Yalnız Mesajı Göster

Abdülhakîm Arvâsî

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Abdülhakîm Arvâsî




Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:

Tahsîlimi İstanbul'da yaptım Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim Her toplulukta söz sâhibiydim Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum Sohbete başladı Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim O büyük zâta talebe olmakla şereflendim

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk Efendi ile ikimizdik Her zamanki gibi beni imâm yaptılar Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı Şimdi dağılmış"

Yine Şakir Efendi naklediyor:

İzmir'de Hisar Câmiindeydik Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler Çocuk dilsizdi Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi Çocuk yürüyüp geldi Ellerini öptü Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu Çocuk birden cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var İkinci bir oda yaptırıyorum Kiraya verip onunla geçineceğim Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi Yarın gel, konuşuruz dedim Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı İkindi vakti dergâhlarına gittim Hâlimi sordular "Müşteri geliyor mu?" dediler "Geliyor" dedim Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum "Sipariş veren oluyor mu?" dediler "Bugün yok" dedim "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular Gene hatırlamadım Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular Ancak o zaman hatırlayabildim

Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı Çocuk düşmekten kurtuldu

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır:

Bir yaz günüydü Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik Başka kimse yoktu Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk "Yanıma sokul, gözlerini kapa" buyurdu Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm Yanımıza geldi Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı Elini öptüm İkisi yavaş sesle konuştular Ben işitmiyordum Edeple seyrediyordum "Gözünü aç" dedi Açtım İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm Sokağa çıktık İkindi okunuyordu "Ne gördün?" dedi Anlattım "Ben hayatta iken kimseye söyleme" dedi Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum

Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941 Almanlar sınırımızda Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum Lütfen dinliyorlar Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât Harbe sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü çıkmasa" Buyurdukları gibi oldu Harbe girmedik Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti kavurdu Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş! herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük kerâmet" derdi

Fâruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık Ayıldı Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi İstanbul'a götürdük Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı Bülûğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim Çocuk tekkede kırk gün kaldı Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu Hukuk Fakültesini bitirdi Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden iyidir" derdi Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır

Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir Erzincan gibi" buyurmuşlar Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir

Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:

Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner"

Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular Eve gittim Kıymetli kitaplarıma kıyamadım Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim Yatsıdan sonra yattım Abdülhakîm Efendiyi gördüm "Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular Kalktım Abdest aldım İki rekat namaz kıldım Yine yattım Daha uyuyamamıştım Abdülhakîm Efendi geldi "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi Korktum Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım Geldim yattım Ancak uyuyabildim Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi

Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri îzâh ediyordu İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum

Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum Vardım Bahçed yalnız oturuyorlardı Selåâm verip ellerini öptüm Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu "Manolya" dedim "Şu nedir?" buyurdu "Gül" dedim "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu "Hayır efendim" dedim "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim

Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder Otuz sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye düşünür Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe söyler Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper öper

Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini istedi Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı Böyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih Câmii avlusuna geldi Na yapacağını bilmez bir hâldeydi Bir tarafta annesi diğer tarafta ise canından çok sevdiği hocası Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar verdi Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum" dedi Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri" cevâbını verdi Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı Hatta bir başparmağımı kestiler Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım

Buyurdular ki:

Kur'ân-ı kerîm şifâdır Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir Pis borudan şifâ gelmez

Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir

Allahü teâlâ sırrını eminine verir Bilen söylemez, söyleyen bilmez

Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir

Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur

Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir

Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir

Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez

Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır

Temiz ve yeni elbise giyiniz Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz

Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır

Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz

Allahü teâlâ dilediğini yapar İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder Güzel ve doğru onun dilediğidir

Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız

Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler

Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür

İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil

Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir

Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü Bir müddet Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 (H1362)'te vefât ettiler Vefât ânında hafif bir zelzele oldu

Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makamlara başvurdular Ancak kabul edilmedi Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı

O sırada evin ahşap kapısı çalındı Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam:

"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır" dedikten sonra dönüp gitti Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu

Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi Onun sesini iyi tanır Telkinini Hilmi versin" buyurdu Böylece telkin vermek ve kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu

Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân

Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân

Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet görmediklerini beyan etmişlerdir

Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri mevcuttur Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok mektupları vardır Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır

Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı Oğullarından Enver Bey hicret esnasında 1918'de Eskişehir'de vefat etti İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum kabristanındadır üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır 1979'da vefat etti Kabri Bağlum'dadır

Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir Diğer kızı Mâide hanım hayattadır (1992)

AMELİYAT OLMADI AMA

Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,
O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:

Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,
Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede

Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,
Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat

Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,
Efendi'ye uğrayıp, haber verdim hemence

Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,
Bana; "Sen hasta mısın?" diyerek etti suâl

"Evet" deyip gösterdim, o ağrının yerini,
Tam onun üzerine, dokundurdu elini

"Burası mı?" diyerek, o yeri ovdu biraz,

Onun bereketiyle, gitti benden o maraz

O, mübârek elini, dokununca o yere,
Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire

Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,
Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben

BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN

Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:

"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"

Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye

Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
Ânında yetişirdi, istese her kim imdât

Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta

Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın

Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur

Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak

Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman"

Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun

Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben"

NİÇİN OKUTMUŞ?

Hâlid Turhan Bey anlatır:

Bir gün ziyâretlerine gitmiştim Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular Arapça idi Okumaya çalıştım Yanlış okuyunca düzeltirlerdi Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular Takıldığım çok ibâreler oldu Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler İyice anlamıştım Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim İmtihanı kazandım Kütüphâne müdürü oldum Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım

ÎMÂNIN KUVVETİNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,
Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi

O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,
Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta

Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,
Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin

Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma

Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,
Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"

Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,
Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona

Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,
Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,
Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir"

Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,
Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s1023
2) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c1, s34-73
3) Başbuğ Velîlerden; s336-351
4) O ve Ben
5) Eshâb-ı Kirâm; s164-166, 287-293
6) Son Devrin Din Mazlumları; s319-336
7) Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s160-164
8) Cihâd Önderleri-I; s125-131
9) Rehber Ansiklopedisi; c1, s25
10) Sefînet-ül-Evliyâ

Alıntı Yaparak Cevapla