Yalnız Mesajı Göster

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sarayları


Büyük Saray (Eminönü)

000 m2’lik alanı Bizans’ın Büyük Sarayı kaplamıştır Burada birbirlerinden ayrı olarak Bukaleon, Hormistas, Mangan ve Dafne gibi küçük saraylar yaptırılmıştır

Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir

İstanbul’daki Bizans İmparatorluk sarayları ile ilgili bilgiler İmparator VI Constantinos Porfirogennetos’un (913–959) Törenler isimli kitabından öğrenilmektedir Bunun yanı sıra AMortmann, ADethier, JEbersolt, EMaumbory, ThWiegand gibi araştırmacılar bu bilgilerin ışığı altında yaptıkları kısa süreli sondajlarla Büyük Saray’ı tanıtmaya çalışmışlardır

İngiltere’nin Edinburg’taki StAdrews Üniversitesi adına DrDRussel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında ProfDr JHBaxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saray’a ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır Alman mimarlarından GMartiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur Çalışmalar 3500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m uzunluğunda, 1650 m genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür

II Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır ProfDrDTalbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 mlik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır

Bizans İmparatorluk Sarayı’nın İstanbul’un arkeolojisine açıklık getirmesi yönünden büyük önemi vardır Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı

Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir IIustinianus (527-565), IIIustinos (565-578), VConstantinos (741-775), Teophilos (829-842), IBasileios (867-886) ve VI Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu

Sarayın görkemli girişini IConstantinius yaptırmıştır Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında IConstantinius’un salonu bulunuyordu İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır IITheodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir

Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır Sarayın bu bölümleri XX yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir

Saray IIIustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki StVitale ile Sergios Bacus’a benziyordu İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır Bunun ardından VConstantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, IBasileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır VII Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir

Bizans imparatorlarının IV-IX Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır

İstanbul’u Latinlerden geri alan VII Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır

İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir

İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır XVII yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır Sultanahmet’teki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur

Büyük Saray’a ait bazı kalıntıların olduğu yerde mozaiklerin ortaya çıkması üzerine bu bölüm “Mozaik Müzesi” ismi altında 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır Günümüzde bu müzenin ismi “Büyük Saray Mozaikleri Müzesi” olarak değiştirilmiştir


Mangana (Manganlar) Sarayı (Eminönü)



Mangana Sarayı başlangıçta İmparator IMihael’in (811–813) IX yüzyılda burada yaptırdığı bir köşk ve ona bağlı yapılardan oluşmuştur İmparatorun oğlu İgnatios burada yaşarken İmparator IBasileios (867–886) onu buradan çıkarmış ve patrik yapmıştır Bundan sonra saray kendi haline terk edilmiştir Bizans İmparatorları X-XI yüzyıllarda Büyük Sarayın yerine Mangana Sarayını tercih etmişlerdir Bu arada Mangana Sarayı Bizans’ın gözden düşen saray mensuplarının hapsedildiği bir yer konumuna gelmiştir

XII yüzyıldan sonra, büyük olasılıkla IIİsakion Angelos (1185-1195) zamanında saray yıktırılmış ve taşları başka yerlerde kullanılmak üzere sökülmüştür İstanbul’un fethinden sonra bazı kalıntılarının ayakta kaldığı kaynaklardan öğrenilmektedir Tarihçi Dukas’ın yazdığına göre, fetihten sonra bu sarayın kalıntılarının olduğu yere dervişler yerleşmiş ve burası bir dergâha dönüşmüştür Topkapı Sarayı’nın yapımı ile birlikte sarayın bulunduğu alan Sur-u Sultani ile çevrilmiş ve saray Topkapı Sarayı’nın sınırları içerisinde kalmıştır

IDünya Savaşı’nda İstanbul’un işgalinde Fransız birlikleri sarayın bulunduğu yerdeki askeri depolara el koymuşlar, buradaki sarayın mahzenlerinden ve sarnıçlarından yararlanmışlardır RDemangel ve EMambory sarayın kalıntılarını incelemişler ve planlarını çizmişlerdir Fransız işgal ordusunun 1923’te İstanbul’dan ayrılmasından sonra bu mahzen ve sarnıçlar kendi haline terk edilmiştir

RDemangel ve EMambory’nin Manganlar Sarayı ile ilgili verdikleri bilgilere göre; Mangana Sarayı’nın alt yapısına ait olduğu sanılan büyük bir mahzen ile askeri depolara kadar uzanan saray İncili Köşk’e kadar uzanıyordu Buradaki 65x40 m genişliğindeki dikdörtgen planlı bir mekân olup, içerisinde paye ve sütunlar bulunuyordu Bu mekânın yanlarında da onları tamamlayan daha dar mekânların izlerine değinilmiştir Bütün bu bölümlerin izleri kubbeli tonozlarla örtülmüştü

Mangana Sarayı olarak tanımlanan bu yapının beş katlı olduğunu İmparator IAleksios’un kızı Anna Komnena yazmıştır Onun söylediğine göre, sarayın son derece muhteşem bir görünümü vardı Mangana Sarayı ile ilgili bunun dışında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır


Tekfur Sarayı (Fatih)

Halk arasında bu saraya Tekir Sarayı ismi de yakıştırılmıştır

Büyük Sarayın XII Yüzyıldan sonra terk edilmesi ve yıkılmaya bırakılmasından sonra Tekfur Sarayı önem kazanmıştır Saray eski sur duvarı ile Theodosios surları arasında üç katlı olarak kesme taş, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır Sarayın alt katında ikiz olarak düzenlenmiş dört kemerle önündeki avluya açılan 17 m uzunluğunda yüksek bir bodrumu bulunmaktadır Bu bölümde yapılan araştırmalarda iki dizi halinde sütunların on iki bölüme ayrıldığı kalıntılarından anlaşılmaktadır Üst katlarla bu bölüm arasındaki mimari uyumsuzluktan alt katın daha erken dönemde yapılmış bir yapıya ait olduğu anlaşılmaktadır Bu bodrumun üzerindeki birinci kat avluya açılan kemerli pencerelerle aydınlatılmıştır Büyük kemerler içerisinde olan bu pencerelerin iç tarafında, iki yanlarında nişler bulunmaktadır Buradan bir rampa ile çıkıldığı sanılan 2400x1100 m ölçüsündeki üst katın dört duvarına da pencereler açılmıştır Ahşap döşemeli olduğu sanılan bu kat sarayın en görkemli bölümüdür Bu bölümün doğu-güney köşesinde bulunan sura ait burcun üzerindeki mermer konsollar bir balkonun varlığına da işaret etmektedir Nitekim bu balkon Piri Reis’in İstanbul minyatüründe de görülmektedir Güneye bakan cephenin ortasında şahniş şeklinde bir çıkma bulunmaktadır Aynı zamanda burada küçük bir şapele de yer verilmiştir



Sarayın şehre yönelik güney cephesi bezemesiz kesme taştan yapılmıştır Yalnızca üst kattaki pencerelerin kemerleri taş ve tuğladan süslemelerle hareketli bir görünüme sokulmuştur Avluya yönelik cephe ise tuğla ile bezenmiştir Böylece Tekfur Sarayı’nın asıl cephesinin avluya bakan cephe olduğu anlaşılmaktadır Burada beyaz taş ve kırmızı tuğlalar bir arada kullanılmıştır İki katı birbirinden ayıran friz ile kemer aralarındaki üçgen yüzeyler taş ve tuğlaların meydana getirdiği geometrik motifler şeklindedir Kemerlerin etrafında küçük süs çömleklerinin harç içerisine yerleştirildiği de izlerden anlaşılmaktadır

Tekfur Sarayı tek başına bir yapı olmayıp, sur boyunca uzanan bir saray topluluğunun bir bölümüdür Nitekim bunun kuzeyinde 30–40 m uzaklıkta bir başka pavyonun muntazam taş ve tuğla dizili cephe kalıntıları görülmektedir

Tekfur Sarayı İstanbul’un fethinden sonra çeşitli amaçlarla kullanılmıştır XVI yüzyıl Piri Reis İstanbul resminde, Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasında da sarayın sağlam bir halde olduğu, üzerinin çift meyilli bir çatı ile örtülü olduğu resmedilmiştir Ancak bu dönemde bu sarayın ne amaçla kullanıldığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır

Tekfur Sarayının bulunduğu yerde İznik’ten getirilen ustalar 1718-1719’da çini yapım merkezi kurmuşlardır Bu imalathanede yapılan çiniler Osmanlı çini sanatında Tekfur Sarayı Çinileri olarak tanınmıştır Kalite olarak XVI yüzyıl çinilerinden daha aşağı düzeydeki bu çiniler İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılan camilerde kullanılmıştır

yüzyıl başlarında burada bir şişehane açılmış, daha sonra Musevilerin toplu olarak oturdukları mesken konumuna gelmiştir

XX yüzyılın başlarında dört duvarı ayakta olan Tekfur Sarayının yıkılmasını önlemek için avlu cephesini taşıyan sütunları demir dikmelerle desteklenmiştir 1955–1970 yılları arasında yapılan onarımlarda bu demirlerin yerlerine mermer sütunlar konmuş ve duvarların yıkılması önlenmiştir

Bu dönemde saray Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş, Ayasofya Müzesi Müdürlüğü’nün denetimine bırakılmıştır Günümüzde Fatih Belediyesi’nin kontrolünde yeni düzenlemeler yapılmakta, yeni bir fonksiyon verilmeye çalışılmaktadır


Brias Sarayı (Maltepe)

İstanbul ili Maltepe ilçesi, Küçükyalı’da bulunan Brias Sarayı’nın ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanamamıştır Bazı kaynaklar sarayın ITiberios Constantinos (578–582) ve Mavrikios (532–602) dönemlerinde 532 yılında yapıldığını belirtmişlerdir Büyük olasılıkla o tarihlerde basit bir av köşkü olarak yapıldığı sanılmaktadır

Sarayın yapımında o bölgede bulunan antik çağa ait bir mabedin taşlarından yararlanılmıştır Sarayın yakınına sonraki yıllarda Satiros Manastırı yapılmıştır Bu sarayın bulunduğu yerde İmparator Teofilos zamanında yapılmış üç nefli bir kilise olduğu da bilinmektedir

Brias Sarayı’nın yerini Bizans sanat tarihçileri araştırmış, Maltepe’nin doğusunda, Dragos Tepesi’nde araştırmalar yapmışlardır Küçükyalı’da bulunan kalıntıların Brias Sarayına ait olduğu sanılmaktadır Ancak burada yeterli bir arkeolojik kazı yapılmamıştır

Günümüze gelen kalıntılardan dikdörtgen planlı, içerisinde üç sıra halinde sütun dizisi bulunan bir avlu ile dört payenin taşıdığı üzeri tonozlu, kare bir bölümden olduğu sanılmaktadır Bununla beraber saray ile ilgili bilgiler, bulunan kalıntının saraya ait olup, olmadığı konusu da kesinlik kazanamamıştır


Eski Saray (Eminönü)

Araştırmacılar tarafından sarayın bulunduğu alanda bir manastır kalıntısının veya senatonun kalıntılarının bulunduğu iddia edilmiştir Ancak bu iddialar yeterince aydınlatıcı değildir

Osmanlı kaynaklarından Edirneli tarihçi Ruhi Edrenevi’nin belirttiğine göre sarayın mimarı, Edirne’de Üç Şerefeli Cami ile Edirne Sarayı’nı yapmış olan Musliheddin’dir

Bizans tarihçisi Dukas Fatih Sultan Mehmet’in şehrin ortasında bir saray yaptırmak istediğini belirtmiştir Sarayın yapımı 1458’de tamamlanmıştır Bahçe içerisindeki sarayın iyi korunmuş bir harem dairesi ile padişah ve içoğlanlar için kasırlar, köşkler, idari yapılar ile vahşi hayvanların bulunduğu av sahalarından oluşmuştur

Tarihçi Dukas saray bahçesinde ITheodosios’un diktirmiş olduğu, spiral süslemeleri olan anıtsal bir sütundan da söz etmektedir Bunun yanı sıra saray duvarlarının bir mil uzunluğunda olduğunu, duvarlarda dört adet kapı bulunduğunu da belirtmiştir Bu sarayda içoğlanı olarak yaşamış Giovantonino Menavino, burada 25 yapının olduğunu, bahçesinde deve kuşlarının, tavus kuşlarının ve diğer egzotik kuşların dolaştığını yazmıştır Bunun yanı sıra Eski Saray ve etrafını kuşatan bahçe duvarları 1479’da yapılmış Giovanni Andrea Vavassore’nin haritasında da görülmektedir Ayrıca Matrakçı Nasuh’un Beyan-ı Menazil’indeki İstanbul tasvirinde şehir içerisindeki konumu açıkça belli olmaktadır

Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra İstanbul’un fethinden sonra yapılan bu ilk saray “Saray-ı Atik” ismini almıştır Topkapı Sarayı’na da Saray-ı Cedid ismi verilmiştir

Eski Sarayın yapımının bitiminden sonra, 1458’de Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nı yaptırmaya başlamıştır Bazı iddialara göre de Topkapı Sarayı başlangıçta yalnızca devlet yönetimine ayrılmış olup, içerisinde harem dairesi bulunmuyordu Topkapı Sarayı’nda harem dairesi Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) eşi Hürrem Sultan’ın padişahın yanında olmak istemesinden ötürü XVI yüzyılın ortalarında yapılmıştır

Eski Sarayda yaşayan kalabalık bir saray mensubu bulunuyordu Eski Saray 1541 yılında yanınca burada yaşayan harem halkı Topkapı Sarayı’na taşınmıştır Bundan sonra da Eski Saray gözden düşmüş, yaşlanmış, cariyelerin yanı sıra ölen padişahın annesi, kadınları ve kızları yaşamaya başlamıştır Burada yaşayan Kadınefendi’lerin erkek çocuklarından birisi Osmanlı tahtına çıktığında burada yaşayan padişah annesi de Valide Sultan olarak Topkapı Sarayı’na dönerdi

Yalnızca Vavassore haritası ile Diliçh haritalarında avluya hâkim bir hünkâr dairesinin resmi görülmektedir Evliya Çelebi ile Michel Baudier sarayın dört köşeli, 12 bin arşın uzunluğunda bir sur ile çevrili olduğunu belirtmiştir Evliya Çelebi saray çevresinde yeniçeri ağası Lala Mustafa Paşa, Piri Mehmet Paşa ve Esma Sultan saraylarının bulunduğuna da değinmiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

”…Burçsuz, duvarsız, dişsiz, kalesiz ve hendeksiz bir surdur Ama gayet sağlam yapılıp bütün duvar üzeri mavi kurşun ile örtülüdür O zamanlar çepeçevre ölçüsü 12 bin arşın idi Dört köşeli bir binadır Bir tarafı Sultan Beyazıt Kazancıları köşesinden Misk-i Sabunu Kapısına kadar, bir köşesi Talak Mustafa Paşa Kapısında son bulurdu Oradan bir tarafı Küçükpazar Seddi ve sarnıcı üzere bitmişti Halen Yeniçeri Ağası sarayı ve Siyavuş Paşa sarayının yeri, meskür eski saray yerinde idi Bir köşesi tâ Tahtakale üstündeki sedden geçip yine kazancı tüccarları köşesine gelinceye kadar muazzam bir saray yaptırmıştır Daha sonra Sultan Süleyman bu eski sarayı 3 mil kuşatır bir saray yapıp, 3 kapı koydu Divan Kapısı doğuya, Beyazıt Kapısı güneye, Süleymaniye Kapısı batıya bakar Bu sarayın dışında Süleyman Han, Belgrat ve Malta ve Rodos fethi malından Süleymaniye Camisini yaptı ve medreseler ve darülhadis, darülkurra, ebced okuyan çocuklar okulu ve bir sultan çarşısı, düğmeci ve kuyumcular çarşısı yaptırdı Mahbul Siyavuş Paşa’ya bir muazzam saray ve yeniçeri ağalarına mahsus bir eski saray ve Lala Mustafa Paşa için ve Karamanlı Piri Mehmet Paşa için birer saray ve Gebze’de cami sahibi Mustafa Paşa’ya ve kızı İsmihan Sultan’a da birer saray ve cami hizmetlileri için bir tane oda yaptırıp eski sarayın dört tarafını umumi yollarla çevirtti Halen hiçbir tarafa bitişiği olmayan muazzam bir saraydır Yukarıda yazılan vezirler sarayları ve imaretler tamamen bu eski sarayın bulunduğu yere yaptırılmıştır

Eski Sarayın surları üzerinde kule olmaması dikkati çekmektedir Saray 1550 ve 1517 yıllarında yanmış, yeniden yaptırılmıştır Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılması ile Eski Saray Bab-ı Seraskeri’ye tahsis edilmiştir Burada yaşayan kadınlar ise Topkapı Sarayı ile Eyüp’teki Çifte Saraylar’a götürülmüşlerdir


Kavak Sarayı (Üsküdar Sarayı) (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesinde, Harem ile Salacak iskeleleri arasında bulunan bu saraydan günümüze hiçbir iz gelememiştir İstanbul’un fethinden sonra yapılmış olan Eski Saray ve Topkapı Sarayından sonra Osmanlıların yapmış olduğu üçüncü büyük saraydır

Üsküdar Sarayı XVI yüzyılda yapılmış, XVIII yüzyılın sonlarına doğru da ortadan kalmıştır Bu saray ile ilgili bilgiler arşiv belgeleri, gezginlerin notları ve birkaç gravürden öğrenilmektedir Kavak Sarayı ile Üsküdar Sarayı’nın aynı saray olup, olmadığı da zaman zaman tartışılmıştır Büyük olasılıkla bu saray Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) döneminde yapıldığı sanılmaktadır

Arşiv belgelerinde Mimar Sinan’ın Sultan II Selim (1566–1574) ve Sultan III Murat’ın (1574–1595) burada birer köşk ve hamam yaptırdığı, Sultan I Ahmet (1603–1617) döneminde de Kavak Sarayı’na bir mescit eklediği yazılıdır Sultan IV Murat (1623–1640) döneminde saray onarılmış ve buraya bazı ilaveler yapılmıştır Yine arşiv belgelerinde tam teşkilatlı bir Osmanlı sarayı olduğu da belirtilmiştir

Sultan III Selim (1789–1807) burada bir Bostancıbaşı kışlası yaptırmış, 1794 yılında da bu saray yıkılmış, içerisindeki bazı mermerler Topkapı Sarayı’na götürülmüş, bazıları da Selimiye Kışlası’nın yapımında kullanılmıştır Bundan sonra Kavak Sarayı’nın arazisinin büyük bir kısmına çeşitli askeri yapılar yapılmıştır

Kavak Sarayı’nı gösteren en önemli belgelerden birisi de GJGrelot’nın yayınlamış olduğu Relation Nouvelle d’un Voyage a Constantinople isimli kitaptaki iki gravürdür Bu gravürlere göre deniz kıyısına inen kayalıklar üzerindeki bir duvarın arkasında, ağaçların arasında dört ayrı yapı görülmektedir Bunlardan kuzeydeki yapı büyük olasılıkla Revan Köşkü olarak isimlendirilen revaklı yapıdır Bu yapı sekizgen planlı, kubbelidir Bunun dışında kalan köşkler büyük olasılıkla harem ve hizmet binalarıdır

Osmanlıların bu sarayı yazlık olarak kullandıkları sanılmaktadır Bunun yanı sıra Doğuya sefer düzenlendiğinde de bu sarayın başlangıç noktası olduğu sanılmaktadır


Davutpaşa Sarayı (Güngören)

İstanbul ili Güngören ilçesinde, Davutpaşa Sahrası denilen Çırpıcı ve Haznedar dereleri arasındaki tepenin doğu yamacında, Edirne eski kervan yolunda bulunan bu sarayı Sultan II Beyazıt (1481–1512) döneminde Sadrazam Davut Paşa yaptırmıştır Davutpaşa Sahrası’ndaki sarayın yakınında XIX yüzyılda Davutpaşa Kışlası yapılmıştır

Davutpaşa Sarayı etrafı duvarlarla çevrili geniş bir alan içerisinde çeşitli köşkler, daireler, geniş bir havuz, mescit, hamam ve hizmet binalarından meydana gelmiştir Bu saraydan günümüze yalnızca Davutpaşa Kasrı olarak bilinen yapı ile Sancak Köşkü denilen bir diğer yapının kalıntıları gelebilmiştir Sarayı oluşturan yapıların büyük bir kısmı XVI yüzyılın sonlarına doğru yıkılmıştır

Osmanlı devleti Batı’ya doğru sefere çıktığında bu sarayın çevresinde ilk konaklama yapılırdı Burada ordunun son teftişi, yoklamaları yapılır ve sefer yürüyüşü de buradan başlardı Sefere katılacak eyalet askerleri bundan sonraki konak yerlerinde sefere çıkan Kapıkulu asker ocaklarına katılırlardı Padişah sefere çıkmıyorsa orduyu buradaki saraydan uğurlar, dönüşünde de burada karşılardı Davutpaşa Sarayı’nda seferden dönen orduyu karşılayan son padişah Sultan IV Mustafa olmuştur

Davutpaşa Sarayı eski kaynaklarda Taş Köşk veya Taş Kasır isimleri ile geçmiştir XVI yüzyılda yeniden yapıldığı konusunda bir arşiv belgesine rastlanmıştır Buna göre kasır, Sultan III Mehmet (1595–1603) zamanında Hassa Başmimarı Dalgıç Ahmet Ağa tarafından yaptırılmaya başlanmıştır Sultan III Mehmet’in 1603 yılında ölümünden sonra da kasrı Sultan I Ahmet (1603–1617) tamamlamıştır Saray en parlak dönemini Sultan IV Mehmet (1648–1687) zamanında yaşamıştır Başlangıçta padişahların kısa bir süre kalması için yapılmışsa da bu yıllarda Osmanlı padişahları uzunca bir süre burada yaşamışlardır Sultan IV Mehmet 1652 yılında buraya bir mescit yaptırmış, daha sonra bu mescide minber konulmuş, minare de eklenerek camiye dönüştürülmüştür

Davutpaşa Sarayının bazı bölümlerinin 1725 yılında yıkıldığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır Bu yapıların taşları Bakırköy Baruthanesi’nin onarımında kullanılmıştır Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze kalan kasır, muntazam kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır Batısında iki yana doğru taşkın bir bölüm bulunmaktadır Alt katta girişi sağlayan iki kapısı vardır Bu kapı baklava başlıklı, tek sütunun taşıdığı iki sivri kemerden meydana gelmiş bir giriş eyvanı biçimindedir Kasrın girişi tam eksende olmayıp sağ taraftadır Alt kattaki ana mekân 1050x1050 m ölçüsünde kare planlı olup, üzeri kâgir kaburgalı çapraz bir tonozla örtülmüştür Kasır iki sıra halindeki pencerelerle bol ışık alacak şekilde aydınlatılmıştır

Girişin sağındaki duvarda bir ocak ve bunun üzerinde de Sultan I Ahmet’in manzum kitabesinin yazılı olduğu bir çeşme bulunmaktadır Alt katın doğusunda bulunan ve ana mekândan büyük sivri bir kemerle ayrılan çıkıntı zeminden biraz daha yüksektedir Her iki mekân üzerinde kum saati bulunan sütunçelerin taşıdığı kemerle ayrılmıştır Merdivenle çıkılan üst kat ana mekâna girişi sağlayan kemerli eyvanlar halindedir Ana mekân alt katta olduğu gibi iki sıralı pencerelerle aydınlatılmıştır Üzeri pandantifli 10 m çağında, sekizgen kasnaklı büyük bir kubbe ile örtülmüştür

Günümüze gelebilen kalıntılardan kasrın son derece güzel bir bezeme ile süslendiği anlaşılmaktadır Ancak XX yüzyıldan bu yana kötü kullanımlar nedeni ile bu bezemelerin büyük kısmı yok olmuş kalanlar da özelliğini yitirmiştir Sarayın İznik çinileri ile bezenmiş olduğu günümüze gelen izlerden ve belgelerden anlaşılmaktadır

Davutpaşa Sarayı’nın yakınında bulunan, Sancak Köşkü olarak isimlendirilen yapının kalıntılarından oldukça muntazam taş döşeli olduğu anlaşılmaktadır Yüksekçe bir set üzerindeki bu köşk iki oda ve bu odalar arasında bağlantıyı sağlayan bir dehlizden meydana gelmiştir Bu köşkün arşiv kayıtlarına dayanılarak üzerinin geniş bir saçakla örtülü olduğu sanılmaktadır

Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze gelen kasır 1938 yılında YMimar Sedat Çetintaş tarafından araştırılmıştır Bu yapının restorasyonu 1957 yılında yapılmıştır


Topkapı Sarayı (Eminönü)

Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir

Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir Çevresi kısmen surlarla çevrilidir Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur

Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır

Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır IAvlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi

Babüs-Selam denilen orta kapı ve Divan Meydanı’ndan itibaren asıl saray başlamaktadır Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir Yaklaşık 110x170 m ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı

Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı Bu terasta XVII yüzyılın ilk yarısında Sultan IV Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir

Avluya geçişi sağlamaktadır Bu kapı Birun ile Enderun’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir

Bu kapı değişik dönemlerde çeşitli adlar almıştır Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir Enderun ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur Bu mimari görüntü XVIII yüzyın ikinci yarısında Sultan III Mustafa döneminde yapılmıştır Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır II Mahmut’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX yüzyılda II Mahmut zamanında (1808–1839) yenilenmiştir

Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümayun burada törenle teslim edilirdi Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir

Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV-XVI yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir

Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi

Murat (1623–1640) tarafından h1049 (1639) yılında yaptırılmıştır Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir Köşkün etrafını 22 sütunun taşıdığı bir revak çevirmektedir Ahşap çatılı köşkün cephesi dıştan alt kat pencerelerinin bitimine kadar renkli mermerlerle kaplanmıştır Bunun üzerindeki duvarlar çatıya kadar çini kaplıdır Dışarıya doğru iki balkonu olup, bunlardan biri Haliç’e diğeri de Boğaz’a bakmaktadır

Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakari tezyinat ile bezenmiştir Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır

Havuzlu Taşlık üzerinde bulunan Revan Köşkü Sultan IV Murat tarafından h1045 (1635) yılında yaptırılmıştır Bağdat Köşkü’nün küçük bir örneği olan bu köşk sekizgen planlı ve tek bir odadan meydana gelmiştir Çevresi revaklı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür Bu köşk Hırka-i Saadet Avlusunun revakı önüne yapıldığından ötürü buradaki sekizgen plan rahat biçimde uygulanamamıştır Bu nedenle de kenarlar üzerinde yer alması gereken çıkıntılardan biri burada kullanılmamıştır Bunun yerine içeride bir bakır üzerine altın yaldızlı ocak yapılmıştır Köşkün pencereleri altlı üstlü iki sıra halinde olup, alttakiler dıştan demir parmaklıklı, içtekiler sedef ve bağ kakmalı kapaklarla örtülüdür Üst sıra pencerelerde beyaz camların aralarına kırmızı, mavi, yeşil camlar yerleştirilmiştir Duvarlar renkli mermer levhalarla, bunların üzeri kubbe eteğine kadar mavi-beyaz çinilerle kaplanmıştır Köşk içerisinde bulunan bronz mangal Fransa Kralı XV Lui tarafından Sultan IMahmut’a gönderilmiştir Bu mangal devrin ünlü bronz ustalarından Duplesiss’in eseridir

Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık Odası olarak da geçmektedir Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi

Revan Köşkü’nün bulunduğu havuzlu taşlıktan iki merdivenle Lale Bahçesi’ne inilir Lale Devri’nde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682’de burada kabul edildiği yazılıdır Köşk Lale Bahçesi’ni daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Bey’in Hilye’sinden alınma beyitler yazılmıştır

Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir Yanındaki Sofa Camisi’nin kitabesinden h1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır

Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır

Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır Dış cephe duvarları XIX yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır

Topkapı Sarayı’nın Harem bölümü Babüs-Selam kapısından girilen ikinci avlunun (Birun) sol tarafından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içlerine kadar uzanmaktadır Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır

Günümüzde Harem’e Arabalar Kapısı’ndan girilmektedir Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III Murat’ın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır Arabalar Kapısı’ndan Harem’in asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Harem’in giriş kapısı bulunmaktadır Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı’na uzanmaktadır

Arabalar Kapısı’ndan kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir Buradaki dolaplarda Kızlar Ağası’nın evrakları korunurdu

Duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamber’in cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’daki Kılıç Kuşanma Töreni’nden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir Meşkhane Kapısı’nın karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır Kulenin ikinci katı XVIII yüzyıl üslubunda yapılmıştır

Şadırvanlı Taşlık’taki Meşkhane Kapısı’ndan üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidi’nin holüne geçilmektedir Mescidin duvarları XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebi’ne geçilmektedir Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşu’na girilmektedir Her ikisi arasındaki duvar XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir

Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır Sol taraftaki odaların duvarları XVII yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir

Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Harem’in ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağa’ya aittir Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir

Karaağalar Koğuşu’nun ikinci katında orta sınıftaki Karaağalara, üçüncü katında Haslılara, dördüncü katı da Acemilere ayrılmıştır Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı

Karaağalar Koğuşu’nun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır Kızlar Ağası Harem’in baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir Kızlar Ağası dairesinin solundan Harem’in asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir Aslında bu taşlık Altın Yol’a, Valide Sultan Taşlığı’na ve Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir Asıl Harem’e giriş de burasıdır Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yol’a, soldakinden Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılmaktadır Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığı’na geçişi sağlamaktadır

Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendiler’in daireleri bulunmaktadır Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir Birinci Kadınefendi’nin dairesi diğerlerinden daha büyüktür Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır Bu odaların duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir

Valide Sultan dairesinden dar bir koridorla Hünkâr Sofası’na geçilir Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır Hünkâr Hamamı’nın arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır

Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofası’na geçilir Hünkâr Sofası’nı XVI yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır XVIII yüzyılda Sultan III Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofası’na açılmaktadır Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir

Hünkâr Sofası’nın duvarları XVIII yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır

Hünkâr Sofası’nda yapılan törenlerde balkonda müzisyenler yer alır, balkonun altındaki sedirlerde Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariye ve Gözdeler konumlarına göre otururlardı Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı

Hünkâr Sofası’ndan Çeşmeli Sofa’ya, oradan da Ocaklı Sofa’ya geçilmektedir Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofa’dan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığı’na açılır Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir Valide Sultan Taşlığı’na açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısı’dır Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesi’ne geçilir Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır Bu kuşakta Sultan IV Mehmet’e övgüler yazılıdır Sofaya ismini veren ocak Harem’in tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı

Murat Has Odası’dır Has Oda’nın girişi XVI yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir Kapının üzerinde Sultan III Murat’ın h986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür Buradan Sultan I Ahmet’in kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır Has Oda’yı Mimar Sinan yapmıştır Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir Has Oda’nın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin üzerinde de Harem’in diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir

Sultan III Murat’ın Has Odası içerisinden Sultan IAhmet’in Okuma Odası’na geçilmektedir Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır

Sultan III Murat’ın Has Odası’nın çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığı’na açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır Üst sıra pencereler XVII yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir

Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır

Şehzadeler Dairesi’nden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesi’ne geçilmektedir Sonraki yıllarda Altın Yol’un bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yol’a geçilir Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderun’un bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır

Yavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emanetleri Mısır Memluklarının hazinesi ile birlikte İstanbul’a getirmesinden sonra sarayda Has Oda’da korunmuştur Enderun’da bulunan Has Oda’nın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır Topkapı Sarayı’nın müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur

Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI-XVIII yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15 günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI Mehmet’e kadar devam etmiştir

günü padişah Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi Bundan sonra Hırka-i Saadet’e ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı Padişahın Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamber’in hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı Hırka-i Saadet’i ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadet’i ziyaret ederdi Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi

Hırka-i Saadet diye isimlendirilen Hz Muhammed’in hırkası 124 m boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır Hz Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Züher’e hediye etmiştir Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir

Hırka-i Saadet Dairesi’nde Uhut Savaşı sırasında Hz Muhammed’in kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz Muhammed’in Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdat’ta bulunan ve İstanbul’a gönderilen Mührü Saadet, Hz Muhammed’in teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyet’in ilk yıllarında Hz Muhammed’in başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır Bu kılıçların Hz Muhammed’e, Hz Davut’a, Hz Ebubekir’e, HzÖmer’e, Hz Osman’a, Hz Zeynel Abidin’e, Hz Zübeyr İlmi Al Avam’a, Ebül Hasan’a, Caferi Tayyar’a, Halid bin Velid’e, Ammar bin Vasr-ül Muays’e ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir

Bunların yanı sıra Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Mekke Şerifi Muhammed Ebu-l Berekât Harem-i Şerif’in anahtarı ve kilidi, Lihye-i Saadet denilen Sakal-ı Şerifler, Hz Musa’nın budaklı ağaçtan asası, Hz Muhammed’in altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz İbrahim’in mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz Muhammed’in gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz Fatma’ya izafe edilen seccade bulunmaktadır

Avlusunda, Enderun’da Arz Odası’nın arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3515 yazma eser burada bulunuyordu

Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır İç kısımda duvarlar XVI yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III Ahmet’in bir yazısı bulunmaktadır

Kütüphane içerisinde Sultan III Ahmet’in vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisi’nin yapımında da kullanılmıştır Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır

Topkapı Sarayı II Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır

Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır

Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi

Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi

Günümüzde Kiler-i Âmire’nin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır

Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir

Topkapı Sarayı’nın II avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire) bulunmaktadır Buraya Babü’s-Selam’ın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır Yolun II Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır

Fatih Sultan Mehmed’in Has Ahırları, II ve III Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûn’daki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâni’nin tamamlanması sırasında yaptırmıştır II Avlu’nun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderun’daki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu

Has Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3000’den fazla kişi görev yapıyordu Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi

Saray Camileri :
Ağalar Camisi, Enderun avlusunun Haliç tarafında, Has Oda’dan evvel yer almaktadır Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır Cami Mekke’ye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir

Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır

Istabl-ı Amire’nin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı XVI yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır Buradaki caminin yerine I Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür

Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkü’nün yanında bulunan Sofa Camisi’ni Sultan II Mahmut yaptırmıştır Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür Küçük ölçüde bir camidir Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir

Harem’in içerisinde bulunan Haremağaları Mescidi fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Harem’e bitişiktir Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür

Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır

Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır

Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924’te müze haline getirilmiştir Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır


Dolmabahçe Sarayı (Beşiktaş)

000 m2’lik alanda kurulmuş olan Dolmabahçe Sarayı, günümüzden dört yüzyıl öncesinde büyük bir koy konumunda idi Osmanlı döneminde donanmanın sefere çıktığı, dönüşte karşılandığı bu koy XVII yüzyıldan sonra doldurulmuş ve çoğu kez de padişahların eğlenceler düzenlediği bir Hasbahçe’ye dönüşmüştür

Evliya Çelebi buradan şöyle söz etmiştir: “Eskiden servili küçük bir bağ iken, Sultan Osman-ı Şehit fermanı ile donanma iki bin kadar kayık ve mavnanın taş toprak getirerek koyu doldurmuştur” Aynı yüzyılda yaşamış olan Eremya Çelebi Kömürciyan, Sultan I Ahmet’in (1603–1617) veziri Nasuh Paşa’nın zamanında 1611–1614 yıllarında sahilin doldurulduğunu yazmıştır Böylece doldurulan bu alanda Sultan II Selim (1566–1574) ilk defa burada bir kasır yaptırmıştır Silahtar Tarihi ile Raşit Tarihi de burada yapılmış olan yalı ve köşklerin 1680 yılında yıktırıldığını, çevresindeki bostanların ve yolların buraya katıldığını yazmaktadır Naima Tarihinde de Sultan IV Murad’ın (1623–1640) Sultan Ahmet Han köşkünde oturan padişahın Nefi’nin hicivlerini okuduğu sırada yanına bir yıldırım düştüğünü ve bunu uğursuzluk saydığı için şairi bir daha hiciv yazmamaya yemin ettirdiği yazılıdır

Sultan IV Mehmet (1648–1687) ve Lale Devri’nde Sultan III Ahmet’in (1703–1730) buradaki eskimiş yapıları kaldırdığı ve yerlerine yeni sahil köşkleri yaptırdığı kaynaklardan öğrenilmektedir Sultan I Mahmut ise (1730–1754) Dolmabahçe Bayırı’nda Bayıldım Köşkü isimli bir köşk yaptırarak sık sık buraya gelmiştir

XIX yüzyılda Melling ile İsveç elçisi d’Ohsson’un albümlerinde burada yapılmış olan köşk ve kasırların resimleri görülmektedir Bu alanda yapılmış olan köşk ve kasırların en tanınmışlarından birisi de Beşiktaş Sahil Sarayı idi Bu saray Sultan Abdülmecit döneminde (1839–1861), 1843 yılında bölüm bölüm yıkılmıştır Bu alanda yapılan Dolmabahçe Sarayı 15000 m2’lik bir alanı kaplamakta olup, sarayın temelleri meşe kazıklar ve ağaç hasırlar üzerine atılmıştır Saray XIX yüzyılın ikinci yarısında Batı etkisinde gelişen bir mimari üslupta devrin önemli mimar ailesi olan Baylanlardan, Agop Karabet Balyan ile Serkiz Balyan’ın eseridir Dolmabahçe Sarayı yarı kâgir bir yapıdır Sarayın ana duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeler de ahşaptan yapılmıştır Çatı ahşap ve kurşun kaplıdır Sarayın deniz ve batı cephesindeki pencereler saray camhanesinde özel olarak yaptırılmış ve güneş ışıklarını süzen eflatun renkli camlardır Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonuna sahiptir Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır Bu sarayın yapımından sonra Topkapı Sarayı terk edilmiştir

Denize 600 m lik bir rıhtımı olan sarayın kara tarafında ise biri çok süslü olmak üzere iki anıtsal, yedi de tali kapısı bulunmaktadır Deniz tarafında ise beş yalı kapısı bulunmaktadır Anıtsal kapılardan Hazine Kapısı denilen kitabe ve tuğralı kapı Dolmabahçe Sarayı’na yönelik olan kapıdır Diğer anıtsal kapı Merasim veya Saltanat Kapısı ismini taşır Hazine Kapısına göre daha özenli ve daha büyük olan bu kapının asıl özelliği içte ve dışta içbükey oluşundan kaynaklanmaktadır Kapı ard arda getirilmiş bir çift bükey duvardan meydana gelmiştir Buradaki içbükey duvarların uçları küçük birer kule şeklinde yükseltilmiştir Yapı topluluğu içerisindeki Veliaht Dairesinin de ayrı girişleri vardır Muayede Salonunun karşısında bulunan giriş ise oldukça büyük ölçüde ve çok bezemelidir Kapının iki yanında kare planlı ayaklar ve bunları birbirlerine bağlayan lentolar görülmektedir Bu ayaklar son derece zengin dekore edilmiş olup, çeşitli motifler, madalyonlar, taşlara adeta bir dantel görünümünde işlenmiştir

Bu kapılardan içeriye girilen saray bahçesi dört ayrı bölüm halinde düzenlenmiştir Bunlardan kareye yakın dikdörtgen olan ön bahçe Fransız bahçe mimarisinden örnek alınarak düzenlenmiştir Köşeleri yuvarlatılmış, denize paralel sekiz köşeli bir havuz ile daire biçimli bir göbek bahçenin ana noktasını oluşturmuştur Deniz yönünde uzanan bahçe ise ön bahçenin bir uzantısı olup, saray rıhtımı boyunca uzanmaktadır Bu bölümde Muayede Salonu eksenine göre simetrik, oval göbekler meydana getirilmiştir Bunların dışında kalan sarayın diğer bahçeleri kapalı ve özel nitelikli bahçelerdir Özellikle Veliaht Dairesi, Harem ve Kuşluk bahçeleri bunların başında gelmekte olup, bahçelerin ortalarına oval veya daire biçimli havuzlar yerleştirilmiştir Bütün bu bahçeler yüksek duvarlarla çevrelenmiştir

Sarayın ana yapısı kıyı boyunca denize paralel olarak yapılmış ve birbirine paralel üç bölümden meydana gelmiştir Bunlar Mabeyn-i Hümayun, Muayede Salonu ve Hususi Daire isimlerini almıştır Bu plan düzeni sarayın kendine özgün bir tasarımıdır Burada kitle ve cephe kurgularına özen gösterilmiş, ana form dikdörtgen bir kitle görünümünü kazanmış, köşelerde yer alan salonlar ise öne çıkarılmıştır Böylece cephe görünümünde ölçülü bir hareket sağlanmıştır Sarayın ortasında diğer bölümlerden daha yüksek ve daha gösterişli tören ve balo salonu bulunmaktadır

ölçüsünde kareye yakın kitlevi bir yapı olup, içeride tek mekânlı olmasına rağmen dışarıdan iki katlı görünümdedir Yanındaki Resmi ve Hususi dairelerden iki kat daha yüksektir Nitekim bu salonun katları birbirinden ayıran kornişi diğer binaların saçak kornişleri aynı hizadadır Böylece diğer yapılarla bir bağlantı ve süreklilik sağlanmıştır Muayede Salonu’nun cephesinde yedi aks üzerinde yükselen kolon veya plaster çiftleri yerleştirilmiştir Girişteki açıklık öne çıkarılmış ve yapının daha anıtsal bir görünüm kazanmasına neden olmuştur Bu mekânın yarım daire kemerli yüksek pencerelerinin iki yanına kolonlar yerleştirilmiştir Üst kattaki pencerelerin barok alınlıkları altına dekoratif açıklıklar ve kolonlar yerleştirilmiştir Burada üç yöne doğru açılan görkemli bir merdiven Muayede Salonu’nun anıtsallığını daha da belirginleştirmiştir

Muayede Salonu dıştan çatı, içten basık kubbeli olup, ortasına 5,5 tonluk askı sitemine bağlı bir avize asılmıştır

Muayede Salonu dışında kalan ve onu tamamlayan Resmi Daire bölümü iki katlı olup, yüksek bir bodrum üzerine yapılmıştır Oldukça geniş mermer merdivenle çıkılan bir sahanlıktan sonra içeriye girilmektedir Bu giriş özel olarak belirtilmemiş ve sade bir kapı ile yetinilmiştir Kapının iki yanında kemerli ve yüksek pencereler bulunmaktadır Resmi Daire bölümü merkezi hol, köşelerde salon gruplarından oluşan üç bölüm halindedir Girişte merkezi bir hol haç planlı görünümdedir Denize dik olarak yerleştirilmiş dikdörtgen orta mekân dört yönde yan mekânlarla genişletilmiştir Denize ve arka bahçeye bakan bu bölümün dar kenarı üzerinde ön cepheden farklı daha az derin kolonlarla hareketlendirilmiştir Bu yapıda hafif içbükeylik yüksek aynalarla daha da vurgulanmıştır

Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli mekânlarından olan Süfera (Elçilik) Salonu birbirine dik iki eksen üzerinde açılmış mekânlarla genişletilmiş, merkezi planlıdır İçerisi altın varaklı motiflerle bezenmiştir Tavanlarda barok üslupta kıvrık dallardan oluşan göbekler, kartuşlar ve rozetler görülmektedir Bunların çevreleri akantus, meandr ve yumurta dizisi motifleri ile çevrelenmiştir Süfera Odasına açılan diğer köşe odaları da aynı özende yapılmıştır Bunlardan Kırmızı Salon olarak tanınan bölüm denize doğru uzanmış dikdörtgen planlı bir hacimdir Padişahın elçileri kabul ettiği bu salon son derece gösterişli yapılmıştır

Böylece her iki yapı arasında bütünlük sağlanmıştır Bu merdiven denize paralel dikdörtgen bir hacim içerisine yerleştirilmiştir Bunun sonucu olarak da her iki salonda birbirine bağlanan simetrik bir düzen meydana getirilmiştir Resmi Daire’den Muayede Salonu’na kadar olan alanda da her ikisi arasında bağlantıyı sağlayan bir ara bölüm bulunmaktadır Bu bölüm Camlı Köşk’e bağlanan uzun bir geçitle ayrılmıştır Bu bölüm belirli bir plan tipine uymamakta ve daha çok koridor ve servis merdivenleri için kullanılan bir alandır

Hususi Daire’nin plan şeması ve mekân yapılanması ile iç dolaşımı sarayın en karmaşık bölümünü oluşturmaktadır Bu bölümde altlı üstlü beşer büyük orta salon görülmektedir Üçüncü yalı kapısının karşısına gelen bölüm Valide Sultana aittir Burada giriş holü, deniz ve bahçe tarafına yönelik birer büyük oval merdivenler bulunmaktadır Harem taşlığı olarak isimlendirilen bu holün güney tarafında büyük bir harem merdiveni bulunmaktadır

Harem bölümü denize dik doğrultuda yerleştirilmiş olup sarayla L biçimli bir plan düzeni ile birleşmiştir Bu bölümde büyük orta mekânlar, kapalı özel daireler uygulanmıştır Ortak mekânlar haremin ortasına alınmış ve birbirlerine çift koridorlarla bağlanmış, aralarına aydınlık hacimleri ve servis bölümleri yerleştirilmiştir

Haremin orta mekânları yapının ekseni üzerine dizilmiş, birbirleri ile bağlantılı dikdörtgen salonlardan meydana gelmiştir Bunlar karşılıklı büyük merdivenlerle genişletilmiş ve merdiven başlarına, köşelere toskana başlıklı düz gövdeli yassı plasterler yerleştirilmiştir Tavanlar geometrik çerçeveler içerisine alınmış kıvrık dallardan oluşan çiçek motifleri ile doldurulmuştur

Sarayın Hünkâr Dairesi iki büyük salondan meydana gelmiş olup, içerisindeki dekorasyondan ötürü Mavi Salon ve Pembe Salon olarak isimlendirilmiştir Bu salonlar barok ve rokoko üslubunda olup bezemeleri Süfera Salonu’na benzemektedir Tavanlarda kare ve dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış manzara resimlerine yer verilmiştir Denize ve bahçeye doğru eyvanlarla genişletilmiştir Bunlardan Pembe Salon sarayın diğer salonlarından farklı olarak kapalı ve tek bir mekândan meydana gelmiştir Denize yönelik geniş terasa açılan pencereleri aydınlatmayı sağladığı gibi içeride bulunan büyük boydaki aynalar da onları tamamlamaktadır Bu salonun duvarları da mimari resimlerle süslenmiştir

Yerine geçen kardeşi Abdülaziz 1876 yılına kadar burada kalmış, Sultan V Murat üç ay gibi kısa bir süre burada yaşamıştır Sultan II Abdülhamit Yıldız Sarayı’nı tercih etmiştir Sultan V Mehmet Reşat’ın (1909–1918) burada oturmaya karar vermesi üzerine Mimar Vedat Bey sarayı yeniden onarmış ve yeni bir düzenleme yapmıştır Osmanlı tahtına 1918 yılında geçen Sultan IV Mehmet Vahdettin (1918–1922) bir süre burada yaşamış, 1922 yılında buradan bir İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk etmiştir Abdülmecit Efendi 18 Kasım 1922’de halife olarak buraya yerleşmiş ise de hilafetin kaldırılmasından sonra O da saraydan çıkarılmış ve ülkeyi terk etmiştir

Cumhuriyetin ilanından sonra 3 Mart 1924’te çıkarılan 431 Sayılı Yasa ile Osmanlı hanedanının malları arasında bulunan Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere bütün saray, köşk ve kasırlar millete geçmiştir

Dolmabahçe Sarayı çeşitli tarihi olaylara da sahne olmuştur İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gelen Atatürk sarayda kalmıştır Atatürk’ün Savarona Yatı’nda geçirdiği rahatsızlıktan sonra 25–26 Temmuz 1938’de Muayede Salonu’ndan sonra geçilen ve denize bakan dördüncü odaya yerleşmiş ve burada 10 Kasım 1938’de ölmüştür Atatürk’ün isteği üzerine düzenlenen ITürk Tarih Kongresi 1932 yılında; I ve II Türk Dil Kurultayı 1932 ve 1943 yıllarında burada toplanmıştır

Dolmabahçe Sarayı TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı yönetiminde müze olarak ziyarete açılmıştır Aynı zamanda da kültür bilim tanıtım merkezi olarak işlevini sürdürmektedir Burada konferanslar, sergiler, bilimsel araştırmalar yapılmaktadır Kültür Bilim ve Tanıtma Merkezi sarayın girişindeki Mefruşat Dairesi’nde bulunmaktadır Bu merkezin alt katı konferans, sergi salonu ve fotoğraf laboratuarıdır Üst kat basın ve yayın merkezinin kitaplık, bilimsel araştırma ve saray arşividir Ayrıca önündeki avlu sarayı gezenlerin oturup dinlenebileceği bir mekân olarak düzenlenmiştir

Sarayın Şehzadelere tahsis edilmiş kuzeyindeki Veliaht Dairesi’nin bir bölümü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi yönetiminde, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmiştir


Beylerbeyi Sarayı (Üsküdar)

İstanbul’un fethinden XIX yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde İstavroz Bahçeleri şehrin önde gelen mesire yerlerinden birisi idi Fatih Sultan Mehmet bu geniş araziyi Mir-i Alem’e temlik etmiş sonra da bu arazi vereseden geri alınmış ve Emlak-ı Hümayun’a katılmıştır

Osmanlı Padişahları İstavroz Bahçeleri’ne büyük ilgi göstermiştir Sultan IV Mehmet zamanında bu bahçeler en parlak günlerini yaşamıştır Burada birbiri ardına kasırlar ve köşkler yapılmıştır Sultan I Ahmet, Şevk-ı Abad Kasrı yakınına mescit ve yanına da devlet önde gelenleri için bazı köşkler yaptırmıştır Sonradan Sultan IV Murat ismi ile tahta geçen şehzadelerinden Şehzade Murat da burada dünyaya gelmiştir XVIII yüzyılın sonlarına doğru Sultan I Abdülhamit İstavroz Bahçeleri’ni bölmüş ve satmıştır Bunun sonucu olarak da İstavroz Bahçeleri Osmanlı padişahlarının yaz aylarını geçirdikleri yazlık olmaktan çıkmıştır

Sultan II Mahmut (1808–1839) Boğaziçi’nde Avrupai biçimde büyük bir saray yaptırmaya karar verince aklına öncelikle bir zamanların İstavroz Bahçeleri gelmiştir Bunun üzerine çeşitli kişilerin mülkiyetine geçmiş olan İstavroz Bahçeleri yeniden kamulaştırılmış ve burada çeşitli dairelerden meydana gelen iki katlı ahşap, sarı boyalı bir sahil saray yapılmıştır Balyan ailesinden Mimar Kirkor Amira Balyan’ın 1826–1832 yılları arasında yaptırdığı bu sarayın çevresinde Mabeyn-i Hümayun, Zülvecheyn, Harem-i Hümayun, Serdap Köşkü, Bendegân Daireleri, hamamlar, mutfaklar ve Has Ahırlar bulunuyordu

Sultan II Mahmut 1832 yılı Muharrem ayının beşinci günü Çırağan Sarayı’ndan saltanat kayığı ile bu yeni saraya gelmiştir Padişahın bu gelişini Reşat Ekrem Koçu şöyle anlatmıştır:
“…Bu esnada saray önünde demirli bulunan harp gemilerinden toplar atılmış ve rıhtım boyunca dizilmiş Hassa askerleri de selam resmine durmuş ve bir mızıka selam havasını çalmaya başlamıştır

Ertesi günü bütün rical, ulema, yüksek rütbeli askerler sarayın Mabeyn Dairesi’ne gelerek padişaha yeni sarayında mesut gümler geçirmesi temennisinde bulunmuşlardır Bu arada şairler birbirleri ile yarışırcasına tarihler düşmüşlerdir Ayıntablı Ayni Efendi Sultan Mahmut’un Beylerbeyi Sarayı’na ilk gelişi için şu tarihi düşürmüştür:

İş bu târihi göreydi cem atardı tâcını
Nakli nev sâhil serâ kıldı şehri âli himen

İstanbul’a gelen pek çok yabancı devlet adamı ve gezgin Beylerbeyi Sarayı’ndan söz etmiş, hatıralarında saraya geniş yer vermiştir Mareşal Moltke de Beylerbeyi Sarayı’na şöyle değinmiştir:

“Beylerbeyi Sarayı’nın cephesi pencereden görünmez Sarayın arka tarafındaki bir kapıdan bahçeye girdim Havuzlardaki mercan balıklarını, tarhlardaki nadide çiçekleri seyir ile meşgul idim Bahçe birçok sedlerle arkadaki tepenin zirvesine kadar uzanıyor ve yüksek yeşil duvarlar hududunu tayin eyliyordu Sarayın deniz cephesindeki pencereleri hep kafesli, kafesler sade harem pencerelerinde olmayıp selamlık kısmı da bunlarla örtülmüştür Fakat harem tarafındakiler hem daha yüksek hem daha sıktır

Miss Pardoe de anılarında Beylerbeyi Sarayına yer vermiştir:

“Sultanın Anadolu yakasındaki yazlık Beylerbeyi Sarayı Boğaziçi’nin en zarif eseridir Bu sahil boyunca uzanan gayrimuntazam cepheli kâşane olup, Boğaz’ın suları pırıldayan mermer merdivenleri yıkar Şurada burada esrarengiz kafesli menfezlere girer Bina ahşaptır Harem kısmı yaldızlı küçük tahta kepenklerle mestur pencerelerle müzeyyen bir sıra müselleri yüksek dairelerden mürekkeptir İdare-i Hükümete ait odaları sultanın şahsına mahsus salonlar ve Maiyet-i Şahanenin işgal ettiği yerler, selamlık, sekiz köşeli muazzam bir kısım teşkil eder ki bunun sivri damının tam ortasında yaldızlı, uçları güneş ışığında parıldayan bir yıldızı kavuşturmuş bir hilal vardır Bütün bina beyaz ve sarıya boyanmıştır; bir insan eserinden ziyade büyülenerek yeryüzüne çıkmış bir peri sarayını andırır

Merdivenlerin müntehasındaki mermer kapudan müzehher ve muhattar bir bahçeye geçilir Buradaki havuzlardan savrulan fıskiye suları ruha sukün veren nağmelerini etrafta dağıtırlar Rengârenk çiçeklerin arasında kavsi kuzahın bütün elvanı ile mülevver parlak tüylü kuşlar dolaşır Bu güzel bahçeyi deniz tarafındaki nazardan saklayan yaldızlı kafeslerin yanından geçildikten sonra muhteşem bir kapıdan saraya girilir

Hemen orta yerden Hilâlvari yükselen, bir çift merdiven, yaldızlı muazzam sütunlar salonu nispetsiz bir biçimde küçültmektedir Fakat hakikatte böyle değildir Bu salona padişahın maiyetine tahsis edilmiş ve döşemeleri nadide ağaçlardan yapılmış, arabesk tavanlı, müzeyyen en az sekiz geniş oda açılmaktadır

Yukarı katta devlet işlerinin görüşüldüğü Şark ve Garbin lüksünü mezcetmiş altın yaldızlı daireler bulunur Burada Türk divanları sim işlemeli kadifeler yerine Avrupakâri koltuk ve kanepeler; Cenevre’den, Sevr’den Pompei’den, İngiltere’den, İran’dan gelmiş türlü tezyinat, eşya, porselen, biblo halılar görülür Bunlar arasında Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni müteakip Rusya Çarı tarafından padişaha hediye edilen dünyanın en muhteşem altı endam aynası vardır Dairelerdeki mefruşat ve müzeyyenatın hayalleri iki imparatorluğun armaları bulunan bu aynalardan daha füsunkâr tesislere bürünerek in’ikas ederler Kabartma çiçeklerin zemindeki parlak renkli halıların salona bahşettikleri ışık ve neşe atmosferini, pencerelerin dışında nazarları okşayan fıskiyeler, yaldızlı kafesler teyit etmektedir

Sultan Abdülmecit (1839–1861) 1851 yazında sarayda bulunduğu sırada yangın çıkmış, yangın hemen söndürülmüşse de bunu uğursuzluk sayan padişah Beylerbeyi Sarayı’nı terk ederek Çırağan Sarayı’na geçmiştir Bundan sonra saray kendi haline bırakılmıştır

Sultan Abdülaziz (1861–1876) tahta çıktıktan bir süre sonra eski saraylarla birlikte Beylerbeyi Sarayı’nı da yıktırmıştır Bundan sonra Balyan ailesinden Mimar Serkis Balyan ile kardeşi Hassa mimarı Agop Bey Balyan’a bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmıştır Yeni sarayın yapımına 1861 yılında başlanmış ve saray 1864 yılında tamamlanmıştır Abdülaziz 21 Nisan 1864 günü Cuma namazını Beylerbeyi Camisi’nde kılmış ve ilk defa saraya gelmiştir

Beylerbeyi Sarayı eskisinden daha küçük ölçüde, Avrupai üslupta bir yapıdır Yeni Beylerbeyi Sarayı geniş bir rıhtımın arkasında yer almaktadır Saray deniz köşkleri, selamlık ve harem olmak üzere yapılmıştır İki katlı sarayın 6 büyük salonu ve 24 odası vardır Sarayın birinci katı tamamen mermer, ikinci katı mermer taklidi olup, taşları Bakırköy’deki taş ocaklarından getirilmiştir Simetrik bir düzenin hâkim olduğu sarayın içi ve dışı son derece süslü ve zariftir Odaları, salonları, tavanları rokoko üslubunda bezemelerle süslenmiştir Salon ve odaları süsleyen Bohem avizelerinin benzerlerine İstanbul’da o dönemde rastlamak mümkün değildir Yıldız Çini Fabrikası’nda yapılan nadide vazolar, kristal yanalar, sedef kakmalı ceviz eşyalar, pusulalı, barometreli, termometreli, müzikli saatlerle sarayın içerisi adeta bir masal görünümündedir

Bu yapılardan en tanınmış olanları ise Mermer Köşk ile Sarı Köşk’tür Mermer Köşk veya Serdap Köşkü tanınan yapı büyük mermer levhalarla kaplanmıştır Büyük olasılıkla eski saraydan kalmış olan bu yapı denizden sonraki üçüncü set üzerinde, büyük havuzun arkasındadır Bu yapıda Sultan II Mahmut dönemine özgü ampir üslubunun özellikleri görülmektedir Toksan başlıkları, ince uzun yüksek plasterler cepheye düzgün ve eşit aralıklarla yerleştirilmiştir Bunun dışında cephe görünümünde başka bir dekoratif unsura yer verilmemiştir Köşkün ortasında büyük bir salon ve iki yanında da birer oda, arkasında da küçük servis bölümleri bulunmaktadır Son derece sade bir planı olan bu köşkün orta sofasında büyük oval bir havuz ve selsebil bulunmaktadır Köşkün duvarları somaki taklidi mermerlerle kaplıdır Tavanlara da çerçeveler içerisinde hayvan ve av resimleri yapılmıştır

Sarı Köşk’ün yapımı konusunda kesin bilgi olmamakla beraber, Sultan II Mahmut döneminde yapılan saraydan arta kaldığı sanılmaktadır Sarayın kuzeydoğu köşesinde dördüncü set üzerindeki bu köşk, yüksek bir bodrum üzerine iki katlı ve kâgir olarak yaptırılmıştır Köşkün ortasında giriş, barok bir merdivenle çıkılan büyük bir salon, iki yanında da birer büyük oda bulunmaktadır Plan düzeni dışarıya taşkın haçvari çıkıntılıdır İçerisi geometrik çerçeveler içerisine alınmış, stilize edilmiş bitkisel motifler ve romantik denizle ilgili resimlerle kaplanmıştır

Sarayın güney kanadında uzun bir rampa ile çıkılan, üçüncü set hizasındaki düzlükte Has Ahır bulunmaktadır Rıhtımdaki deniz köşkleri ile benzerliği olan Has Ahır’ın yeni Beylerbeyi Sarayı ile birlikte yaptırıldığı sanılmaktadır Ahırın girişten sonra ince uzun bir koridoru, bunun iki yanında da ahır bölümleri sıralanmıştır Sultan Abdülaziz sarayın set set bahçeleri arasına içerisinde aslanların da bulunduğu bir de hayvanat bahçesi eklemiştir

Alıntı Yaparak Cevapla