Prof. Dr. Sinsi
|
Kayyûm-İ Zaman
Sûfî Abdüllatîf isminde bir zât şöyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazretleri Kâbil'i teşrif etmişti Huştî Köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Âdil ismindeki bir zâtın evinde kalıyordu Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı Bu sebeble doktorlar soğuk su içmesini yasaklamışlardı Bu yüzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su getirmezlerdi Kayyûm-i Zaman bir gün bu fakîre; "Bâzı pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur Bu yakınlarda böyle bir pınar biliyor musun?" buyurdu "Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim " deyince; "Görmeden cevap vermeyin, kalkın, arayın " buyurdu Bu yakınlarda böyle bir pınarın bulunmadığı bilindiği hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile çıktık Kapıdan çıkar çıkmaz bir pınar göründü Duvarın dibinde su kaynıyordu Oraya yaklaşınca, bir su gördüm ki, hakkında; "Sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk " sözü söylenebilirdi Bu duruma oradan gelip geçenler de şaşırdı Önce o sudan ben içtim Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim Buralarda böyle bir suyun bulunmadığını, bu hâlin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arz ettim Sevindi ve Allahü teâlâya şükreyledi O pınara, "Nûr pınarı " ismini verdi O pınar, o güzel hâliyle epey müddet aktı "
Bir zamanlar Hindistan'da büyük bir kıtlık vâki oldu ve uzun zaman devam etti Aynı zamanda vebâ salgını da başgösterdi Birçok kimse duâ etmesi için huzûruna gelip; "Bu belâ ne zaman geçecektir Bu kıtlık ve bu vebâ salgınından insanlar ne zaman kurtulacaktır?" diye arz ettiler "Sabrediniz!" buyurdu Her ne zaman gökte bir bulut görülse, insanlar Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelirler; "Havada bir başkalık var Acabâ yağmur yağacak mı?" derler, ondan bir cevap beklerlerdi Cevap olarak bâzan; "Bu bulut yağmur vermeden geçer " der, bâzan da; "Bu bulutta yağmur yok " derdi Bir gün buyurdu ki: "Bakınız! Gökyüzünde bir bulut görülüyor," Oradakiler baktılar ve önceki bulutlara göre bunda da yağmur yok zannettiler Buyurdu ki: "Bu, her tarafı yağmur ile dolduracak bir buluttur " Böyle derdemez o bulut büyüdü, büyüdü, her tarafa yayıldı Gök gürültüsünün ardından rüzgâr ile birlikte şimşek çakmaya ve gâyet şiddetli yağmur yağmaya başladı Üç gün üç gece öyle devâm etti Yağmur, Hindistan'ın her tarafına aynı şekilde yağdı Allahü teâlânın ihsânı ve bu yağmur sebebi ile, kıtlık ve vebâ kalmadı Sanki Hindistan yeni baştan tâzelenmiş gibi oldu
Kayyûm-i Zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı Bir sene geçtiği hâlde, iyileşmedi Doktorlar âciz kaldıklarını söylediler Bu hastalık devâm ederken, birgün Kayyûm-i Zaman talebelerine buyurdu ki: "Oğlum Şeyh Ehlullah'ın hastalığı çok uzadı Çok zayıf düştü Üstelik gittikçe ağırlaşıyor Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim yüklenmem îcâb ediyor " Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate kavuştu Kendisi ise iki sene kadar hasta yattı Sonra iyileşti
Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri zamânında,Hüsrev Bek isminde hırsızlık ve dolandırıcılıkta meşhûr biri vardı Bu, güçlü kuvvetli olup, çok cesur ve yiğitti Hırsızlık ve yankesicilikte zamânın meşhûru idi Bulunduğu yerin civârındaki köylerde eziyet ve cefâsından kurtulmuş tek bir ev yoktu Belâ kesilmediği ve ulaşmadığı yer yoktu Bir ara Kayyûm-i Zaman hazretleri Meyve Hâtun isimli bir köye gitmişti Bu meşhûr Hüsrev Bek de oradaydı Her nasılsa Kayyûm-i Zaman'ın ziyâretine gitti Birkaç gün sohbette bulundu Geceleri, arkadaşları ile berâber Yâkûb Türkmân köyünde kalırdı O günlerde köyün yakınındaki kervansaraya büyük bir kervan gelmişti Kervanda, Belh şehrinin büyük tüccârları vardı Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber alıp, bilhassa kervandaki tüccârların mallarının çokluğunu ve bu arada çok kıymetli bir atın da bulunduğunu öğrenince, gece arkadaşları ile beraber kervansaraya doğru yola çıktı Kervansaray gâyet muhâfazalı ve sağlamdı Hırsızların reîsi olan Hüsrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı ve doğruca o çok kıymetli atın bulunduğu yere gitti Atı çözecekken at kişnedi Kişnemeyi duyan atın sâhibi kalkıp atın yanına geldi Hırsız da yakalanmamak için, görünmeyecek şekilde kendini yere attı O kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması için sâhibi bir çivi daha çaktı Çaktığı çivi hırsızın eline geldi Hırsız bütün ızdırâbına rağmen yakalanmamak için sesini çıkarmadı Böylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız için, artık kaçıp kurtulmak ihtimâli de kalmamıştı Orada sabaha kadar çok büyük sıkıntılar çekti Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye çalışıyordu Fakat çok daralmıştı Yaptığı işin kötülüğünü anladı Âdetâ, kendi kendinden nefret etmeye başladı "Bu belâdan kurtulursam ertesi gün Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gideceğim Tövbe edip talebelerinden olacağım " diye düşündü Tam bir âcizlik içinde ve büyük bir samîmiyetle böyle düşündüğü için, o anda Kayyûm-i Zaman'ı yanında gördü Kayyûm-i Zaman o çiviyi çıkardı "Hadi git Seni kurtardık " deyip gözden kayboldu Hüsrev Bek büyük bir ferahlık hissetti ve kervansaraya girdiği yerden dışarı çıktı Arkadaşları ise hâlâ onu bekliyorlardı Arkadaşlarına başından geçenleri anlatanHüsrev Bek; "Ben Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gidip hırsızlıktan tövbe edeceğim ve kabûl buyurursa talebeleri arasına gireceğim " dedi Arkadaşları da; "Hırsızlıkta bizim reîsimiz olduğun gibi, tövbede de reîsimiz olursun " diyerek tövbe ettiklerini bildirdiler Böylece hırsız başı olan Hüsrev Bek ve bütün arkadaşlarıKayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip tövbe ettiler Onun muhlis talebelerinden oldular O ana kadar çaldıkları malları mümkün olduğu kadar yerlerine sâhiplerine ulaştırdılar, yâhut helâllaştılar
Bundan sonra bu büyükler yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yüksek dereceler, kemâl mertebeler elde eden Hüsrev Bek, hocası Kayyûm-i Zaman hazretlerinden hilâfet ve icâzet aldı Hocası ona; "Fakîrullah" ismini verdi Çok gayret gösterdi Birçok kimse onun vesîlesiyle bu büyükler yoluna girdi O diyarda bulunan insanlar, zamânımıza kadar onun menkıbe ve fazîletlerini anlatmaktadırlar Nitekim hadîs-i şerîfte; "Câhiliye zamanında seçkin olanlarınız, İslâmda da seçkinleriniz olur " buyrulmuştur
Kayyûm-i Zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan Gülendâm isimli bir zât şöyle anlatır: Şeytan bana çok musallat olur, lüzumsuz hayal ve düşüncelerle beni meşgûl eder, kötü işler yapmam için yol gösterirdi Bir gece bu düşüncelere dalmışken, kalbime; "Sen Kayyûm-i Zaman'ın yüksek kapısına ulaşanlardansın Ne için hâlini o dergâhta hizmet görenlere açmıyorsun Açarsan bu belâdan kurtulursun " diye bir ses geldi Bir gece teheccüd namazı vaktinde hocamı yalnız bulup, hâlimi arz eyledim "Şeytan, sizden ümîdini kesti" buyurdu O günden bu güne kadar seneler geçti de bir daha bana musallat olmadı Hiçbir şekilde, hiçbir işime karışmadı Hattâ o zamandan beri ihtilâm bile olmadım "
Bir gün bir talebenin hanımı şiddetli bir hastalığa tutuldu Ölmek üzereydi Talebe, Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip, bu hastanın şifâ bulması için duâ buyurmasını arz etti Kayyûm-i Zaman; "Hiç üzülme! Hastalığı geçecek, sıhhate kavuşacaktır " buyurdu Talebe sevinip hastasının yanına döndü Fakat bir müddet sonra hastanın durumu ağırlaştı Artık ümîd kesilmişti Bir gece can vermek üzereydi Rûhunu can alıcı meleğe teslim edip, gözleri, elleri ve ayakları ölülerdeki gibi oldu Bu hali gören o talebe üzülerek, ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve hastanın Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu söyleyip; "Mağfireti için duâ buyurunuz efendim " dedi O sıradaKayyûm-i Zaman hazretleri teheccüd namazı için kalkmıştı Bu talebesine buyurdu ki: "O hasta ölmemiştir " Talebe; "Efendim Elleri ve ayakları düz ve hareketsiz duruyor Gözleri de kapandı Vefât ettiğini iyice anladıktan sonra huzûrunuza geldim " dedi Kayyûm-i Zaman yine; "Mümkün değil ölmemiştir " dedi ve yiyecek bir şeyler verip; "Gidin Ne yapıp yapın Ağzını açın ve bu yemeği ağzına koyun Yaşadığından hiç şüphe etmeyin " buyurdu Talebe şaşkın bir vaziyette bildirileni yapmak üzere geri döndü Hastanın yanına geldi Ağzını zorla açtı Hocasından getirdiği yiyecek şeylerden ağzına koydu Daha ağzına koyar koymaz, yemek o hanımın ağzında oynamaya, hareket etmeye başladı Yemeği yuttu ve o ölü hâli geçip yaşama emâreleri görülmeye başladı Birden tam sıhhate kavuştu ve aç olduğunu bildirip çorba istedi
Kayyûm-i Zaman'ın talebelerinden birisi huzûruna gelip; "Efendim! Bizim bahçede bir ağaç var Meyve vermiyor " diye arz etti O talebeye buyurdu ki: "Asâmı (bastonumu) al O ağacın gövdesine dokundur İnşâallahü teâlâ meyve vereceğini ümîd ediyorum Hem de çok lezzetli meyveler verecektir " O talebe diyor ki: "Asâyı alıp ağaca dokundurdum Allahü teâlâ, hocamın o asâsının bereketiyle ağacı meyve ile donattı ve bu hal bütün şehirde darb-ı mesel oldu Herkes ondan bahsederdi
Kayyûm-i Zaman'ın halîfelerinden Sûfî Abdüllatîf-i Kâbilî şöyle anlatır: Üstâdım Kayyûm-i Zaman MuhammedSibgatullah hazretlerini çok görmek istiyordum Bir gün bu arzum şiddetlendi Kalbim yanıyor, yerimde duramıyordum Ben Kâbil'de, o ise, irşâd diyârı olan mübârek Serhend şehrindeydi Yüksek babasıUrvet-ül-Vüskâ, Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî'nin dâveti üzerine bir anda Serhend'den Kâbil'e gelip, yine bir anda geri dönmüştü Birden aklıma bu hâdise geldi Hocam Muhammed Sibgatullah ki her hususta babasına uymuştu ve onun kemâlâtına kavuşmuştu O hâlde Allahü teâlânın izni ile o da bir anda gelebilirdi Bu zavallı âşığı mübârek yüzü ile şereflendirir ve bu arzu ateşime bir çâre bulurdu Bu lütuf onun kerîmliğinden, iyilik ve ihsânından beklenir, ümîd olunur diye düşündüm Bu düşünceler içinde çarşıya doğru gidiyordum Âniden, karşımdan bana doğru yaklaştığını ve yüz yüze geldiğimizi gördüm Hemen ellerine kapandım Bir müddet berâber kaldık Sonra gözümden kayboluverdi
Berekat-ı Ma'sûmî kitabının yazarı olanSefer Ahmed şöyle anlatır: "Bir gün bu fakîr, Kayyûm-i Zaman'ın huzûrundaydım Kendisine hizmet etmekle şerefleniyordum O esnâda çok müşâhede ve hâllere kavuştum Dekken beldesine gidince gönlüme; "Acabâ bir daha hocamın yüksek huzûrunda bulunabilecek miyim?" Sohbet ve hizmetle şereflenebilecek miyim? Yoksa bir daha göremeyecek miyim?" gibi düşünceler geldi O anda hocamı karşımda gördüm Bana; "Ebû Saîd Ebü'l-Hayr buyuruyor ki " diye başlayıp o yüksek velînin şu meâldeki beytini okudu:
Bir kuş ki düşmüş idi, şu varlık tuzağına,
Uçup gitti, tuzaktan başka bir şey kalmadı
Fakîr, bu şiirden vefâtının yaklaşmış olduğunu anladım Çünkü, sırları, gizli hâlleri, rumûz ve işâretlerle anlatmak, bildirmek âdetiydi "
Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler Muhârebenin her iki tarafta da şiddetlendiği, kılıçların, okların, silâhların ölüm saçtığı bir geceydi Kayyûm-i Zaman merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti Bir ara ayakları kayıp yere düştü Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarsına benzer bir yara gördüler Anlaşıldı ki harbeden müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi Bu yarayı muhârebe meydanında aldığı anlaşıldı Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, müslümanların imdâdına yetişmiş ve kâfirlerin yenilmesine yardımcı olmuştu
Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı Acı ve ızdıraplar çekti Sonra şehîdlik mertebesi ileAllahü teâlâya kavuştu Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu 1710 (H 1122) senesinde Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda bir Cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı Onu çok sevenler, vefât târihini bildirmek için ebced hesâbı ile 1122'yi gösteren çok şiirler ve mısralar söylemişler, yazmışlardır
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu Bundan sonra rûhunu teslim etti
Seksen yaşına yaklaştığında; "Allahü teâlâ, seksen yaşındakileri Cehennem'den âzâd eyler " buyurdu Seksen yaşını geçtikten sonra Allahü teâlânın rahmetinden daha fazla ümitlendi Dâimâ hamd eder ve şehîd olarak ölmeyi taleb ederdi Bunun için Allahü teâlâ ona şehîdlik mertebesini ihsân etti Cenâze namazında çok büyük kalabalık vardı Yüksek babası İmâm-ı Ma'sûm'un türbesinde medfûndur
Kayyûm-i Zaman'ın; Şeyh Ebü'l-Kâsım, Muhammed İsmâil, Şeyhullah ve Rahmetullah isimlerinde dört oğlu olup, oğullarının herbiri babalarından icâzet ve hilâfet almış, olgun ve yüksek velî idiler Kayyûm-i Zaman'ın oğullarından başka birçok halîfeleri de vardı Bâzılarının isimleri şöyledir: 1) Ma'den-i Cevâhir ve Berekât-ı Ma'sûmî kitaplarının müellifi Meyân Sefer Ahmed, 2) Şeyh Zeynel'âbidîn: Meyân Fakîrullah Burhânpûrî ismi ile meşhûrdur 3) Mîr Azîz, 4) Mîr Muhammed Ganî, 5) Ebû Nasr Sultanpûrî, 6) Muhammed Refî'ı Kâbilî, 7) Abdüllatîf-i Kâbilî, 8) Şeyh Fakîrullah: Yâkûb Türkman köyünden olup, önceki adı Hüsrev Bek idi 9) Hâfız Muhammed Nizâm Kâbilî, 10) Sûfî Elif-i Belhî, 11) Sûfî Muhammed Kâbilî
ODUN KÂFİ GELMEDİ
Daha yaşı çok gençken, babası İmâm-ı Ma'sûm hacca gidiyordu Yanlarında talebelerinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı Muhammed Sibgatullah'ın yaşı çok genç olduğu için, kâfilede bulunanların ekmek ve su ihtiyaçlarını temin etmek vazifesi ona verilmişti Bir gün diğer hizmetçilerin başı, Muhammed Sibgatullah'a gelerek; "Etrafta çalı, çırpı, odun görünmüyor Hamur hazır, fakat ateş olmadığı için pişirip ekmek yapamıyoruz Hamur olduğu gibi duruyor Arkadaşların ise yemek zamânı yaklaşıyor Bu duruma bir çâre bulunuz " diye arz etti Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru buraya getirin " buyurdu Hamuru getirdiler Hamuru eline aldı "Kimse gelmesin Ben şu tümseğin arkasında pişirip getireyim " dedi ve gitti Hemen başını açtı Bir parça hamur alıp başına koydu Çabucak pişiverdi Böylece bütün hamuru ekmek yapmaya başladı Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişiriyor deyip, yanına geldi Vaziyeti gördü O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi Az bir hamur kalmıştı Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; "Odun kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim!" deyince, kerâmetler hazînesi yüksek babası tebessüm ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?" buyurdu
ŞİFÂ OLAN YEMEK
Kayyûm-i Zaman hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmıştı Bir akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere, yüksek huzûruna geldi Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu Hasta içeri girdiği zaman daha bir şey söylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?" dedi O da; "Hepsinden yemek isterim Hepsini seviyorum Ama ne yapayım ki, perhiz ediyorum " dedi Hastayı muâyene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu Kayyûm-i Zaman, doktora dönerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi Doktor; "Efendim, tıb bilgimize göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve öldürür " diye arz etti Bunun üzerine hastaya dönüp; "Bu yemeklerden yeyiniz Sizin şifânız bunlardadır " buyurdu Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izniyle hemen sıhhate kavuştu
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c 1, s 204
2) Umdet-ül-Makâmât; s 342
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s 197
4) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c 17, s 107
|