustos’ta ise 4 maddeyi daha yayımladı :
1) Halk, elinde bulunan, savaşa yararlı bütün silah ve cephaneyi, savaştan sonra geri almak üzere üç gün içinde hükümete teslim edecek,
2) Benzin, vakum, gres yağı, vazelin, otomobil lastiği, tutkal, telefon makinesi, kablo, tel gibi maddelerin yüzde kırkına el konacak,
3) Demirci, marangoz, dökümcü ve kılıç, mızrak yapabilecek ustaların adları, sayıları, durumları saptanacak,
4) Halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabaları ile kağnı arabalarının bütün donatımı ve hayvanları ile birlikte, binek hayvanları, yük hayvanları, deve ve eşeklerin yüzde 20'sine el konacak
İşte bu “topyekun harp”ti Millet her şeyini seferber ediyordu Ordu kuruluyor ve geliştiriliyordu Bir Millet, varlığı ve hürriyeti için her şeyini ortaya koyuyordu
Ben dahil, Türk ulusunun fertleri, Atatürk hayranları, taraflı konuşabiliriz Onun için sözü bir yabancıya, “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı ünlü kitabın yazarı, hem de hasmımız olmuş bir ulusun evladı Lord Kinross’a bırakmak istiyorum :
…Mustafa Kemal, üzerlerine çöken tehlikeyi, herkesin daha yakından duyması için, her evden birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık da istiyordu
Bu savaş, Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekun bir savaştı :
“Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki her şeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle birbirleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir Bundan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti
Bir Peygamber gibi şu sözleri de eklemişti: “Gelecekteki savaşların yegane başarı şartı da, en ziyade bu söylediğim hususta yer almış olacaktır
Bu gerçeği yıllarca sonra keşfetmiş olan Churchill, Mustafa Kemal'in elinde yeteri kadar deve ve öküz bulunmadığı için, taşıt işlerinde cephedeki erlerin karılarından ve kızlarından nasıl yararlandığını anlatır Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekün gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık, merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları ta Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını, kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu O zaman kadınlar, içindekileri sırtlarına yüklenir ve kilometrelerce taşırlardı Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı
Refet Paşa, Milli Müdafaa Vekilliğine geçmiş, bütün enerjisi ve buluşlarıyla çalışmaya başlamıştı Öküz arabasıyla yapılan taşımayı, yeni bir menzil sistemi kurarak daha hızlı hale getirdi Artık köylülerin alışık oldukları gibi her kasabaya gelince araba değiştirecek yerde, belirli yerlerde öküzler değiştiriliyor ve taşıtlar, doğruca savaş alanına kadar gelebiliyordu Kilimlerden askerlere kaput, gaz tenekelerinden ilaç kutusu yaptırdı Un bulunmazsa, köylülere, değirmenleri tamir edilinceye kadar, buğdayı kaynatarak ya da havanda döverek yemelerini söyledi Çorak yaylada odun bulunmadığından, ahşap evleri yıktırıp, tahtalarını lokomotiflerde yakıt olarak kullandı
Saban demirlerinden kılıç yapılıyordu Ankara'daki demiryolları atölyesi süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kurulmuştu Refet Paşa yurdun en ücra köşelerinden bile orduya asker topluyordu Halk, minarelerden askere yazılmaya çağrılıyordu Orduya katılmak isteyenler çoğu kez haydutların kasıp kavurduğu yerlerden geçerek; yüzlerce kilometre yaya yürümek zorundaydılar Geldikleri zaman da kendilerine verilecek silah bulunmadığı olurdu Bu erlere, cepheye giderken, düşmandan başka, yaralı ve ölülerin silahlarını almaları söylenirdi Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp şiddetli cezalara çarptırılıyor, silah altına yeni sınıflar alınıyor; Adana bölgesinden, Doğu illerinden, Karadeniz' den ve daha başka uzak yerlerden takviyeler getiriliyordu
Türklerin, kendilerini bekleyen önemli savaşa hazırlanmak için ancak üç hafta kadar vakitleri vardı [Sakarya Savaşı] Ankara, bu haftaları endişe içinde geçirdi Sivillerin morali adamakıllı çökmüştü Varlıklı eşraf ve tüccarlar, yanlarına ailelerini ve servetlerini alarak Kayseri'ye göç ettiler Daha başka kimseler de göç hazırlığına girişti, hatta resmi görevi olanlar bile Şehir, asker kaçaklarıyla, boş gezenlerle dolmuştu; Yunanlıların çok yakına geldikleri söyleniyordu; kimsede güven kalmamıştı Kadınlar, çarşafları sırtlarında, yola çıkmaya hazır, sabırla bekliyorlardı Evlerini, barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalacaklar mıydı acaba?
Mustafa Kemal de, şimdi Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa ile birlikte cepheye hareket etti Karargahını Ankara'nın en kilometre kadar güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi Tekrar atına binerken bir sigara yaktı Hayvan, kibritin alevinden ürkerek geri tepince, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer !'
Mustafa Kemal: “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim” diye yanıt verdi
Tedavi için Ankara'ya döndü Fakat yirmi dört saat sonra yine cephedeydi Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu…
Halide Edip bazen bu toplantılarda Mustafa Kemal'i bir roman yazarına benzetirdi O da sanki heyecanlı bir konu üzerinde çalışıyor gibiydi Bu romanın ana konusu savaştı, harita üstündeki iğneler de kahramanları Her birinin özellikleri, genel plana uygun düşmeli ve hikayenin gelişmesine yardımcı olmalıydı Mustafa Kemal, düşmanın kuvvetini de kendi birlikleri kadar yakından inceliyordu Savaşın çok önemli bir anında alınan bir istihbarat raporunda, Yunanlıların kuvvetli bir yığınak yapmış oldukları, Türklerin tuttuğu mevziin savunulmasının güçleştiği ve bırakılması gerekeceği bildirilmişti Mustafa Kemal hemen: “Bana Yunan birliklerinin hareketlerine dair geçen haftaki raporları getirin !” diye, emir verdi Bu raporları bir daha gözden geçirdikten sonra: “Bizim istihbarat yanılıyor !“ dedi “Yenilen biz değiliz, düşmandır !”

Yepyeni bir savaş stratejisi :
Zaman zaman, taktik icabı, askerlik bilimine uygun olarak, geri çekilmeler de yapılıyordu Hatta gereğinde Ankara bile boşaltılabilecekti Ancak Başkomutan gereksiz ve çarpışılmadan geri çekilmeleri affetmiyordu
Mustafa Kemal'in emri altındaki cephe aşağı yukarı yüz kilometre uzunluktaydı Savaşın kritik bir döneminde, kullanılacak taktiği, subaylara şöyle bildirmişti:
“Hattı müdafaa (savunma hattı) yoktur, sathı müdafaa (savunma alanı) vardır O satıh, bütün vatandır Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunmaz Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşmaya devam eder Yanındaki birliğin çekilme zorunda olduğunu gören birlikler, ona uymaz Bulunduğu mevzide sonuna kadar sebat ve mukavemete mecburdur !”
Sakarya Savaşı'nın 5 gününde, 27 Ağustos 1921 de, çarpışmalar şiddetini artırarak devam ediyordu Cephenin sol ucundaki Güzelcekale'nin yüksek tepeleri Yunanlıların eline geçti Türkler, sert bir savunma yaparak adım adım çekildi
Daha önceki günlerde bu yeni stratejiyi geliştiren Mustafa Kemal, Alagöz köyündeki karargahında Yusuf İzzet Paşa'ya, "Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır O satıh bütün vatandır Yurdun her karış toprağı, yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz Her birlik, ilk durabildiği noktada düşmana karşı yeni bir cephe kurup savaşmayı devam ettirir" dedi Daha sonra da bu yeni stratejiyi orduya günlük emirler arasında yayınladı
Mustafa Kemal'in savunma hatları, kısım kısım kırılıyordu Fakat derekap, kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu Böylece Yunanlılar, her ne kadar toprak kazanıyorlarsa da, ilerlemeleri gayet yavaş oluyordu On günlük bir savaş sonunda, topu topu on beş kilometrelik yer kazanmışlardı Papulas'ın hücumda, Mustafa Kemal'in savunmada uyguladığı ilkeleri uygulamasına olanak yoktu Türk hatlarında bir gedik açabilen bir Yunan birliği, durup komşu birliklerin de aynı hatta varmalarını bekliyor (askeri taktik gereği), bu da Türklere takviye alıp toparlanmak için vakit kazandırıyordu
Ancak Türklerin durumu yine de tehlikeliydi Yunanlılar saldırıyı, merkeze doğru yöneltmişken, bir kere daha sola doğru kaydırdılar Hala Türk ordusunu yandan çevirip Ankara'ya doğru yürümeye uğraşıyorlardı Bu cephede bazı ilerlemeler kaydederek Türkleri mevzilerinden çekilmek zorunda bıraktılar Türk Cephesi, şimdi kendi mihveri üzerinde dönmüştü Artık kuzeyden güneye değil, doğudan batıya uzanıyordu Öyle ki, doğu ucundaki Yunan kuvvetleri, Ankara'ya, batı ucundaki Türklerden daha yakındılar
Savunmanın başarısı ve dolayısıyla Ankara'nın korunması, Çal Dağ'ın elde tutulmasına bağlıydı Türklerin esaslı iki savunma mevzii arasında, üç yüz metre yükseklikteki bu geniş ve uzun silsile, Ankara'ya ulaşan tren yoluna ve bütün savaş alanına hakim durumda bulunuyordu Bir sürüngenin sırt kemikleri gibi girintili çıkıntılı olan Çal Dağ, üzerinde gizlenilmesi ve savunulması güç olan bir yerdi Mustafa Kemal: “Çal Dağ'ı almadıkları sürece korkulacak bir şey yok !” diyordu “Ancak, alacak olurlarsa, çok dikkatli davranmamız gerekecek Çünkü kolayca Haymana'yı işgal edebilir ve bizi kapana kıstırabilirler !”
Ankara'dakiler; Çal Dağ düşse de onun arkasında daha bir sürü tepe bulunduğunu düşünerek, kendilerini avutabiliyorlardı İçlerinden biri: “Biz her tepede bu kadar ölü verdirdikten sonra, düşman buraya gelinceye kadar elinde bir avuç asker kalır Onları da sopa ile döveriz !” demişti Ama cephede herkes, durumun çok nazik olduğunu biliyordu
Netice olarak vuruşmalar ve muharebeler kazanıldı Churchill'in özetlediği gibi, “Yunanlılar, kendilerini öyle bir siyasi ve askeri duruma sokmuşlardı ki burada nihai zaferden başka her şey bir yenilgi demekti Türkler içinse, nihai yenilgiden başka her şey bir zafer sayılabilirdi Türklerin başındaki savaşçı başbuğ, bu durumun hiçbir yönünü gözünden kaçırmıyordu
Mustafa Kemal şimdi Fevzi ve İsmet Paşaların önerisi üzerine, Meclis tarafından Müşirliğe (Mareşalliğe) yükseltilmiş ve kendisine ayrıca Gazi unvanı verilmişti Böylece artık rütbesi bulunan bir subay, bir Başkomutan olmuştu
Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya savaşını gösteren bir tablo hediye etti Kendisi, ön planda, yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in “Bu tabloyu kimseye göstermeyin !” demesi üzerine şaşırıp kaldı Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu Mustafa Kemal açıkladı: “Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalır yerimiz yoktu Hepimiz iskelet halindeydik Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz, dostum…”
Buradaki bazı anılar, Halide Edip Adıvar’ın “Türk'ün Ateşle İmtihanı” adlı eserinden alınmış ve Lord Kinross’un kitabında tekrarlanmıştır O Halide Edip ki, romanlarında ve başka kitaplarda anlatıldığı gibi işgal İstanbul’undan Ankara’ya geçmiş, orada Dış İşleri emrinde tercümanlıklar yapmış, Sakarya Savaşı öncesinde “gönüllü er” olarak Batı Cephesi Karargahına katılmış, zaman zaman Kurmay Heyetiyle birlikte cephelerde bulunmuş, Başkomutan’ın otomobilinde birlikte İzmir’e kadar gitmiş ve tabii ki anılarını aktarmıştır Sakarya Savaşından sonra İsmet Paşa tarafından Onbaşı, Büyük Taarruzdan sonra Çavuş yapılmıştır Kendi diktiği özel üniformayı giyerdi

Sonuç :
19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi
1923 yılı ise yeni devletin uluslar arası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü
Lozan Konferansı ve Anlaşması peşinden ismi konulmamış bir yönetimin isimlendirilmesi geldi, Cumhuriyetimiz ilan edildi
Artık eski yıllarda kafada şekillenen ilerleme hamleleri, Erzurum Kongresi sırasında bir gece alınan notlar gerçekleştirilecekti Bu ilginç hikayeyi aktarıp yine çok uzayan yazıyı bitirelim:
Mazhar Müfit Kansu’nun kaleminden okuyalım:
Erzurum Kongresi günleridir Bir sabaha karşı saati Paşa soruyor:
-Mazhar, not defterin yanında mı ?
-Hayır, Paşam
-Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın Al gel
Defter gelince :
-Bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin Sonuna kadar mahrem kalacak Bir ben, bir Süreyya (Yiğit) bir de sen bileceksin Şartım bu
-Emin olabilirsiniz Paşam
-Öyleyse tarih koy !
Kansu, tarihi ve zamanı koydu : 7-8 Temmuz 1919 gecesi, sabaha karşı
-Pekala Yaz ! Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır Bu bir
-İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır
-Üç: Tesettür kalkacaktır
-Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir
Bu anda, gayr-i ihtiyari kalem elimden düştü Yüzüne baktım O da benim yüzüme baktı Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu
Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim
-Neden durakladın ?
-Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim Gülerek,
-Bunu zaman tayin eder Sen yaz dedi
-Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek
-Paşam kafi Kafidedim ve
-Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter ! diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım
Atatürk, zaman zaman Çankaya sofralarında, Kansu’yu bu notları yazdırdığı zaman, kendisini hayalperest olmakla suçladığını söylemiş, şakalaşmıştı Ama daha büyük şakaları da oldu
23-31 Ağustos 1925 arasında Kastamonu’da Şapka İnkılabını (devrimini) ilan etmiş olarak dönüyordu Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum Manzarayı görünce gözlerime inanamadım Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden :
- Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?
İşte, Atatürk bu idi Her zaman kendinden ve milletten emin, planlı, programlı
Ne şerefli, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türk Milletine ait olmak !
Bu şerefli ve övünülecek geçmişi derli toplu aktaran Sayın Özakman’a ve Bilgi Yayınevi’ne yeniden teşekkürler
Son söz :
Bence bir kere daha yazılır veya yayınlanırsa eserin adı değişmeli Bana göre, gerçekten çılgın olanlar, bu topraklara işgalci olarak gelenler ve ikazlara karşın onları gönderenlerdi…


Sayın Turgut ÖZAKMAN üstadımızı tüm Türkiye bilir
“19 Mayıs 1999 - Atatürk Yeniden Samsun’da” isimli 2 ciltlik, duygularımıza tercüman olan kurgu romanını okumamış olanlar, veya “Şu Çılgın Türkler” isimli son romanını okumamış olanlar bile, kendisiyle tanışmışlardır:
TRT Kanalları başta olmak üzere, Milli Bayramlarımızda çeşitli kanallar tarafından yayınlanan “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” adlı TV filmlerinin senaristi de kendileridir Bazı gazeteler tarafından da halka ulaştırılan bu filmler, bir kısım evlerde yerini almıştır
Tüm bu roman ve senaryolarda, yakın tarihimize ait gerçekler, kurgu roman kahramanları da kullanılarak veya yalın olarak, verilmektedir
Yapılan röportajlarda ve söyleşilerde, açıkça sorulmayan bir soruyu, ben burada sormak istiyorum: Aramızda olmayan Atatürk’ü ve Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, en azından bazı bölümleri kurgu olan yapıtlara konu olarak almak doğru mu? Cevabım kocaman ve yüksek sesle EVET !
Atatürk artık uzun süredir aramızda değil, O’nu bir yana bırakın, O’nu görenlerin, yaşayanların pek çoğu aramızda değil Özellikle gençlerimiz için, en küçük yaşlarından itibaren sınıflarda bir mask, okul bahçesinde bir büst, bazı meydanlarda bir heykel, belli günlerde gazetelerde çıkan bazı resimler ve klişeleşmiş cümlelerle veya boyun damarları şişerek okunan bazı şiirlerden, ara sıra anılan bir isimden ibaret
Hemen bütün konuşmacıların, özellikle politikacıların ağzında da, samimiyetsizce anıldığını görüp izliyorlar Kime sorsalar, çok karşı olanlar bile, otomatik bir şekilde “Atatürkçü” olduğunu söylüyor Halbuki bu inanılmaz niteliklere sahip ebedi yol göstericiyi yaşatmamız ve anlamamız gerek Bunun da yolu, insan yönlerini ve fikirlerini öne çıkartarak topluma, özellikle de gençlere ulaştırmaktır
Neler için nasıl hazırlandığını, kimlerle ve nelerle nasıl mücadele ettiğini, neleri yoktan var ettiğini, neleri düşünebildiğini, görüşlerini anlamamız ve aktarmamız gerek Başta Avrupa’lı dediklerimiz bunları bilmedikleri için karşı çıkıyorlar Halbuki daha Erzurum Kongresi günlerinde bile yapacağı devrimleri düşünüp planladığını (Mahzar Müfit Kansu anıları), Avrupa Birliğini 1932 lerde düşündüğünü bilseler, başka türlü bakarlar
Hepimiz öğrenci ve genç olduk, tarih ile ilgili dersleri ve konuları, nasıl zorlanarak atlattığımızı bir hatırlayın Ben kişisel olarak tarih ve coğrafya gibi derslerin ezberlenecek yanlarından (tarihler, yüzölçümleri gibi sayılar, vb) çok sıkılır ve kaçarım Ama keyifle roman okurdum Bu sayede de pek çok tarih ve coğrafya bilgisi ile tanıştım, ilgimi çekenleri daha da ileri seviyede inceledim
Bu günün gençleri, okuma alışkanlığından da uzaklar Görsel ve işitsel yollar onlara yetiyor Bu yüzden, konular ekranlara çıkmasa bile, çizgi roman türü, onlara ulaşmak için özel bir yol Düz yazı ise, mizah baharatıyla süslenince veya hayalleri coşturunca, daha bir okunabilir oluyor
Eldeki bazı kaynaklarda, bir kısmı (artık) pek bilinmeyen, yaşam kesitleri, yaklaşımları ve sözleri var Eski eşinin kardeşine neler diyebildiğini de, yedi yıl önceden yaklaşan büyük savaşı nasıl gördüğünü de, ağzından bir Balkan Birliği sonrası Avrupa Birliği kavramının da nasıl döküldüğünü, hem de belgeleyerek bilebiliyoruz
Bu ve benzeri bilgilere dayanarak kurgu bir yaşam ve olaylar kesiti yaratmak zor olmasa gerek Okunabilir olması, biraz dil ve üslup, yani beceri konusu olduğu kadar, kabul edilir olması da bir iyi niyet ve sadakat sonucu oluyor Zaten bütün
anlatımlar, konusu ne olursa olsun böyle değil mi ?
Atatürk’ü bir romanda ele almaya cesaret etmek, kabul ederim ki çok iddialı bir iştir Doğru işlenmesi gereken bir çok ince nokta vardır Atatürk Yeniden Samsun’da kurgu romanından bir örnek:
Hemen ilk sayfalarda yer alan, Canan Yücel ve Mina Urgan’ın dahil oldukları bir grubun, kendilerini bir odada bekleyen Atatürk’ü ziyaretleri var Yazar, onları karşılamak için Atatürk’ün ayakta beklediğini yazmış Bilebildiğimiz kadarıyla, aralarında hanımların ve sanatçıların olduğu bir grubu, bu büyük insan ayakta karşılardı Bu gibi üstün ve ince yanlarını vurgulayarak, O’nu her yönüyle ve daha iyi tanıtabileceğimize inanıyorum
Çok az kaldılar, ama zaman içinde, kendisini bizzat gören, kısa süre de olsa muhatap olan bazı büyüklerimizden, hep böyle insan ve uygar yanlarını duyduk, gençlere ve çocuklara sevgisini öğrendik Yabancı ve tarafsız yazarlardan da, satır aralarına dikkat ederek, bazı özel yönlerini keşfedebiliyoruz Mesela Armstrong’un Bozkurt kitabından, Çankaya’daki ilk evinin çalışma odasında, başının üzerinde bir dini yazı (belki Maşallah, belki bir dua, o belli değil) asılı olduğunu, bunun altında çalıştığını öğreniyoruz Çocukluğunda Atatürk’ü görüp konuşup iznini alarak fotoğraflarını çeken bir kıymetli büyüğümüz, “Atatürk ve Din” konulu yazı ve konuşmasını hazırlarken, bu tip bazı bilgiler, kim bilir ona ne kadar yararlı olurdu
Atatürk ve Eşi Latife Hanım’ın kısa evliliklerinin romanını yazan İsmet Bozdağ, eldeki pek az veri ve ifadeden yola çıkarak Fikriye ile Atatürk’ün olası evliliklerini roman haline getiren Hıfzı Topuz, 1999 yılı 19 Mayıs’ında Atatürk’ü tekrar Samsun’a çıkartıp sonra da Ankara’ya getirten, televizyon konuşmaları yaptıran Turgut Özakman, bu anlayışta öncülük edip, yeni ufuklara doğru koşanlar, Ebedi Önder’imizi samimiyetle tanıtarak fikirlerini yeniden 1920lerin 1930ların heyecanlarıyla hatırlatanlar
Bu kurguların esas amacı, samimiyetle bazı şeyleri canlandırıp hatırlatmak:
Atatürk ölmedi, bizler yaşayıp O’nu ve fikirlerini yaşattığımız sürece de ölmeyecek En büyük eseri olan Cumhuriyetimiz de ilelebet yaşayacak
Bu cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, temelindeki harçları ve taşları öğrenmek ve anlayabilmek için, kendisi için “Türk’üm !” diyen herkes, Türkleri tanımak isteyen tüm dostlar, “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” isimli kitabı okumalı ve okutmalıdır Keşke bir an önce yabancı dillere de çevrilse !
Şimdi kitaptan bazı alıntıları görelim (Sayın Yazar ÖZAKMAN ve değerli yayınevi BİLGİ Yayınevine, eserin hazırlanıp yayınlanması ve nazik yaklaşımları ile ilgili tekrar teşekkürlerimizle)
Kitabın bütününde deniz ile ilgili az bölüm vardır Sitemiz “Denizce” olduğu için, alıntıları bunlardan derledik :

AKDENİZ GÜNEŞİNDE yıkanan Sakız Adası'nın kuzeyindeki Kardamilla Köyü, sabahleyin telaşlı çan sesleriyle çalkalanıyordu
Evinin taş duvarı dibine çömelmiş, kemiklerini ısıtan Dimitri Baba (1) irkildi Vakitsiz çan çaldığına göre mutlaka biri ölmüş olmalıydı Doğrulmak istedi ama bacakları öyle tatlı uyuşmuştu ki caydı, "Ben iyi ki yaşıyorum" diye geçirdi içinden Bu yıl toprak erken uyanmış, ağaçlar çok çabuk donanmıştı Ayaklarının dibinden yavru bir kertenkele aktı Hava reyhan kokuyordu Birinin geçtiğini görünce seslendi :
"Kim ölmüş?"
"Hiç kimse Bütün gençleri askere alıyorlar:”
Kuru ceviz kabuğu gibi buruşuk yüzünü uğuşturdu, "Doğru bilmişim” dedi kendi kendine, "işin ucunda yine pis ölüm var:”
Birçok genç gibi Dimitri Baba'nın torunu Panayot (1) da asker olacaktı

(1) Dimitri Baba ve torunu Panayot, romandaki kurgu kişilerdendir

İNEBOLU MEVKİ KOMUTANI Yarbay Nidai yerinden fırladı :
"Ne diyorsun?”
Limanın sığlığı yüzünden İnebolu'nun açığında demirleyen Remo adlı İtalyan gemisine çıkan denetim subaylarından biri, telaşla geri dönmüş, gemide Veliaht Abdülmecit’in oğlu, Vahidettin'in damadı Şehzade Ömer Faruk'un bulunduğunu bildirmişti
"Ankara'ya gidecekmiş
"Ankara mı çağırmış ?"
"Hayır !"
"Yalnız başına mı gelmiş ?"
"Albay Kel Asım Bey'le birlikte:”
Yarbay Nidai Ömer Faruk'u, göğsü dekoratif nişanlarla dolu fiyakalı fotoğraflarından tanır ve can pazarından gelmiş bütün subaylar gibi gülünç bulurdu Her şey az çok yoluna girdikten sonra, bu delikanlının çıkıp gelmesi midesini bulandırdı Bilmediği yeni bir durum olduğunu düşünerek, Şehzade'nin karaya inmesine izin verdi ve durumu Ankara'ya telledi
Belediye Başkanı Hüseyin Kaşif Bey, Şehzade ile Albay Asım Gündüz'ü (sonradan yeniden ve tek başına geldi ve Batı Cephesi Kurmay Başkanı oldu AS) eve yemeğe davet etti Subayların katılmadığı yemek soğuk geçti Ankara'nın cevabını beklemek için yemekten sonra bahçeye indiler Kahvelerini içtikleri sırada bir inzibat eri göründü Elinde bir telgraf vardı Selam verip Ömer Faruk'a uzattı Telgraf M Kemal Paşa'dan geliyordu ve şöyle bitiyordu:
"İstanbul'a dönmeniz ve hanedanın bütün üyelerinin hizmetlerinden yararlanılacağı güne kadar orada kalmanız rica olunur:”
Şehzade ve Albay Asım, akşam İnebolu'ya uğrayan bir gemiyle İstanbul'a yolcu edildiler Şehzadenin geri gönderilmesine, İnebolu'da, birkaç yaşlı Hürriyet ve İtilaf Partiliden başka kimse aldırmadı

Alıntı Yaparak Cevapla