Yalnız Mesajı Göster

Ubeydullah-İ Ahrâr

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ubeydullah-İ Ahrâr




Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ'ya; "Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!" buyurdu Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusu, Mirzâ Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı tarafdan geldiEbû Saîd Mirzâ'nın ordusunun sol tarafını çökerttiler Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü Düşman üzerine doğru uçtu Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu Hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı Atların ayakları altında ezildiSonra da başı kesilerek öldürüldü"

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden Semerkand'ı teşrif etmesini istirhâm etti Sultânın istirhâmını kabûl edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah'ın akrabâsından Mirzâ Bâbür'ün, büyük bir ordu ile Semerkand'a hareket ettiği haberi geldi Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; "Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır Ne yapayım?" dedi O da, Sultânı teskin ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti Bu sırada Sultan Ebû Saîd'in yakınları, onu Türkistan'a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti Sultan Ebû Saîd'e; "Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun Bâbür'ü durdurmak bizim vazifemizdir" buyurdu Bu sözleri işitenlerden bâzıları; "Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor" diye söylendiler SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i iknâ edemediler

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi Nihâyet Mirzâ Bâbür'ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd'in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür'ün ordusunu perişân ediyordu O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı Mirzâ Bâbür'ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya râzı oldu Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı Elçi; "Bizim Mirzâ'mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez" dedi Bunun üzerine Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: "Eğer Mirzâ Bâbür'ün dedesi Mirzâ Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat'ta idim Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük Hakkını çiğnemeyiz!" Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür'ün yanına, anlaşmaya dâvet etti Sultan Ebû Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr'ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım'ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler Böylece anlaşma sağlandı

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: "Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü sultanlarından SultanMahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldiBunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı Ubeydullah-ı Ahrâr'a da yanlarında gelmesini ricâ etti Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı SultanAhmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, SultanAhmed Mirzâ'ya; "Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı" dedi Sultan Ahmed Mirzâ; "Benim bir kararım yok Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız" dedi Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve SultanMahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar Yolun yarısında karşıladılar Sonra Şahrûh'a gittiler Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd'a çok iltifât gösterdi Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı Anlaşma şartları da tesbit edildi İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan AhmedMirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi Saf hâlinde durdular Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh'a gitti Mirzâ Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd'u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et" buyurduğunu bildirdi Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı Münâzara uzadı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı Sonra Sultan Ahmed Mirzâ'ya haber gönderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir Kuvvet, ancak bu kadar olur Artık tâkatim kalmadı Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar" dedi

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir" dedi Nihâyet çadır kuruldu Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ'yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr'ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar Bundan sonra çadıra girdiler Heybetli bir toplantı oldu Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti Bundan sonra Fâtiha okunduSultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ'ya; "Siz Taşkend'e gidin Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım" buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya; "Bu işlere ne dersin?Bu vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır Bâzıları demişlerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir" Bâzıları da şöyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir" demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir"

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

"Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti Bunun üzerine; "Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir Bu hâl ondan dolayıdır Onu arayıp bulunuz" buyurdu Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince; "Bastonların bulunduğu yere bakınız" dedi Talebeleri oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar"

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti Oturduktan bir müddet sonra, hocası; "Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor" dedikten sonra, o talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?" dedi O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır Bunun içindir ki, Kâbe'de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir"

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

"Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir"

"İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır"

"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: "Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir"

"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir"

"Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur"

"Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum Bana dönüp; "Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?" dedi Sonra da; "Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü" Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tan bundan daha iyi bir söz işitmedim"

"Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir"

"İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir"

"İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır"

Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:

"İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir Verâset ilmi çalışarak elde edilir Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir" buyurdu İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır Çalışmadan elde edilir İlâhî bir mevhibedir Kullarından dilediğine verir"

İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:

"Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik Herkesi bir yola götürürler Bizi de hizmet yoluna götürdüler"

"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır"

Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: "Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem"

Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

"Söz, yüce bir şeydir Zamânında ve yerinde olmalıdır"

"Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi Hattâ bir defâsında buyurdu ki:

"Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam Zîrâ, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum"

Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: "Bizim yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır"

Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:

"Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir Bu şeye teveccüh eder Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez Yalnız, o işin yapılmasını ister Allahü teâlâ da o işi yaratır Allahü teâlânın âdeti böyledir Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir Fakat, bu makâmda edep lâzımdır Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır"

Talebelerine şöyle buyurmuştur: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın"

Yine şöyle buyurmuştur: "Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz Son pişmânlığın faydası olmaz"

"Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: "Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"

Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:

"Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi Önce Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akrabâsı olmasıydı Böylece edebe riâyet etmiş oldu

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti Bunu da yaptı Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu"

"Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi Yere düşen her damla kanı "Allah" yazıyordu Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen "Yâd-ı daşt" makâmı üzere olmasını emretti"

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı Hastalığı seksen dokuz gün sürdü Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir" hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir" buyurdu

1490 (H895) senesi Rebîu'l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başlamıştı Tam o sırada, Semerkand'da büyük bir zelzele oldu

Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti "Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu "Evet girdi" dediler Akşam namazını îmâ ile kıldı Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar Ev son derece aydınlık olmuştu Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı Herkes bu nûru gördü Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand'a getirtti Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi Cenâze namazı kılınıp, defnedildi

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar

Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî'dir Halîfesidir Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır



Alıntı Yaparak Cevapla