|
Prof. Dr. Sinsi
|
12 Tarikat Ve Kurucuları
İbrahim Desukî (1235-1277)
Mısır'da yaşamış büyük İslam alimlerinden ve mutasavvıflardandır Ömrünü İslam'a ve imana hizmete adamıştır Şeriata bağlılığı ve bunu yaşantısıyla mezc etmiş bir şahsiyet olarak dikkat çekmiştir Çok sayıda talebe yetiştirmiştir Müntesipleri ile arasındaki samimi bağ dikkat çekmiş ve insanların takdirini toplamıştır Özellikle Mısır ve Sudan'da çok sayıda müntesibi olmuş ve kendilerine rehber edinmişlerdir Risâle-i Nur'da ismi; "Ümmetimin alimleri benîisrailin peygamberleri gibidir" hadis-i şerifine masadak olan şahsiyetler arasında zikredilmektedir (Şualar, s 542) Kaynaklarda adı İbrahim bin Abdülaziz ed-Desukî olarak geçmektedir Künyesi Burhaneddin İbrahim bin Ebi'l-Mecd Abdülaziz ed-Desukî şeklindedir
İbrahim, 1235 yılında Nil Nehrinin batısında bulunan Desuk Köyünde doğdu Doğum yeri olarak Markus adı da geçmektedir Dindar bir ailenin evladı olarak dünyaya geldi Babası Abdülaziz, Rifai tarikatına mensup olup, aynı zamanda şeyhin halifesi konumunda bulunuyordu İbrahim doğduğu köye nisbetle Desukî lakabıyla anıldı Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayıran anl***** gelen "Burhanneddin" ünvanı da kendisine verildi Şeceresi Hazreti Hüseyin'e (ra) kadar dayandırıldığından ayrıca "Seyyid" olarak kabul gördü
İbrahim, eğitim ve öğrenimine Desuk'ta başladı Küçük yaşta Kur'an-ı Azimüşşanı ezberledi Şafii fıkhı üzerine eğitim gördü Babasının mensubiyeti itibariyle kendisi de Rifai tarikatına dahil oldu Ayrıca diğer tarikatlarla da yakın münasebet kurup bunlardan istifade etme yoluna gitti Aldığı eğitim, yetişme tarzı ve önemli bir şahsiyet olarak tanındıktan sonra tasavvufa mensup kişiler tarafından dört büyük kutuptan biri olarak kabul edildi (Kutup olarak kabul edilen diğer şahsiyetler; Abdülkadir-i Geylani, Ahmed Rifaî ve Ahmed Bedevî hazretleridir ) Necmüddin Mahmud İsfehanî, Ebü'l-Hasan-ı Şazelî ve Abdüsselam bin Meşiş gibi alimlerden ders aldı
İbrahim, yirmi yıl gibi uzun bir süre köşesine çekilip mücahede ve tefekkür ile meşgul oldu Bu hali babasının vefatına kadar devam etti Babasının cenaze namazının kılınması ve defin işleminden sonra tekrar köşesine çekilip münzevi hayata devam etmek istediyse de dostlarının arzusu üzerine bundan vazgeçti Bu hadiseden sonra çevresinde bulunan kişilerle bildiklerini paylaşmaya ve onları irşad etmeye çalıştı Çok sayıda talebe yetiştirdi İlmi vukufiyetinin yanında Arapça, Farsça, Süryanice ve İbranice'yi çok iyi bilip konuşması hem etki alanının genişletmesine, hem de çok sayıda kişi ile rahat iletişim kurmasına vesile oldu
İbrahim'in en önemli özelliklerinin başında dini konulardaki hassasiyeti ve şeriata olan bağlılığı gelir İbadetinde son derece titiz davrandı Helam-haram konusunda titizliği ve hak-hukuk gözetmesiyle tanındı Dini kurallara sımsıkı bağlandı Şeriatın zahire göre hüküm verdiğini belirtmekle beraber, zahir ve batının birbiriyle bağdaşır ve uyuşur vaziyette olması gerektiğine dikkat çekti Hakikatleri anlatmak ve izah etmekle yetinmeyip; bunları uygulama ve yaşama zevkinin hissedilmesi olarak algılanması gerektiğini göstermeye çalıştı
Desukî, ömrünün büyük kısmını İslam'a ve insanlara hizmet etmeye adadı İnsanların doğru yolu bulmaları için büyük gayret sarf etti Gecenin önemli bir kısmını ibadetle geçirirken, gündüzlerini de talebelerine ders vermekle değerlendirdi Sünnet olması itibariyle öğleden evvel biraz uyuyup kaylule yapardı Cenab-ı Hakk'ın kalplere nazar ettiğini hatırlatarak kalp temizliği üzerinde durdu Kalplerini çok temiz tutmalarını çevresindekilere tembihledi Kalbin cilalanmasının gerektiğini; bu cilanın da iman ve ihlasla yaşama olduğunu belirtti Kalplerde doğruluğun ve her şeyin Allah rızası için yapılması gereğinin yer edinmesi gerektiğini özellikle vurguladı
Desukî'nin dikkat çeken bir başka özelliği ise talebeleriyle olan ilişkilerindeki ve muamelelerindeki bağlılık ve samimiyetidir Hem kendisi talebelerine hem de talebelerinin kendisine olan düşkünlük ve bağlılıkları büyük takdir topladı Talebelerine son derece merhametli ve evlada gösterilen şefkat gibi muamelede bulundu Bunların dışında yaş***** dair ilginç davranışları ve tavırlarıyla da dikkat çekti
İbrahim Desukî, daha çok Mısır ve Sudan taraflarında tanınıp meşhur oldu ve çok sayıda müntesipleri onun yolundan gitmeye çalıştılar Bunlar zikir ve ibadete düşkünlükle tebarüz ettiler Evliyanın yaşam tarzlarını kendilerine düstur edinip, onlar gibi yaşamaya ve şeriat hükümlerine titizlikle uymaya çalıştılar Kendilerini mümkün mertebe nefsani arzu ve isteklerden arındırmaya ve uzak tutmaya çalıştılar Nefsani arzuları gemlemeyi ve öldürmeyi temel hedef edindiler
Peygamber Efendimiz; "Ümmetimin alimleri beniisrail'in peygamberleri gibidir" buyurarak, İslam alimlerinin mazhar olduğu büyük şeref ve İlahi ihsana dikkat çekmiştir İbrahim-i Dessûkî (k s ) de Risâle-i Nur'da bu hadis-i şerife masadak olan büyük şahsiyetler arasında zikredilmektedir Asırlar boyunca gelen alimler örnek kişilikleri, ümmet için yaptıkları harika irşadları ve kerametleriyle Peygamber Efendimizin buyruğuna layık bir tavır sergilemişler ve bu yönleriyle aynı zamanda Nübüvvetin de en önemli tasdikçilerinden olmuşlardır
Mesajı Düzenle Cevapla Alıntı ile Cevapla
2 Bugün 04:59#2
drali
Ü Tarihi
Oca-2012
Mesajlar
30
Konular
4
Puanlar
173
Tarikat-i Aliye-i Sadiyye (Sadi Hz Şeyh Sadeddin Cibavi ( K S )
Bismihi Teala Dâmâd-ı Hazret-i Nebevî, Cenâb-ı İmâm Ali (k v ) ve (r a ),
Hasan el-Basrî (r a )
Hz Habîb-i A'cemî (k s ) Hz Dâvudet-Tâî(k s ),
Ma'rûf el-Kerhî (k s ),
Hz Seriyyü's-Sakatî (k s ),
Hz Cüneyd el-Bagdâdî (k s ),
Şeyh Ebû Ali Rüdbârî (k s ),
Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyin (k s )
Şeyh Ebû Osman el-Magribî Sa'îd (k s ),
Şeyh Ebû Kasım, Gürgânî Ali (k s ),
Şeyh Ebû Bekir en-Nessâc-ı Tûsî (k s ),
Şeyh Ebu'1-Vefâ ibrâhim (k s ),
Şeyh Ebu'1-Berekât el-Bagdâdî (k s ),
Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (k s ),
Şeyh Ebû Medyen el-Magribî (k s ),
Şeyh Yûnus eş-Şeybânî (k s ),
Şeyh Mezîd eş-Şeybânî (k s ),
Şeyh Abdullah eş-Şeybânî (k s ),
Hz Pîr Sa'deddin el-Cibâvî eş-Şeybânî, Kuddise sırruhû'r-Rabbânî,
HAZRET-İ PÎR SA'DEDDİN (K S)
Pîşvâ-yı erbâb-ı tarikat, reh-nümâ-yı ehl-i hakikat, Hz Pîr-i rûşen-zamir, Seyyid Sa'deddin Hazretleri, Ebu'1-Fütûh künyesiyle ve Muhammed Sa'deddin ism-i şerifiyle meşhurdur Peder-i âlileri, Şeyh Mezîdü'ş-Şeybânî, büyük pederleri Şeyh Yûnus eş-Şeybanî olup, bu da Ebû Medyen-i Magrîbî Hazretlerinin hulefâsındandır
Târih-i vilâdet ve irtihalleri hakkında muhtelif rivayetler vardır Esmâr-ı Esrâr'da vilâdederi 593/(1197), müddet-iömürleri yüz yedi, irtihalleri 700/(1301) tarihleri olarak gösterilmiştir
Mısır'da basılmış, Ravzatü'l-Behiyye fı'-mâ Yeteallaku bi't-Tarîkati's-Sa'diyye namıyla matbu bir eseri mütâlaa ettim Bu eser, Hz Sa'deddin'in halifesi Seyyid Abdurrahman el-Hüseynî tarafından, er-Risâletü'l-Muhammediyye fi'r-reddi ani's-Sadeti's-Sa'diyye namıyla yazılmış bir eserden telhîs olunmuştur Bunda vilâdetleri 460/(1068), irtihalleri 575/(1179) seneleri gösteriliyor Şu halde, sinn-i mübârekleri 115 olmak lâzım geliyor Hattâ ebced hesabıyla da tarihler tevfik ediliyor:
Vilâdetleri, cânı bişşeybân 64+396=,460/(1068)
İrtihalleri, kümmel nûr Sa'd eddîn 90+256+ 134+95=,575/(1179)
Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa'diyye'den, Şeyh Ali Fakrî Efendi ile gÖrüştüm "Oğlum bu tarihler yanlıştır Hz Pîr'in vilâdeti 507/(1113), sinleri 114, irtihalleri 621/(1224)'dir " buyurdular Doğrusu bu olmak üzere itimat edildi Neseb-i şerîfleri :
Hz Sa'deddin, tayyibü'1-asleyn, kerîmü'n-nesebeyn olup, baba tarafından, ceddü'n-nebi seyyidü'1-ekvân Adnân'a vasıldır: Sa'deddin elCibâvî eş-Şeybî b el-Üstâz eş-Şeyh Mezîd eş-Şeybî b el-Üstâz Yûnus eş-Şeybî el-Mekkî b el-Üstâz Yusuf el-Mekkî b Câbir b İbrahim b Müsâid b Sâlim b Ali b Hasan b Abdullah b Ubeydullah b Abdulhâlık b Selâme b Abdullah b Kays b Amir ahî Kubeyse-b Amr b Seyyidinâ Hânî-i sâhib-i Rasûlillah (s a s ) b Mes'ud eş-Şeybî b Amr Müzdelif b Rebia b Hassâs b Zühel b Şeybân b Sa'lebe b Ukâbe b Sa'b b Ali b Bekir b Vâil b Kâsıt ı Hünneb b Aksâ b Rı'let b Cedîle b Esed b Rebî'a el-Fürsî b N izâr ı Ma'd b Adnân, ceddü'l-Mustafa seyyidü'1-ekvân Şeybânî Denilmesi:
Beyt-i şerifin miftâh-dârlarına Şeybîler derler ki, bunların silsile-i neseberi bâlâdaki silsilede görülecegi üzre Hz Fahr-i âlem (s a s ) Efendimizin zevce-i mutahhereleri Ümmi Hânî'nin pederi ibn-i Mes'ûd eş-Şeybîye muttasıldır Şeybî, Şeybânî bundân dolayı denilmiştir
--- Sonraki mesaj ---
Türkmenistan Urgenç
Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh, tefsîr, hadîs âlimi Tasavvufta Kübreviyye (Zehebiyye) diye bilinen yolun mürşidi, rehberidir İsmi Ahmed, babasınınki Ömer’dir Künyesi Ebü’l-Cennâb’dır Bu künye kendisine, rüyâda Peygamber efendimiz tarafından verilmiştir Lakabları; Necmeddîn, Şeyh-ül-imâm, Zâhid-ül-kebîr ve Şeyh-i Harezm’dir Necmeddîn-i Kübrâ diye meşhûr oldu Yaptığı bütün münâzaralarda gâlip geldiği için, kendisine et-Tâmmet-ül-kübrâ lakabı da verildi Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden ve evliyânın önde gelenlerinden olanNecmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1145 (H 539) senesinde, Harezm köylerinden Hayvek’te doğdu Buna nisbetle Hayvekî denilmiştir 1221 (H 618) senesi Rebî’ul-evvel ayında, Harezm’de Cengiz askeri tarafından şehîd edildi
Çocuk yaşta ilim tahsîline başlayan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, biraz yetişince ilim öğrenmek aşkıyla çeşitli beldeleri dolaştı İskenderiyye’de; Ebû Tâhir es-Silefî’den, İsfehan’da; Ebü’l-Mekârim, Ahmed bin Muhammed el-Lebbân, Ebû Saîd Halîl bin Bedr, Ebû Câfer Muhammed bin Ahmed es-Saydelânî, Ebû Abdullah Muhammed bin Zeyd el-Kerrânî ve Ebü’l-Hasan Mes’ûd bin Ebî Mensûr’dan, Hemedan’da; Hâfız Ebü’l-A’lâ’dan, Nişâbûr’da; Ebü’l-Meâlî el-Fürâvî’den, Mısır’da; Rûz-i Behân-ı Baklî’den (Ebû Muhammed eş-Şîrâzî’den) ve daha başka birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti
İmâm Ebû Nasr Hafza’nın Tebriz’de Sünne okuttuğunu duyup oraya giderek, bu kelâm âliminin derslerine devâm etti Şeyh-üs-Sünne vel-Mesâlihadındaki mukaddime mâhiyetindeki kelâma dâir eserini bu arada yazdı Burada Bâbâ Ferrûh Tebrîzî’nin sohbeti bereketiyle ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvuf ilmi ile meşgûl olmaya başladı Tasavvufta, amcası Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden feyz alarak yetişti İsmâil Kasrî ve Ammâr bin Yâsir’in sohbetlerinde bulundu Fahreddîn-i Râzî hazretleri ile görüştü Böylece birçok ilimde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu Sonra memleketi olan Harezm’e gidip yerleşti Orada insanları irşâd edip, doğru yolu göstermeye başladı Kısa zamanda etrâfına yüzlerce talebe toplandı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled ile Feridüddîn-i Attâr’ın hocaları Mecdüddîn-i Bağdâdî ve Bâbâ Kemâl Cündî, Abdülazîz bin Hilâl, Nâsır bin Mensûr, Seyfüddîn-i Baherzî, Necmüddîn-i Râzî, Radıyyeddîn Ali Lâlâ talebelerinin büyüklerindendir Talebelerinin çoğu, zamanlarında insanlara doğru yolu gösteren rehberler oldular
1221 (H 618) yılındaHarezm’e Cengiz askeri Tatarlar hücûm edince, talebelerine; “Memleketinize gidiniz! Şarkdan fitne ateşi geliyor Her tarafı yakacaktır İslâmiyette bu kadar fitne görülmemiştir ” dedi “Duâ buyursanız da, bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsa ” dediler “Bu, Kazâ-i mübremdir Duâ bunu gideremez ” buyurdu Talebeleri Horasan’a gitti Kâfirler şehre girince, o da cihâda çıktı Şehîd oldu Şehîd olduğunda bir kâfirin saçını tutmuş idi Şehâdetinden sonra, kimse saçı elinden alamadı Sonunda mecbur kalıp saçı kestiler
Tasavvuf yolunun en tanınmışlarından ve büyüklerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin bir âlim olup, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek bir zâttı İlim öğretmek yolunda çok gayretliydi Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve O’nun dînine hizmet etmekte kat’iyyen gevşeklik göstermez, bu yolda kınayanların kınamalarına aldırmazdı İstisnâsız bütün insanlara yardım etmeye, faydalı olmaya gayret ederdi Onun dergâhı, fakirlerin sığınağı idi Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi Büyüklüğünü anlatan hâlleri ve kerâmetleri her tarafta anlatılıp, dilden dile dolaşmaktadır Kerâmetlerinin en büyüğü; her birisi, gittiği beldelerde insanları doğru yola sevkeden, etrafına nûr ve feyz saçan çok kıymetli talebeler yetiştirmesidir Yüzlerce talebe yetiştirdi Allah yolunda yürümek isteyen nice kimselere rehber oldu Talebelerinin her birini bir memlekete gönderir, o talebe orada hocasının yolunu yaymaya çalışırdı Harezm bölgesinde, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinden sonra onun gibi yüksek bir velî yetişmemiştir O kadar yüksek idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş iken, bir kimseye teveccüh edince, vilâyet, evliyâlık derecelerine yükseltirdi Bir gün bir tüccar, gezmek maksadıyla Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin hânekâhına girdi Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri buna teveccüh edince, tüccar, hemen o anda vilâyet mertebesine ulaştı Tüccârı yanına çağırıp, talebe yetiştirmesi için izin verdi ve memleketine gönderdi
Bir gün Eshâb-ı Kehf hakkında sohbet ediyordu Necmeddîn hazretlerinin talebelerinden olan Sa’düddîn-i Hamevî; “Acabâ bu ümmette, sohbeti köpeğe tesir eden var mıdır?” diye düşündü Necmeddîn-i Kübrâ, kalb gözü ile bu talebesinin düşüncesini anlayıp kalktı ve dergâhın kapısına doğru yürüdü Ansızın uzaklardan bir köpek çıkageldi Bir yerde durup kuyruğunu salladı Necmeddîn-i Kübrâ’nın bakışı köpeğe isâbet edince, köpek derhâl değişti Kendinden geçme hâlleri görüldü Yüzünü şehirden çevirip kabristana gitti Başını yerlere sürüyordu Hattâ derler ki, nereye gitse, elli-altmış köpek devamlı onun etrâfında dolaşırdı Fakat ulumazlar, havlamazlardı Hiçbir şey yemezler, devamlı bakılan o köpeğe karşı hürmette bulunurlardı Sonra bu köpek öldü
Necmeddîn-i Kübrâ, bir taraftan çok kıymetli talebeler yetiştirirken, diğer taraftan da, kendisinden sonra gelenlere faydalı olmak üzere çok kıymetli eser ve risâleler yazdı Tefsîr, hadîs, tasavvuf ve diğer ilimlere dâir yazdığı pek mûteber olan eserlerinden bâzılarının isimleri şunlardır: Ayn-ül-Hayât (Kur’ân-ı kerîmin tefsîri olup 12 cilddir Usûl-i Aşere (Tasavvufa dâir olup, çeşitli isimlerle pekçok defâ istinsâh edilip çoğaltılmış ve birçok da şerhi yapılmıştır ) Bundan başka, Risâle ilel-Hâim, Fevâih-ul-Cemal, Âdâb-üs-Sûfiyye, Risâle-i Necmeddîn, Sekînet-üs-Sâlihîn, Risâle-i Sefîne ve daha başka eserleri ve risâleleri de vardır Eserlerinin en önemlilerinden olan Usûl-i Aşerekitabı, tasavvufa dâir olup, talebelerinin ve daha sonra gelen birçok kimsenin el kitabı olmuştur
--- Sonraki mesaj ---
MEDYENİYYE
Ebû Medyen Şuayb b Hüseyin'e (ö 594/1198) nisbet edilen bir tarikat
Şuaybiyye olarak da anılan Medyeniyye, Kuzey Afrika'da ortaya çıkan ilk tarikat olup başta Şâzeliyye olmak üzere bu coğ*rafyada görülen diğer tarikatlar üzerin*de etkili olmuştur Ebû Medyen'in hacca gittiği bir yıl Arafat'ta Abdülkadir-i Gey-lânî ile görüşüp ondan hırka giymiş ol*ması dolayısıyla [297]Medyeniyye'yi Kâdiriyye'nin bir kolu sa*yanlar varsa da bu doğru değildir
Ebû Medyen'in tarikat silsilesi Ebû Saîd el-Endelüsî, Ebû Ya'zâ el-Mağribî, Ebü'l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî, Ahmed el-Gazzâlî, Ebû Bekir en-Nessâc, Ebü'l-Kâ-sım el-Gürgânî, Ebû Osman el-Mağribî, Ebû Ali er-Rûzbârî, Cüneyd-i Bağdadî, Serî es-Sakatî, Ma'rûf-i Kerhî, Dâvûd et-Tâî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrîyoluyla Hz Ali'ye ulaşır Rinn bu silsileden başka üç farklı silsile daha zikreder [298]
Ebû Medyen'in halifeleri Abdürrâzıkel-Cezûlî, Abdürrahîm el-Kınâî, Abdüsselâm b Meşîş el-Hasenî ve Ebü'I-Haccâc Yû*suf b Abdürrahîm el-Uksurî vasıtasıyla Kuzey Afrika'ya yayılan Medyeniyye'nin esasları ve tarihî gelişimi konusunda ye*terli bilgi bulunmamaktadır Ancak Ebû Medyen'in tasavvuf anlayışı hakkında kendisinden feyiz alan Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin eserleri ve özellikle el-Fütû-Mtü'l-Mekkiyye bu konuda ilk ve en önemli kaynaktır el-Fütûhâtü'l-Mekkiy-ye'de kendisinden en çok söz edilen şeyh Ebû Medyen'dir İbnü'l-Arabî, "Günahkâr*lar nasıl hiç çekinmeden açıkça günah iş*liyorlarsa siz de öylece açıkça ibadet edi*niz Allah'ın size ihsan ettiği her türlü ni*meti üzerinizde açıkça gösteriniz" diyen [299] Ebû Medyen'i "ricâl-i zâ-hir"den sayar Cehrî zikrin esas olduğu Medyeniyye'de yemekten sonra iki rek'at nafile namaz kılmak tarikatın âdâbından-dir Halvette, "Lâ ilahe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh lehü'l-mülkü ve Iehü'1-ham-dü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" cümlesi vird olarak okunur [300]
Medyeniyye tarikatı Abbâsiyye [301] Amûdiyye [302] Ay-derûsiyye [303] Dücâniyye [304] Haccâciyye [305] Mehdâviyye [306] Meşîşiyye [307] Meymûniyye [308] Sebtiyye [309]Tâziyye [310]adlı kollara ayrılmıştır Bunların dı*şında Şâzeliyye, Ekberiyye, Cebertiyye, Yâfiiyye ve Senûsiyye gibi tarikatlar da Medyeniyye'nin kollan arasında zikredilmektedir Bursalı Mehmed Tâhir, Şeyh Bedreddin Simâvî'nin Medyeniyye'den icazetli olduğunu söyler [311]
Kuzey Afrika'dan sonra İç ve Orta Afri*ka ile Ortadoğu'ya kadar yayılan Medye*niyye, zamanla başta Şâzeliyye ve Senû*siyye olmak üzere diğer tarikatlar içeri*sinde erimiş ve XIX yüzyıla gelindiğinde mensupları yok denecek kadar azalmıştır [312] Hüseyin Vas-sâf bunun sebebini, başka tarikatlardan da icazetli olmaları dolayısıyla şeyhlerin Medyeniyye yerine diğer tarikatların ad*larıyla anılmasına bağlar [313] Medyeniyye tarihe karışmış olmakla bir*likte pîrin etkisi hâlâ devam etmektedir Pîr bugün dahi Tilimsân ve çevresinin ma*nevî sahibi ve koruyucusu olarak kabul edilmekte, bütün Kuzey Afrika'da büyük saygı görmektedir
--- Sonraki mesaj ---
Ahmet Yesevi (1093 - 1156)
Osmanlı topraklarında doğmasa da, Osmanlı döneminde yaşamasa da Ahmet Yesevi'nin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde önemli etkileri olmuştur Etkileri günümüze kadar ulaşan Ahmet Yesevi, 11 Yüzyılın ikinci yarısında bugünkü Kazakistan'ın Çimkent şehrinin doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştur Sayram, o dönemde önemli bir kültür ve ticaret merkezidir
Babasının ölümünden sonra, ablası ile birlikte Sayram yakınlarındaki Yesi'ye yerleşen Yesevi, burada "Arslan Baba" adlı bir Türk şeyhinden ilk eğitimini almaya başlamıştır Türbesi Yesi yakınındaki Otrar'da bulunan Arslan Baba, rivayete göre; Hz Muhammed'in emanet ettiği hurmayı Ahmet Yesevi'ye ulaştırmak görevini üstlenmiştir Mezar-ı Şerifte bulunduğu bir dönem, İmam Rıza'nın öğrencisi olduğu belirtilen Arslan Babanın, Yesevi'nin manevi yücelmesinde önemli bir yeri vardır
Eğitiminin ilk aşamasını tamamladıktan sonra dönemin en önemli merkezi olan ve değişik bölgelerden binlerce öğrencinin akınına uğrayan Buhara'ya giden Yesevi, burada dönemin önde gelen din bilginlerinden olan Şeyh Yusuf Hemedani'ye bağlanmıştır Türbesi Merv'de bulunan Hemedani'den yoğun bir tasavvuf eğitimi alan Yesevi, Şeyhin dört halifesinden üçüncüsü olmuş ve ilk iki halifeden sonra şeyhinin yerine geçmiştir
Hamedani'den aldığı bir işaretle buradaki irşad makamını Şeyh Adülhalik Gücdûvani'ye bırakarak Yesi'ye dönen Yesevi, büyük bir etki alanına ulaşacak olan Yeseviye Ocağı'nı kurmuştur Abdülhalik Gücdüvani ise öğrencisi Muhammed Bahaüddin Nakşbend'i yetiştirerek, o dönemde Yeseviye Ocağı dışında ortaya çıkan iki büyük tarikattan birinin öncülüğünü yapmıştır Buhara'da kurulan Nakşibendiye tarikatı, zamanla Afganistan, Hindistan ve Anadolu'ya yayılmıştır
Yesevi, öğretisini hocası Arslan Baba'dan aldığı "ehl-i beyt" sevgisi ve bu doğrultudaki tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur Bir Türk sufi tarafından kurulan bu ilk büyük "Türk tarikatı", önce Maveraünnehir, Taşkent ve çevresi ile batı Türkistan'da etkili olmuştur Daha sonra Horasan, İran ve Azerbeycan'da yaşayan Türkler arasında yayılan Yesevi tarikatı, 13 yüz yıldan başlayarak göçlerle Anadolu'ya, oradan da Balkanlara ulaşmıştır
Yesevi öğretisinin bu denli etkili olmasının temel nedenlerinden biri; Ahmet Yesevi'nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça veya Farsça'yı değil, Türkçe'yi seçmesidir Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan kuşağa kolayca aktarılmasını bu yolla sağlayan Yesevi'nin "Hikmet" olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, 15 Yüzyılda yazıya geçirilerek "Divan-ı Hikmet" adı altında toplanmış ve kutsal bir kitap olarak elden ele dolaşmıştır
İslam'ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet'i benimsemesini kolaylaştırmıştır İslam'ı tanımalarına ve benimsemelerine karşın, varolan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet'ten çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan, bir İslam anlayışı daha yakın gelmiştir Böylece "şaman" geleneklerinin bir kısmı az ya da çok değişikliklere uğrasa bile varlığını sürdürmek imkanı bulmuştur Geleneğe göre, toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi, dinsel törenlerde de kadın-erkek birliktedir Kazakistan'da "Yesevi Zikri" adı verilen törenlerde, geleneğin islami değerlerle kaynaştırılarak bu gün bile sürdürüldüğü görülebilir
Bu örnekler, Yesevi'nin temsil ettiği İslam'ın, varolan inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmadığını ortaya koymaktadır Bu yüzden bugün yalnızca Kazakistan'da değil, eski Türkistan toprakları üzerinde yaşayan Türk topluluklarının çoğunda şaman gelenekleri İslamiyet içinde varlığını sürdürür Üstelik bu uygulamalar, Ahmet Yesevi'nin izinden gidenlerce Anadolu'ya ve Balkanlar'a da taşınmıştır
Ahmet Yesevi, öğretisini "Dört Kapı" olarak bilinen şu ilkeler üzerine kurmuştur: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat'tir Dört Kapı, İslamiyet'ten önceki Türk inançlardan kaynaklanmıştır Şamanlıkta Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönleri, kutsal kabul edilen dört ögedir Yönler dört renk ve dört kutsal varlıkla simgeleştirilmiştir: Mavi, Beyaz, Siyah ve Kızıl Ağaç, Demir, Su ve Ateş Şaman inancına göre bunlar, evrenin ve insanın özünü oluşturur: Adalet, Kudret, Akıl ve Uyum
Dört Kapı ilkesi Hacı Bektaş Veli'nin öğretisine de temel oluşturur Hacı Bektaş Veli her bir kapıya onar makam ekler ve "Dört Kapı, Kırk Makam" olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya koyar
--- Sonraki mesaj ---
Ebü’l-Hasan-ı Şazilî (1196-1258)
On üçüncü asırda yaşamış büyük İslam alimlerindendir Önce fen bilimlerine merak salmış ve bu alanda önemli bir birikime sahip olmuş, daha sonra tasavvufa yönelmiştir Kuzey Afrika'da yaşamıştır, müntesipleri çok geniş bir alana yayılmıştır Şazili tarikatının kurucusu olarak kabul edilmektedir Soyu, Peygamber Efendimizin (asm) torunu Hazreti Hasan'a (ra) dayandırılmaktadır Asıl adı Ali'dir Kendisine Nureddin lakabı da verilmiştir Künyesi Ebü'l-Hasan Ali bin Abdullah bin Abdülcebbar Şazili şeklindedir Risâle-i Nur'un muhtelif yerlerinde ismi, imamlar ve aktablar arasında zikredilmekte, insanlık alemini nurlandıran mümtaz şahsiyetlerden biri olarak telakki edilmektedir
Ali, 1196 yılında Tunus'un Şazile kasabasında doğdu Doğduğu şehre nisbeten Şazilî ünvanıyla meşhur oldu Eğitimine küçük yaştan itibaren memleketinde başladı Fen ilimlerine ilgi duyarak bu alanda eğitim gördü Özellikle kimya ile ilgili bilgiler üzerinde yoğunlaştı ve bu alanda önemli bir birikime sahip oldu İlmi tahsil noktasında önemli bir gayret gösterdiği gibi, daha fazla bilgi sahibi olmak için Cenab-ı Hakk'a dua ve niyazda bulundu
Müspet ilimlere ilgi duyan ve bu alanda yetişen Ali, bir süre sonra tasavvufa merak salmaya başladı Dini ilimler alanında da kendini yetiştirmek için bir çok seyahatte bulunarak muhtelif ilim merkezlerini dolaştı Dini ilimlerden tefsir, fıkıh, hadis, usul, nahiv, sarf ve lügat ilimlerini tahsil etti Gittiği yerlerde bulunan alimlerden dersler aldı Bu çerçevede Irak'a bir seyahatte bulundu Burada bulunan Ebü'l-Feth Vasıtî'nin sohbetlerine katılarak ilminden istifade etmeye çalıştı Burada bir süre kaldıktan sonra hocasının tavsiyesiyle memleketine döndü
Tasavvuf alanında Şerif Ebu Muhammed Abdüsselam İbn Meşiş-i Hasenî'den büyük ölçüde istifade eden ve onun etkisinde kalan, ona intisab eden Ebü'l-Hasan, burada da ilmi ve ameli eğitimini devam ettirdi Tam bir teslimiyetle hocasına bağlandı Hocası, diline ve kalbine sahip olma, takva sahibi olmayanlara benzememe konusunda telkinlerde bulundu Farzlarını yerine getirmeye devam etmesini tembihledi Her hal ve hareketiyle İslamiyet'e uyma telkininde bulundu Kasabasına döndükten sonra çok büyük sıkıntılarla karşılaşacağını ve asla Cenab-ı Hakk'ı unutup gaflete dalmaması ikazında bulundu Cenab-ı Hakk'a kulluk vazifesini yerine getirmenin dışında halka, başka hiçbir şeyi hatırlatmasına gerek olmadığını söyledi
Ebü'l-Hasan Ali, memleketine döndükten sonra öğrendiklerini insanlara anlatmaya ve onları doğru yola davet etmeye çalıştı Kısa zamanda şöhretinin yayılması ve çevresinde büyük toplulukların oluşmaya başlamasına paralel olarak büyük baskılara maruz kalmaya başladı Büyük sıkıntılar çekti Bir süre sonra da memleketini terk etmek zorunda kaldı ve Mısır'ın İskenderiye şehrine hicret etti Halk arasındaki itibarı giderek arttı Birçok tanınmış alim kendi ilminden istifade etmek ve kendisiyle görüşmek için yanına geldi
Ebü'l-Hasan, talebelerine ders verirken; gizli veya açıktan fiillerinde her zaman Allah'tan korkmalarını, her hal ve hareketlerinde, ibadetlerinde Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerine gösterdiği istikamete uyup, bida ve sapıklıklardan sakınmalarını, bollukta ve darlıkta insanlardan bir şey beklememelerini, kanaatkâr olmalarını, hem sevinçli hem de kederli günlerinde Cenab-ı Hakk'a sığınmalarını tembihledi
Şazili tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Ebü'l-Hasan Ali'nin tarikat kurmak amacıyla hareket ettiğine dair kesin bilgiler mevcut değildir Kendisi, tabi olanlarına ve ilminden istifade etmek isteyenlere, dünyevi işleriyle dini ibadetlerini mezc edecek ve birlikte sürdürecek tarzda telkinlerde bulundu Dünyevi işlerini tamamen bırakıp hizmetinde olmak ve sürekli yanında bulunmak isteyenlere, eskisi gibi dünyevi işlerini sürdürme telkininde bulundu Maddi yardımlardan mümkün mertebe sakındığı gibi, idarecilerin dergahlarına yardım etme tekliflerini de kabul etmeyerek geri çevirdi
Ebü'l-Hasan Ali, müntesiplerine sünnete sıkı sıkıya bağlanmaları konusunda telkinlerde bulundu Hal ve hareketlerine sünnete zıtlık teşkil etmeyecek şekilde yön vermelerini ve aykırı düşmemelerini tembihledi Kendilerine ilham olunsa bile, bu duruma aykırı düşecek her türlü faaliyetin sünnete uygun hale getirilmesini istedi
Ebü'l-Hasan Ali'nin ismi Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde zikredilmektedir Kendisi Kur'an-ı Kerim'in tilmizleri arasında sayılmakta ve talebeleriyle yaptıkları virdlerine işaret edilmektedir Bu virdlerinde kâinattaki mevcudatı virdlerine katarak Cenab-ı Hakk'ı zikr ve tesbih ettikleri belirtilmektedir (Lem'alar, s 123) Ebü'l-Hasan insanlara, Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını anlattığı vakitler dışında arta kalan zamanlarını ibadet ederek geçirirdi Hizbü'l-Bahr adlı tesbih ve dua kitabını okur veya okuturdu Bunu okumanın dertlerden ve sıkıntılardan kurtulmaya vesile olduğunu belirtirdi Yine ismi aktablar ve imamlar arasında zikredilerek, bunların keşfiyat ve müşahedatlarıyla ümmete gösterdikleri harika irşat ve kerametleriyle, aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) hakkaniyetine, doğruluğuna şahitlik edip imza bastıkları hatırlatılmaktadır (Şualar, s 542) Bu alimler, her biri birer nurani yıldız gibi insanlık alemini nurlandırmışlardır (Mesnevi-i Nuriye, s 281)
Ebü'l-Hasan Ali'nin değindiği hususlardan birisi Adem Aleyhisselamın Cennetten ihracı konusudur Bilindiği gibi, bu durum şeytanın desisesi ve yasak meyvenin yenmesinden sonra gerçekleşmiştir Ebü'l-Hasan bu konuda, "Ne şerefli bir günah ki, sahibini halifelik mak***** eriştirmiş ve kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin meşru kılınmasına sebep olmuştur" ifadelerine yer vermektedir Zaten Cennetten çıkarılmanın hikmeti insanoğlunun dünyaya imtihan edilmek üzere gönderilmesidir Adem Aleyhisselamın Cennetten ihracı ile ilgili meseleye açıklık getiren Bediüzzaman, bunun bir vazifelendirme olduğunu, insandaki kabiliyetlerin gelişmesinin sağlandığını, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna olan insandaki kabiliyetlerin inkişafları ölçüsünde buna hizmet ettiğini, dünyanın insanın kabiliyetlerinin inkişaf etmesine uygun bir şekilde yaratıldığını belirtilerek, konuyu açıklığa kavuşturmaktadır (Mektubat, s 46-49)
Ebü'l-Hasan Ali tarafından kurulduğu kabul edilen Şazili tarikatı Mısır ve Tunus'ta yayıldı Bu tarikatın müntesiplerinin Suriye'de de önemli bir sayı teşkil ettikleri aktarılmaktadır Daha sonra Cezayir'in batı bölgesinin tam***** yayıldığı belirtilmektedir Ebü'l-Hasan Ali defalarca Hacca gitti Yine bu gaye ile çıktığı 1258 yılındaki yolculuğu sırasında Mısır'da bulunan Hamisre'de (Homaysira) vefat etti
ŞEYH ŞAZELİ HZ NİN HİKMETLİ SÖZLERİ
Şazelî Hazretleri buyuruyorlar ki:
— Bizim yolumuz Ruhbanlık yolu değildir
Ve hattâ ne arpa ekmeği yiyerek geçinmek, ve ne de hurma ile doymak  Tuttuğumuz yol: Aradığımızı bulabilmek içinCehâb-ı Hakkın emir ve yasaklarına sabırla devam etmekdir
Şazelî Hazretleri buyuruyorlar ki:
— Âsi ve Fâsik kimseler de olsa, mü'minlerin topluluğun¬dan ayrılma  Ve onlar üzerinde seri hududu tatbik et Onlar Uyarmak için içlerinden yaramazlan at  Fakat bütün bunlanyaparken niyetini hâlis eyle Senin bu hareketin mü'minlerin yararı ve Hakkın rızası için olsun
Şazelî Hazretleri yine buyuruyorlar ki:— Bir gün hatifden bir nida geldi, şöyle deniyordu:"Daha sen ne zamana kadar sözü-sohbeti asılsız kimselerleoyalanıp duracaksın?
Bırak başkalarım, bana gel! İşiten benim  Uzak değil, ya¬kınım da  Benim tarifim ve öğretim anlatmam evvel ve ahir il¬mine karşı sana gânilik ihsan kılar  Onlara ihtiyacın olmaz Fakat Rasûl ve nebilerin ilmi bunun dışında Zira onlara ka¬vuşman kabil değil  "
Yine Şazelî Hazretleri buyuruyorlar ki:
Şu dört şey var ki, onlar bir insanda mevut olduğu müddet ona ilmin bir faydası olmaz:
1) Dünyaya aşırı bağlılık
2)Ahireti hatırdan çıkarmak,
3)Fakir olmaktan korkmak
4)insanlardan korkmak
Şu da Şazeli Hazretlerinin hikmet dolu sözlerinden biri; Kim ki; kalbini gaflete daldırır, dinini boşa giderir Ve Kim ki; halkla meşgul olur, dinini oyuncak eder
Şeyh Şazelî Hazretleri anlatıyor:
Ulema; yâni velayet halini bulmamış olan âlimler tedbir alır Onların seçme kabiliyetleri vardır Bakar ve arzu ettikleri¬ni seçip alırlar
Cenâb-ı Hakkın salih kullan daha bir başka türlüdür Bun¬ların cesedi, her ne kadar gerekli olduğu mahalle yerleşmiş ise de, esrarında bir soğuk ve çekişme hali vardır Bunlarda bir de¬ğişiklik icap ettiği zaman hallerinin ancak Evliyaullahdan bir zata açılması gerekir
Hak Tealânın velî kullarına gelince; Onlar O'nunla olduklan için onun zatından başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur
***
Şeyh Şazelî Hazretleri şöyle anlatıyor:
Hızır Aleyhisselâmı gördüm
— Ya Ebel Hasan Cenâb-ı Hâk lûtf-u cemilini sana yoldaşetti Kalsan da gitsen de o senin refikindir, buyurdu
--- Sonraki mesaj ---
hz Mevlana'nın Hayat
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur
Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur
Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı
Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır
Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi Konya'da bu devletin baş şehri idi Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler
--- Sonraki mesaj ---
MELAMİYYE
Bir tarikat adı Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır İlk defa Nişabur'da hicrî III asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b Ahmet b Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar Görünüş ve gösterişe değer vermezler İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır Özel giysileri ve tekkeleri yoktur Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır Birbirlerinin yardımına koşarlar Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V ve VI asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur
Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır
1 Devre: Kassariye Melâmîliği Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği Hicri III yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır
2 Devre: Bayramiyye Melâmîliği İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir Bunun yerini, hicri IX asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur
3 Devre: Nuriyye Melâmîliği Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır
--- Sonraki mesaj ---
Hacı Bayrâmı Velînin vefatında yerine hulefâsından göynüklü Ak Şemseddin geçti[1] Ak Şemseddin ile bıçakçı olduğundan dolâyi Sikkînî lakabile mülakkap bulunan Bursalı Ömer dedenin meşrepleri tamamile birbirinin muhâlifi idi Ak Şemseddin, âdâp ve rusûmi şeriat ve tarikat ile mukayyet bir şeyhi zâhitti Ömer dedenin meşrebinde ise melâmet ve cezbe galipti Bundan dolâyı Hacı Bayramın zamanından beri aralarında «bir miktar bürudet vâki olmakla Hacı Bayram sultan emir Sikkinî ile Ak Şemseddininin mabeynlerini ateşten gayri bir şey temyiz etmez» dermiş [2]
Mahmudi kefevî « ketâip » ismindeki kitabında menkabevî bir hâdiseden bahsetmektedir:
Hacı Bayramın ihtizarı yaklaşınca kendisine kimi halef bırakacağı ve irşat mak***** kimi tayin edeceği endişesi ile dervişler, nezdinde içtima ediyorlar Ak şemseddin şeyhin yanında oturuyor Emir Sikkinî de odanın kapısının yanında ayakta duruyor Hacı Bayram gözlerini açıp «emir; su getir» diyor Müritler hep sâdâttan olduğundan lâalettayin biri kalkıp bir maşrapa su getiriyor Şeh, maşrapayı alıp suyu içmiyerek önündeki meyva tabağına döküyor Sonra yine su istiyor Müritlerden diğer biri su getiriyorsa da Hacı Bayram yine içmeyip tabağa döküyor Üçüncü defa olarak su isteyince Ak Şemseddin Emir Sikkinîye su getirmesini söyliyor Emir suyu getirince Hacı Bayram içerek bakiyyesini mumaileyhe verip « iç; emniyeti kübraya nâil olasın!» diyor Emir Sikkînî, artık suyu içiyor Bu, teslimi sirra işaret addedilmiştir
Şârihi mesnevî Abdullah efendi, bu vak'aya semeratülfuadında "Emir Sikkinî Bursada mütemekkin iken hacı Bayrâmı velînin intikallerine müteallik bazı işârât vaki olmakla ankaraya azimet eyleyip hikmeti huda hacı Bayram hazretlerini muhtazar bulup mabeynlerinde nice işârât geçtikten sonra dari fenâdan dân bakaya  „ diye işaret ediyor [3] La'lî zâde Abdülbakî ise sergüzeştinde vak'ayı zikrederken iki defa su getirenin Ak Şemseddin olduğunu ve Hacı Bayramm her iki defada da suyu içmeyip önündekin kiraz tabağına döktüğünü, üçüncü defasında Emir Sikkînînin getirdiği sudan içip bakıyyesini de Emire verdiğini yazıyor"
Hacı Bayramın vefatından sonra Ak Şemseddin Beypazarına gidip tavattuna niyet ediyorsa da sergüzeşte göre ahalisinin taassubundan dolayı oturamayıp Göynüğe geliyor Emir Sikkînî de esâsen şeyhinin vefatından sonra Göynükte tavattun etmişti
Meşrepleri muhalif bulunan bu iki şeyhin bir beldede irşat makamlarıda bulunmaları tekrar bâdîi kılükâl oluyor Ketâip sahibi balâda nakletiğimiz hikâyeden sonra asıl menkabevî hadiseye şu suretle devamediyor
Hacı bayramın vefatından sonra bütün müritler, şeyh Ak Şeşmeddine tâbi' ve meclisine mülazım olup ona biat ettiler Her kuşluk ve akşam vakitlerinde mesçitte oturup ihvanile zikrederdi Zikirden sonra birbirlerile musafaha ederler ve müritler, şeyhin elini öperlerdi hmir Sikkînî mescidin bir köşesinde oturup halkai zikre giremezdi Ak Şemseddin bundan münfail olup bir gün Emir Sikkinîye "halkai zikrimize mülâzemetin lâzımdır, yoksa senden şeyhin tacını alırız» dedi Emir « mademki böyledir; yarınki cuma günü namazdan bizim eve gelin Size hirka ve tacı teslim ederiz » dedi Ertesi günü Emir, evinin avlusuna büyük bir ateş yaktırdı Namazdan sonra Ak Şemseddin ihvanile eve geldiler Kendisi sırtında hırka, başında taç olduğu hâlde ateşe girdi Bir müddet sonra ateşten çıkınca hırka ve tacın yandığı, fakat kendisine birşey olmadığı görüldü Bu zamandan itibaren kendsinin ve müritlerinin taç ve hirkası yoktur Bu tarika intisap edenler, oldukları kisve ve hey'eti tebdil etmezler Bu vak'a güynük ahalisi beyninde meşhurdur; biz de ahaliden işttik ve hikâye ettiğimiz hâdisenin mahalli vukuunu ve Emirin kabrini ziyaret ettik ,
Sarı abdullah, semeratülfuadında bu vak'ayı bir teferrüç mahallinde olmuş gösteriyor La'lî zade merhum da vak'ayı Semeratül fuatta olduğu gibi nakledip «taç ve hırkayı narı aşk ve cezbede ihrak edip libâsı-avâm ihtiyâr etmekle badelvakia ol tarik müritleri aslında ne ğünâ libasta ise ol tarzı tagyir etmezler Fukarâyi melâmiye için libâsı mahsus yoktur,, diyor Gerek sarı abdullah, gerek La'lî zâde, bu vak'adan sonra tarikin ikiye ayrıldığını ve badema ak Şemseddin ile Ömer dedenin arasında bürudet kalmadığını ilâve ediyorlar
Bu ateşe girmek mes'elesi,menkabelerde bir birine zıddolan şeyhlerin, büyük zevâtın hayatlarında hemen hemen Ketâibin hikâyesindeki ayniyeti hâiz olarak mevcuttur Hatta Bektâşî an'anesinde Sarı Saltık menkabesinde de vardır Yalnız bu menkabenin Ömer dedenin vefatından yarım asrı mütecaviz bir zamandan sonra ağızdan ağza mütedavil bir hâle gelmesi; dedenin oralardaki marufiyetile beraber zamanındaki nüfuzunun kuvvetini ve Ak Şamseddine muarız buluduğunun doğruluğunu isbat etmektedir
Bursalı Ömer dede 880 tarihinde vefat edip göynükte umumî kabristana defnolunmuştur Mamur ve mükemmel bir türbesi vardır
--- Sonraki mesaj ---
HAMDUN KASSAR (K S)
Nişabur sofileri arasında bulunan Kassar’ın ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmiyor Ancak Nişaburda doğduğu ve 884/885 yıllarında yine bu belde de öldüğü bilinmektedir Hayatı boyunca nefsiyle mücadele eden ve insanlara hizmeti kendine şiar edinen Hamdu Kassar der ki:
“Nefsimi,Firavunun nefsine tafdil etmem,Çünkü ikisi de nefstir Fakat gönlümü Firavunun gönlüne tafdil ederim ” Bu sözlerle de Hamdunun nefsine karşı tutumu açıklığa kavuşur Çünkü AHZAB SURESİNDE geçen şu ayeti kerimeye,içtenlikle,bağlıdır:
“Biz emaneti göklere,yere ve dağlara arz ve teklif ettik Onlar yüklenmekten çekindiler Endişeye düştüler İnsan ise yüklendi o,pek cahildir ”(Ahzab Suresi 72)
Allah emanetini yüklenen kişinin nefsine zalim,masivaya cahil olması en tabii şeydir Onun için Hamdun Kassar nefsine zalimdi ve masivaya cahil olmayı yeğ tutuyordu
Hamdun Kassar’ın tarikat silsilesi Hz EBUBEKİR SIDDIK’a dayanmaktadır
Silsilesi şöyledir: HAZRETİ MUHAMMED- HAZRETİ EBUBEKİR SIDDIK-CÜBEYR İBNİ MUT’İM İBNİ NEVFALÜL KUREYŞİ- MUHAMMED İBNİ CÜBEYR’ÜN NEVFELİ- EBUBEKİR İBNİ MÜSLİM İBNİ ABDULLAHİZ ZEHERİ-EBU İYAZ İBNİ MANSUR İBNİL MUAMMER- ÜS SÜLEMİYYÜL’KÜFİ- EBU ALİ FUZEYL İBNİ İYAZ’İL KÜFİ- FETH İBNİ ALİYYÜL MAVSİLİ- EBU’L HÜSEYN SALİM İBNİ HÜSEYN’İL BASURİ- EBU SALİH HAMDUN İBNİ AHMED İBNİ AMMAR’ÜL KASSAR
Hamdun Kassar,Ebu Türabi Nahşebiye de müritlik yapmıştır Ayrıca devrin büyük veli ve bilginlerinden Salim İbni Hüseyn’ül BASURİ ile sıkı ilişkileri olmuş, ona müritlik ve öğrencilik yapmış ve BASURİ kendisine hilafet ve icazet vermiştir
En çok değer verdiği hocası ve Şeyhi NAHŞEBİ yolu ile silsilesi İBRAHİM ETHEM’e dayanmaktadır
“NE ZAMAN YOLDA BİR SARHOŞ GÖRÜRSÜN,İKİ TARAFA SALLANIR,SEN DE SALLAN TA Kİ NEFSİNE KİBİR VE UCUP GELMESİN VE ONA KÜFRETME,ONU TENKİT ETME SEN DE O’NUN O MÜPTELA OLDUĞUNA UĞRAMAYASIN ”
diyebilen yüce Hamdun etrafında fazileti telkin eder ve melametin sorumluluktan kaçma olmadığını,bilakis tamamen sorumluluk olduğunu anlatır Çevresine şöyle nasihat ederdi: “Bir hal ki sende var ve bu halk arasında faş olmasını istemezsin,yayılmasından dolayı rahatsız olursun, başkalarının da sırları böyledir Başkalarına ait kulağına gelen her hangi bir sırrı sen de sakla,hiç kimseye söyleme Söylediğin takdirde elbet o da senin gibi incinir ve rahatsız olur ”
Ne Zaman,kişiye halk’a vaaz ve nasihat etmek gerektiği sualine şu cevabı verdi:
“Allah’ın farzlarından bir farzın yerine getirilmesi ilminde taayyün ettiği veya bir insanın, yüce Allah’ın kendisini bidatten kurtaracağını umduğu halde,bidat içinde öleceğinden korktuğu vakit,caiz olur ”
Hamdun Kassar adaletin örneği idi Bir arkadaşına ölümüne kadar yardım için koşmuş,başında durmuş,hizmet etmişti Adam ölünce hemen baş ucunda yanan kandili söndürdü Orada bulunanlar itiraz ederek:”Böyle ölüm anlarında kandil söndürülürmü? Asıl şimdi yanması lazım Onun için yağı arttırılır,söndürülmez” dediler Handun Kassar, onlara şu cevabı verdi:
“O sağ olduğu sürece yağ onundu Şu andan itibaren yağ varislerinin oldu ”
|