Prof. Dr. Sinsi
|
Ubeydullah-İ Ahrâr
"Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur " buyurdu Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu Hemen mübârek ellerini tuttum Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz " buyurdu
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi Ondan icâzet (diploma) aldı İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu
Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek "
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti 1300'den fazla çiftliği vardı Herbirinde üç bin amele çalışırdı Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler içindir Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur
Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti Kaftan kendisine verildiğinde; "Bu kaftanı giymek câizdir Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin " demiştir
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı Hava çok sıcaktı Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır Yoğurt da temizdir Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim " dedi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim Keçiyi yine sürüye kat Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur Kimse para ile yoğurt almaz Lütfen kabûl buyurunuz " dedi "Kabûl etmeyiz " buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı Önce kendisi yedi Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim Herkesi bir yoldan götürürler Bizi hizmet yolundan götürdüler Hayır umduğum herkese hizmet ederim " buyurmuştur
Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim "
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım Sümkürdüklerini de görmedim İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim "
Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım Bâzan nezle ve grip olurdu Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi "
Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi Şöyle anlatmıştır: "Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz Sen gençsin, istirahat et " buyurdu Bunun üzerine; "Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım " dedim Sonra; "Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur" buyurdu Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu Dizlerini hiç değiştirmedi Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu Hiç hareket etmedi Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim Uyumamak için kendimi zor tuttum Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar "
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti Talebeleri hemen bir çadır kurdular Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler Başka bir çadır da yoktu O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim " buyurdu Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti "
Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi O gün şiddetli bir sıcak vardı Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler Edeblerinden girmediler Başka gölgelenecek bir yer de yoktu Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum " diyerek, atına binip oradan uzaklaştı Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar
Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı Karşıya geçmemiz îcâb etti Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi Beni de yanına aldı Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu Ben çok korktum Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!" diye bağırdı Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı Kıyıya gelince, hocam bana;"Kalk!" buyurdu Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım Kendisi de indi Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi "
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk İkindi namazını yolda kıldık Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu Her taraf bozkırdı Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular Sükût ettim "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık "
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı çektim O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi Benim maksadım şehîd olmaktı Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım Buyurdu ki: "Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler "
Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend'de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı Etrâfında çok talebe toplanmıştı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu Böylece bir saat geçti Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; "Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!" buyurdu Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu O da sepeti yukarı çekmeğe başladı Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz "
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti Teşrif etmesi için istirhâm ettiler Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen niçin dâvet etmezsin?" buyurdu "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu Emrini yerine getirdim Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı İki büyük sofa, gelenlerle doldu İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu Yine gelenleri almadı Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!" buyurdu Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi söyledim Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" buyurdu Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım Herkese yetip, arttı Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı "
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı Fakat bize başka iş emredildi Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır "
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu "
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: "İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak " Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu O, şöyle anlattı: "O zaman Semerkand'da Mirzâ Abdullah sultan idi Semerkand'a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini karşıladı Hâce hazretleri ona dedi ki: "Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir " Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: "Bizim Mirzâ'mız, pervâsız bir gençtir Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?" Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; "Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir Ben buraya kendi kendime gelmedim SizinMirzâ'nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!" buyurdu Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi "Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi O gün Taşkend'e döndüler Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti Bir ay sonra da, Türkistan'daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah'ı öldürüp, mülküne el koydu Yerine sultan oldu "
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik Bir gün kâğıt ve kalem istedi Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı Bu sırada "SultanEbû Saîd Mirzâ" diye bir isim yazıp, cebine koydu O sırada Ebû Saîd Mirzâ'nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz Bu isim kime âittir?" dedi Buyurdu ki: "Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir " Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan'dan Mirzâ Ebû Saîd'in sesi yükseldi Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur Yine bu rüyâsında, SultanEbû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kim olduğunu sorup araştırdığında; "Evet, Taşkend'de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır " dediler Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend'e doğru yola çıktı Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket'e doğru yola çıkmıştı Sultan onun Firket'e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan'ı,Firket yakınlarında karşıladı SultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini uzaktan görünce; "İşte rüyâda gördüğüm azîz!" diyerek, atından inip ayaklarına kapandı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân'a alâka gösterip, sohbet etti Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr'dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi "Fâtiha bir kere okunur " buyurarak, Sultân'ın gördüğü rüyâya işâret etti
Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ'nın etrâfında çok asker toplandı Bunun üzerine Semerkand'ı almak istedi Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi Maksadını anlatıp, himmet istedi "Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir" buyurdu Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi Bunun üzerine; "İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir" buyurdu
|