Prof. Dr. Sinsi
|
Gazâlî
Sonra genel vaziyetten maksadın ne olduğunu tâyin konusunda ihtilâf edip, Bağdât'tan uzak olanlar vâli ve hükümdârlardan bir şey olduğunu sanarak utandı ve orada duramadı dediler Ama Bağdât'a ve oradaki devlet adamlarına yakın olanlar, devlet adamlarının bu bağlılıklarını, gitmemem için bana yalvarmalarını, beni zorlamalarını, iltifât ve alçak gönüllülüklerini ve benim onlardan yüz çevirmemi, sözlerine iltifât etmeyip, söyledikleri sözlere, okşayıcı ifâdeleri kabûl etmediğimi bilirlerdi Onlar, bu semâvî bir iştir ki, âlimlere ve müslümanlara bir nazar değmesi sonucudur derlerdi
Nihâyet Bağdât'tan ayrıldım Yanımda olan malı dağıtmaya başladım Kendime yetecek ve çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda bulundurdum Onda da şöyle bir ruhsat yolu buldum ki, Irak malı, müslümanların işlerini görmek için vakıf olunmuştur Bunun için dünyâda âile nafakası için, bundan almaktan daha sâlih ve temiz bir mal bulamadım Şam bölgesine gidip, Şam şehrinde iki sene kadar kaldım Orada bir meşgalem yoktu Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım
Böylece o büyükler yolunun ilim ve amel olmadan tamamlanamayacağını yakînen anladım Onların ilimlerinin hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip, kötü sıfatlarının kökünü söküp atmaktır Bununla kalbi Allah'tan başkasına tutulmaktan korumak ve Allahü teâlânın zikri ile süsleyip O'na kavuşmaktır O zaman bana ilim, amelden kolay geldi O büyüklerin ilimlerini kitaplarından tahsîl ve onları mütâlaa ile tamamlamaya koyuldum Meselâ Ebû Tâlib-iMekkî'nin Kût-ül-Kulûb kitabını ve Hâris-i Muhâsibî'nin kitaplarını; Cüneyd-i Bağdâdî'nin, Şiblî'nin, Bâyezîd-i Bistâmî'nin ve başka meşâyıhın (kuddise sirruhum) sözlerini ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri mütâlaa eyledim Herbirinin ilimlerinin maksadlarına muttali oldum Onların yolundan öğrenerek ve dinliyerek, tahsîli mümkün olanı tahsîl ettim Onların seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs olan ilimlere kavuşmanın, öğrenmek ve okumakla mümkün olmadığını anladım
Bir müddet Şam Mescidinde îtikâf eyledim Uzun günlerde minâresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım Orada durdum Sonra hac farîzasını edâ için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medîne'nin bereketi ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâreti ile O'ndan imdâd ve yardım istemek arzu ve şevkim harekete geldi Gittikçe arttı
Hazret-i Halîlürrahmân'ın (aleyhisselâm) ziyâretinden sonra, Hicaz'a doğru yola çıktım Mekke-i mükerremeye gidip hac ibâdetimi yerine getirdikten ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâretle şereflendikten sonra beni, bâzı arzu ve insanlarla, çocukların ve âilemin istemesi vatanıma çekti Böylece vatanıma döndüm Tabîatim bu dönüşten son derece uzak ve benim îtikâdım üzere bu görüş gâyet yanlış olduğu hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da uzlete çekildim Zikr ile kalbin tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep uzlet istiyordum Lâkin günlük olaylar ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl darlığı kalbimin safâsına mâni olup, maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin safâsı bulandı Sonra safa hâli verecek neticeler ele geçmez oldu Ancak arasıra bir mikdâr safâ hâsıl olup, yine örtülürdü Lâkin böyleyken yine kesmeyi tamâ etmeyip, bâzan bir zuhûrat engel, bâzan o mertebelere dönmek vâki olurdu O yıl bu şekilde geçti O halvetler esnâsında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün değildir Faydası olur ümidi ile bir iki şey bildirelim:
Ben ilm-i yakîn ile bildim ki, Allahü teâlâya kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir En güzel sîret ve ahlâk, onların sîret ve ahlâkları, en doğru yol, onların yolu, en güzel ve en olgun ahlâk, onların ahlâk ve âdetleridir Belki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sâhiplerinin hakîmâne buluşları ve İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve ulemânın ilimleri toplanıp bir araya gelse, onların sîret ve ahlâkından birini tahvîl edemez, değiştiremez, ondan hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler, çâre ve yol bulamazlar Zîrâ onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve hareketsizlikler peygamberlik kandilinden alınmıştır Yeryüzünde ise, peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok parlasın
Velhâsıl aklı olan kimse, tasavvuf hakkında ne söyliyebilir ki, tasavvuf ehlinin kalbi, Allah'tan başka her şeyden temizlenmek ve başlangıcı, her an Allahü teâlânın zikrine dalmak; nihâyeti ise, büsbütün fenâ fillah olmaktır Bunun bile son olması, ihtiyârı altında bulunan mertebeye nisbetledir Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır Gerçekte ise bu fenâ makâmı tasavvufun başlangıcıdır Nitekim İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh da: Fenâ fillâh, bu yolda ilk adımdır buyuruyor ) Ondan önceki hâller, sâlik için sülûk yolunda dehliz, aralık gibidir Yâni vâsıtadırlar Tasavvufun ilk hâlleri, keşif ve müşâhedenin zuhûra gelmesidir Hattâ bu keşif ve müşâhede sâhibleri, uyanıkken, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşâhede ederler Onların sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibâs ederler Sonra o hâl, sûret ve misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam kelimelerle anlatılamaz Bahsedilirse, sarîh hatâ görünür ve ondan sakınmak mümkün olmaz
Bu bildirilen hâlleri zevk yolu ile tatmak saâdetine kavuşamayıp, şevk sâhibi olmayan, peygamberlik mertebesinin hakîkatının yalnız ismini anlar
1105 (H 499) senesinde Bağdât'tan tekrar ayrılan ve uzletle insanlardan uzak kalma müddeti on bir sene süren İmâm-ı Gazâlî hazretleri Nişâbur'a gitti Nişâbur'a gitmek üzereyken şöyle buyurdu:
Yakînen biliyorum ki, her ne kadar görünüşte ilme ve onun yayılmasına dönmüşsem de, yine hakîkatta dönmüş değilim Zîrâ rücû' etmek, dönmek, ilk hâllere avdet etmektir Ben o zaman da bir ilim neşreder, yayardım Hattâ onunla makam ve devlet sâhibi olmak, dünyâlık ve başkanlık elde etmek isterdim Bütün insanları söz ve hareketlerimle ona çağırırdım Ama şimdi, bir ilme dâvet ederim ki, onunla mevki, makam ve mal terk olunur Sevab kazanılır Haşmet ve makâmın derecelerinin düşüklüğü bilinir Hâlâ niyetim ve kastım budur Allahü teâlâ benim bu niyetimi bilicidir Maksadım dâimâ nefsimi ve başkalarını ıslâh eylemektir Lâkin o maksada kavuşacağımı bilemem Hele yakînî îmân ile inanmış ve kalbin müşâhedesi ile iyice anlamışımdır ki, her ferdde olan hareket ve kuvvet, Allahü teâlânın ihsânı iledir Benim her hareketim ve amelim O'ndandır Allahü teâlâdan yalvararak, önce beni ıslâh eylemesini, sonra da benimle başkalarının ıslâhını isterim Evvelâ bana hidâyet verip, sonra benimle başkalarına hidâyet versin Bana hakkı, sûret-i hakta gösterip, tâbi olmak, uymak nasîb eylesin Bâtılı, sûret-i bâtılda gösterip sakınmak müyesser eylesin Âmin!"
İmâm-ı Gazâlî hazretleri zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminden de büyük nasîb almıştır Onun tasavvufî yönünü anlatan kitaplar Silsile-i aliyye büyüklerinden Ebû Ali Fârmedî hazretlerine bağlı olduğunu yazmaktadırlar
İlimde müctehid derecesinde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sözleriyle, halleriyle ve eserleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya çalıştı
Ömrünün son yıllarını Tûs'ta geçirdi Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı Günleri, insanları irşâd etmekle geçti Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Münkızü Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustasfâ ve Selef-i sâlihîne (Ehl-i sünnet îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâm'ül-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini yazdı
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Sultan Sencer ile görüşmüş, ona mektup yazmış ve bizzât nasîhatta bulunmuştur Ayrıca, Sultan Sencer'e Nasîhat adlı bir risâle yazmıştır
Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i sünnet îtikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâhtı Uzun müddet tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased edenler, İmâm-ı A'zam'ın aleyhinde bulunuyor diye iftirâ ederek, Sultan Sencer'e şikâyet etmişlerdi Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî'yi yanına dâvet edip, görüşmek istediğini bildirdi Durum İmâm-ı Gazâlî'ye iletilince bâzı mâzeretlerini bildirerek gitmedi Sultan Sencer'e mâzeretini bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi Bu mektubun tercümesi şöyledir: Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin
Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır
Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır Yer yüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma
Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir " buyurdu Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye varmıştır
Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır Büyükler buyurdular ki: Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâkî kalacak olan altın testi gibidir Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz
Beni yanınıza dâvet etmiş bulunuyorsunuz Benim hâlim şudur: Elli üç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum Bunun kırk senesi, ilim öğrenmek ve öğretmekle geçti Yirmi senem, Sultan-ı Şehîd'in (Melikşah'ın) saltanâtı zamânında geçti Sultan Melikşah'tan İsfehan'da ve Bağdât'ta bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikrâm gördüm Çok defâ mühim işlerde, Emîr-ül-müminîn ile onun arasında elçilik vazifesi yaptım Din ilimlerinde, yedi yüz kitap yazmaya muvaffak oldum Yâni dünyânın her türlü saâdetini gördüm Fakat hepsini terk ettim Bir müddet Beyt-i Mukaddes'te (Kudüs'te) kaldım Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübârek türbesinde ahdettim, bundan sonra hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiçbir sultândan en ufak bir şey kabûl etmeyeceğim Münâzarayı terk edeceğim dedim On iki seneden beri bu ahdimde durdum Bu bakımdan, sultanlar beni bu hususta mâzûr gördüler
Şimdi beni huzûrunuza çağırdığınıza dâir bir haber almış bulunuyorum Emre itâat olsun diyerek, Mûsâ Rızâ hazretlerinin mübârek türbesine kadar geldim İbrâhim aleyhisselâmın mübârek makâmında yaptığım ahdi bozmamak için, ordugâha kadar da geldim Bu türbede, kabrin başucunda diyorum ki: "Ey Resûlullah'ın torunu, sen şefâatçi ol ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâm'ı (Sultan Sencer'i), dünyâ sultanlığında babalarından daha ileri gitmeye muvaffak etsin Âhiret sultanlığında, saâdetinde ise, Süleymân aleyhisselâmın derecesine eriştirsin Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın makâmında yapılan ahde hürmet etmesi için muvaffakiyet versin Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî'nin) kalbini perişân eylemesin "
İnanıyorum ki, hakkınızda böyle duâ etmem, Hak teâlânın dergâhına yüz tutmam, resmî olarak yanınıza gelmemden daha faydalıdır Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermânınız olursa, emre itâatın lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim
Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza etsin  Vesselâm "
Bu mektup Sultan Sencer'e ulaşınca, mâdem ki Meşhed'e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var Oradan gelmek güç bir iş değildir diyerek, gelmesini istediğini bildirdi Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî, Sultan Sencer'in yanına geldi Huzûruna girince ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî'yi karşılayıp kucakladı Sonra da kendi tahtına onu oturttu Çok hürmet gösterdi İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine, Kur'ân-ı kerîmden bir miktar oku buyurdu Talebesi de meâlen; "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurulan, Zümer sûresi 36 âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî "Evet" dedi Daha sonra söze başladı Sultâna karşı şöyle konuştu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm Allahü teâlâya hamd olsun Kurtuluş ancak müttekîler, takvâ sâhibi olanlar içindir Düşmanlık da ancak zâlimleredir Mülk-i İslâm bâkî olsun İslâm âlimlerinin âdeti şöyledir: İslâm meliklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ, senâ, nasîhat ve bir ihtiyâcın giderilmesi husûsunda konuşma yaparlar
Duâ hususunda evlâ olan, gece karanlıklarında Hak teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır Çünkü insanlar arasında yapılan duâlarda riyâ, gösteriş ihtimâli var Hâlis olmayan böyle dualar, Hak teâlâ indinde müstecâb değildir Bu huzûrda medh ve övgüde bulunmak da riyâkârlıktan uzak değildir Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin parmakla gösterilip, övülmeye ihtiyâcı yoktur Güzellik kemâle ulaşınca, övenlerin pazarını bozar, bunların eli boş kalır
Medih ve senâdan maksad ise bir işi yükseltmektir  
Bu dört husustan en mühim olan, nasîhat ve ihtiyâcı gidermektir
Nasîhat berâtı, izni, Risâlet kaynağından alınan yüce bir mertebedir Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Size iki vâiz (nasîhatçı) bıraktım, biri susar, biri konuşur Susan nasîhatçı ölümdür Konuşan ise Kur'ân'dır " Dikkat et, susan nasîhatçı ölüm, lisân-ı hâl ile ne söylüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor? Susarak, hâliyle nasîhat eden ölüm diyor ki:
Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim Zamânı gelince âniden pusudan çıkıp yakalayıveririm Eğer benim herkes için yapacağım muâmelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; pâdişâhlar, kendilerinden önce gelip geçmiş pâdişâhlara, emîrler de, vefât etmiş geçip gitmiş emîrlere baksınlar Melikşâh, Alparslan, Çağrı Bey toprak altından hâlleriyle şöyle nidâ ediyorlar:
"Ey Pâdişâh, ey gözümüzün nûru, bizim nerelere sevkedildiğimizi ve ne korkunç işler gördüğümüzü sakın unutma! Emrinde bulunanlardan biri aç iken, aslâ bir gece bile tok uyuma! Biri çıplak iken, sen istediğin gibi giyinme! Şöyle vasiyet ederler: Benden bir kelime kabûl et, bu; "La ilâhe illallah"dır Bunu dâimâ dilinde tut, yalnız kaldığın zaman söylemeyi aslâ unutma Asıl îmân, bunu söylemekle istikrâra kavuşur Buyruldu ki: "Îmân, suyunu tâatdan alır Kökü adâlet ile, devamı Hakkı zikretmek ile kâimdir " Bunların hepsini yapıp âhiret azâbından kurtulursan da, kıyâmette suâlden kurtulamazsın Hadîs-i şerîfte; "Herbiriniz çobansınız ve herkes emri altında bulunanlardan mesûldür  " buyruldu
Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak nîmetini edâ eyle ki, nîmet; doğru îmân, doğru îtikâd, güler yüz ve güzel ahlâktır ve iyi amellerdir Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri hediye-i ilâhîdir Mâdem ki Allahü teâlâ bu nîmetleri sana ihsân etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı nîmet etmiş olmayasın ve ey ayakta duran emîrler! (vezîrler, kumandanlar!) Eğer devletinizin mübârek ve dâimî olmasını istiyorsanız, nîmetin kadrini biliniz Nîmeti, felâket ve bedbahtlıktan ayırd ediniz Biliniz ki; sizin bu Horasan melîkinden başka, göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır Yarın kıyâmette, herkesi hesâba çekecek ve "Benim nîmetimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl yerine getirdiniz?" buyuracak Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın hazîneleridir Rahmet, azâb ve cezâya dâir yeryüzünde her ne vukû bulsa, meliklerin gönülleri vâsıtasıyla olur Allahü teâlâ, kendi hazînemi size emânet ettim Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete ihânet mi ettiniz? diye soracak Hazîneye ihânette bulunan, bir mazlûmun hâlini pâdişâhtan gizliyendir
Bir ihtiyâcın arz edilmesine gelince, benim bir umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hâcetim vardır Umûmî olan şudur: Tûs ahâlisi sıkıntı içindedir Soğuk ve susuzluktan mahsûller tamâmiyle mahvolmuştur Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın Açlık dert ve belâsıyla müminlerin boynu ve belleri kırıldı  
Husûsî hâcetim ise şudur: Ben, on iki seneden beri halktan uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiştim Sonra Fahr-ül-mülk, Nişâbûr Medresesi müderrisliğini kabûl etmem için ısrâr etti Ben ona; "Bu zaman, benim sözlerimi kaldıramaz Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer " demiştim Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş olduğum sözleri rüyâda görseydim, karışık rüyâdır derdim Bunların aklî ilimler ile alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin îtirâzı varsa, buna şaşılmaz Çünkü benim sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi mânâlar çoktur Bununla berâber ben, kime olursa olsun herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim Böylece meseleyi açıklığa kavuştururum Bu gâyet kolaydır Fakat, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin aleyhinde bulunmuşum diye söz söylüyorlarmış İşte buna aslâ tahammül edemem Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe'nin ümmet-i Muhammed arasında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve mânâsında en büyük âlim olduğunu kesin olarak kabûl etmekteyim Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir sözüm olduğunu veya bir şey yazdığımı söylerse o yalancıdır
Sizden şunu isterim ki; beni, Nişâbûr'da, Tûs'da ve diğer bütün şehirlerde ders verme işinden affediniz Kendi hâlimde kalayım Bu zaman, benim sözlerime tahammüllü değildir vesselâm "
Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini dikkatle dinledikten sonra şu cevâbı verdi: "Söylediğin bu sözleri duymak ve İmâm-ı A'zam hakkındaki güzel kanâatlerini, Irak ve Horasan âlimlerinin hepsinin duyması için, onları burada toplamamız lâzımdır Büyük İslâm âlimleri hakkındaki kanâatinizi ve onlara olan hürmet ve sevginizi herkese duyurmak üzere, her tarafa dağıtmak için bu ifâdeleri yazmanızı istiyorum Tedristen, ders verme işinden muaf tutulma arzuna gelince, bu mümkün değil Fahr-ül-mülk, seni Nişâbûr müderrisliğine celb edebilmiştir Biz, senin nâmına medreseler yaptıracağız Bütün âlimler gelsinler, kendilerine kapalı kalan meseleleri öğrensinler, müşküllerini halletsinler "
Ancak İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün bundan sonraki son iki yılını, kendi memleketi Tûs'ta kitap yazmak, insanları irşâd etmek ve talebelere ders vermekle geçirdi
|