Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı
12 Kâinattaki İlâhî Âhenk ve Kudret Akışları
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onungerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussılet, 53) (Kur’ân’ın)
Târih boyunca bu âyet-i kerîmeyi tasdîk eden pek çok hâdise yaşanmıştır Bunlardan birini Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullâh el-Maşrikî şöyle anlatır:
1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi Tekrar selâm verince:
“–Benden ne istiyorsun?” dedi
“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı Devamla dedim ki:
“–İkincisi de, sizin gibi dünyâ çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”
Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir duraklamadan sonra:
“–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi
Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allâh’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devâm etti:
“–İnâyetullâh, dostum! Allâh’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere bir göz attığımda, Allâh’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar Allâh’ın huzûrunda eğilerek O’na; «Allâh’ım Sen büyüksün!» diye seslendiğim zaman da, benim şu varlığımın her bir parçasının, bu duâda beni desteklediğini görürüm İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saâdet hissederim ve benim bu saâdetimin, diğerlerinin saâdetinden bin defâ daha üstün olduğunu bilirim ”
Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum:
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) kor*kar…” (Fâtır, 28)
Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:
“–Ne diyorsun, «Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar » öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve cidden acâyip! Benim elli yıldır devâm eden uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim şey, Hazret-i Muhammed’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi yaz! 
Hazret-i Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır ” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 251-253)
{
Rabbimiz, yarattığı varlıklar âlemini tefekkür adımlarıyla gezmemizi istiyor Çünkü bu âlemde ne varsa, küçücük bir zerreden muazzam kütlelere kadar her şey, ilâhî bir sanat hârikası… Her yer, ilâhî kudret ve sanat eserlerinin sergilendiği bir müze âdeta… Her şey ilâhî bir sanat hârikası… Rabbimiz, kalbimizin bu ilâhî sergide derin derin düşünerek, tefekküre dalarak dolaşmasını istiyor Akıl ve idrak sahibi mü’minleri anlatırken:
“…Onlar yerin ve göğün yaratılışını (inceden inceye, derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor
Yeryüzünü bir tefekkür edelim İncecik bir toprak tabakası, trilyonlarca varlığı besliyor Hayvanâtı besliyor, milyarlarca insanı besliyor Her varlık kendine faydalı olanı yiyor, zararlı olanı bırakıyor Kimi otla, kimi etle, kimi leşle gıdâlanıyor Birine zehir olan, diğerine gıdâ ve şifâ oluyor Her varlığa ilâhî bir sofra hazırlanıyor Rabbimiz ne güzel buyuruyor:
“…Biz senden rızık istemiyoruz; (aksine) seni Biz rızıklandırıyoruz Güzel âkıbet, takvâ sahiplerinindir ” (Tâhâ, 132)
“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor Onlara da size de rızık veren Allah’tır O, her şeyi işitir ve bilir ” (el-Ankebût, 60)
Sağlam bir kuş bile hasta bir kuşun rızkını taşıyor…
Ne müthiş bir intizam!
Ne müthiş bir ilâhî program!
Ne kusursuz bir ekolojik denge! 
Her şey bu denge içerisinde… Şâyet Âdem -aleyhisselâm-’dan âhirete kadar gelecek bütün filler, bir anda gelseydi, bütün dünyâyı filler doldururdu Bütün balinalar bir anda gelseydi, denizleri, okyanusları sadece balinalar kaplardı Bütün yılanlar-çıyanlar bir anda gelse, ayak basacak yer bulamazdık Dünyâ yaşanmaz olurdu
Aynı şekilde Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bütün insanlar da bir anda gelseydi, yine dünyâda ayak basacak yer kalmazdı Fakat Cenâb-ı Hak mükemmel bir denge içerisinde bütün varlıkları sırasıyla öyle devir-dâim ettiriyor ki, hiçbir şey tıkanmıyor Her şey birbirini tamamlıyor
Bir ormana bakalım: En mûnis hayvandan, en vahşîsine kadar hepsi bir arada, beraber yaşıyor Hiçbirinin nesli tükenmiyor
Meselâ bir balina, günde takrîben bir ton balık yiyor, yine de o yediği balıkların nesli tükenmiyor
Ekvatorda yaşayan hayvanlar var, tutup onları kutuplara götürsen ölür Kutuplarda yaşayanlar var, onları da alıp ekvatora götürsen, onlar da orada yaşayamaz
Yine düşünmeliyiz ki; üzerine bastığımız toprak, Âdem -aleyhisselâm-’dan bugüne kadar gelmiş geçmiş milyarlarca insanın cesedini eriterek kendi terkibi içine katmış durumda… Sanki milyarlarca gölgenin üst üste çakışması gibi… O hâlde toprak üstünün nefsânî saltanatına aldanmayalım ki, toprak altının horluğuna düşmeyelim…
Hâsılı bütün her şey, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin sonsuzluğunu sergiliyor Bu sayısız hikmet tecellîleri, Hakk’a yaklaşan kullara dâimâ ilâhî azameti telkin etmektedir Bunun içindir ki tefekkür, pek büyük bir ibâdettir
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Siz takvâ sahibi olun ki, Allah size (bilmediklerinizi) öğretiyor…” (el-Bakara, 282)
Hakîkaten Allah Teâlâ, takvâ sahibi kullarına mârifetullâhtan nasipler ihsân ediyor ve onları kâinattaki hikmet, ibret ve sırlara âşinâ kılıyor
a Hassas Denge
Bütün yıldız ve gezegenleriyle şu kâinâtın ne kadar ince bir âhenk ve uyum içinde olduğu, gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır Öyle ki, kâinattaki ölçü ve nisbetlerden herhangi birinde meydana gelecek en ufak bir değişiklik bile sadece Dünyâ’yı değil, bütünüyle hayâtı mahvetmeye kâfîdir Dünyâ’nın hacmi, kütlesi, Güneş’ten uzaklığı, Güneş’in kütlesi, ısı derecesi, Dünyâ’nın kendi ekseni üzerindeki ölçülü eğikliği, hem kendi yörüngesindeki hem de Güneş etrafındaki seyir hızı, Ay’ın Dünyâ’dan uzaklığı, hacmi ve kütlesi, karaların ve denizlerin Dünyâ üzerindeki dağılımı ve daha binlerce ölçü ve nisbetler, kâinatta muazzam bir ilâhî nizam ve dengenin varlığını açık bir şekilde ifâde etmektedir
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Biz, her şeyi bir ölçüyle yarattık ” (el-Kamer, 49)
“…O’nun katında her şey ölçü iledir ” (er-Ra‘d, 8)
Havada % 21 nisbetinde olan oksijen, birazcık fazla olsaydı, Dünyâ’daki her şey ilk kıvılcım ile tutuşurdu Dünyâ ile Güneş arasındaki mesafe birazcık artsa veya eksilseydi bütün canlılar donarak veya yanarak yok olurlardı
Normal bir yağmur damlası 1500-3000 metre yükseklikteki buluttan inse, yere fevkalâde sert bir iniş yapar Lâkin yağmur damlası, buluttan itibâren ufak zerreciklerden oluşa oluşa büyümekte; tam yere yaklaşırken paraşüt açmış gibi havanın kaldırma kuvvetine yakın bir hızla inmektedir
Eğer yer çekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman kâinât çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok kısa sürerdi Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneş’imizden bir trilyon kat daha küçük olurdu ve ömrü de bir yıl kadar olabilirdi Diğer taraftan, yer çekimi kuvveti birazcık zayıf olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla teşekkül edemezdi
Aynı şekilde, diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır
Dünyâ’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olurdu Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayâtı imkânsız kılardı
Yer kabuğu, yâni toprak tabakası, şimdikinden biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayâtı için elzem olan oksijen bulunmayacaktı Kalın toprak takabası, mevcut oksijeni emecek ve hayat imkânsız hâle gelecekti
Kezâ, denizler, bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmayacak, bitki bile yetişmeyecekti
Dünyâ’nın etrafındaki hava tabakası, biraz daha ince olsaydı, meteorlar her gün Dünyâ’mızın kabuğunu delip geçecek, her tarafı yakacak, kasıp kavuracaktı
Canlı varlıkların hayâtı, oksijen, hidrojen, karbondioksit ve muhtelif şekilleriyle diğer karbon gazlarının birbirleriyle kurdukları âhenkli terkiplere dayanır Bu gazların, istenilen nisbette ve hayat için elverişli bütün husûsiyetleriyle belli bir gezegende tesâdüfen birleşmeleri için on milyonda bir de olsa ihtimal yoktur
[color="YellowGreen"]Fezâda çakan her şimşek, nitrojene muayyen miktarda oksijen katar ve bundan meydana gelen nitrojen terkibi, yıldırımdan sonra yağan yağmurlar vâsıtasıyla tarlalara düşer Böylece tarlaların bu terkipten her sene kolaylıkla elde ettikleri miktar, toprağa kimyevî gübreler vâsıtasıyla verilen nitrat sodyumun 60 misline eşittir
İçtiğimiz suyun birtakım husûsiyetleri incelendiğinde, onun insan için özel bir rızık olarak yaratıldığı görülür Kimyevî bir madde olması bakımından suyun oldukça câlib-i dikkat husûsiyetleri vardır Bunlardan bâzıları şöyledir:
a Suya en yakın bileşik olan hidrojen sülfür (H2S), sudan iki kat ağır olmasına rağmen, oda sıcaklığında gaz hâlindedir Ayrıca pis kokulu ve zehirli bir gazdır
b Suyun en yoğun olduğu hâl, benzeri kimyevî bileşiklerin aksine katı, yâni buz hâli değil, +4 derecedeki sıvı hâlidir Bu şekilde denizlerde, göllerde ve nehirlerde su dipten yukarı değil, yüzeyden aşağı doğru donar Bu da suda yaşayan canlıların suyun üstünde oluşan buz tabakasıyla donmaktan korunmasını sağlar
c Suyun donma ve kaynama noktaları da organik canlılık için en uygun sıcaklıklardır
d Suyun, polaritesi dolayısıyla birçok organik ve inorganik maddeyi kolayca çözebilme husûsiyeti vardır
Suyun, burada zikredilenlerden başka daha birçok husûsiyeti vardır ki, bütün bunlar, onun insan hayâtı için sanki önceden tasarlanmış bir madde olduğunu düşündürmektedir
“O (Allah) gökleri ve yeri altı günde (devrede) yarattı
[color="YellowGreen"]Arş’ı su üstünde idi (Bu kâinâtı yaratması) hanginizin daha güzel ameller işleyeceğini imtihan etmek içindir…” (Hûd, 7) âyetinde göklerin ve yerin yaratılışından ve sudan bahsedildikten sonra; “Hanginizin daha güzel ameller işleyeceğini imtihan etmek içindir ” buyrulması, bunların yaratılmasının, bir mânâda insanın yaratılması için olduğu bildirilmektedir
Hâsılı kâinattaki her harekete çok ince ve tam yerinde bir ölçü konulmuştur Bu ölçülerde en ufak bir artma veya eksilme olsa, şu gördüğümüz nizam ve âhenk hemen bozuluverir
Cenâb-ı Hak, bu nizâmı insanın hizmetine vermiştir Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır ” (el-Câsiye, 13 Ayrıca bkz Lokmân, 20)
[color="YellowGreen"]Âyetten, göklerde ve yerde var olan her şeyin insanın hizmetine tahsis edildiği anlaşılmaktadır Son yıllarda kozmolojide “Antropik Prensibi” çerçevesinde yapılan çalışmalarda varılan netice de bu hükmü desteklemektedir Şöyle ki: Bütün kâinâtın, içindeki tüm galaksileri ve yıldızlarıyla, bu büyüklükte ve bu yaşta bulunması; Güneş Sistemi gibi bir sistemde, Dünyâ gibi bir gezegende, insan gibi şuurlu bir varlığın ortaya çıkması ve yaşayabilmesi için zarûrîdir
[color="YellowGreen"]Hakikaten, çevremize baktığımızda insanın canlı-cansız bütün varlıklardan istifâde ettiğini görmekteyiz Bugün bakteriler bile ilâç üretiminde -bir organik kimya reaktörü gibi- kullanılabilmektedir
Kâinattaki bu muhteşem âhenk ve gâyelilik, her şeyi muazzam bir ölçüyle yaratan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sanat hârikasıdır Bunu tesâdüfle îzah etmek mümkün değildir
Prof Dr Edwin Conqlin şöyle der:
“Hayâtın, tesâdüf eseri meydana geldiğini iddiâ etmek, bir matbaada rasgele vâkî olan bir patlama neticesinde muazzam bir ansiklopedinin ortaya çıktığını iddiâ etmek gibidir ” (The Evidence of God, P 174; Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 129)
On adet kuruş alarak üzerlerine sırayla birden ona kadar bir rakam yazsak, sonra bunları cebimize atarak iyice karıştırsak, sonra da rakamların sırasına göre birden ona kadar birer birer çıkarmaya çalışsak, cebimizden çıkaracağımız her kuruşu tekrar içeri koymak şartıyla üzerinde 1 yazan kuruşu ilk teşebbüste çıkarma ihtimâli onda birdir Üzerinde 1 ve 2 yazan kuruşları sırayla çıkarmak yüzde bir ihtimaldir Fakat 1, 2, 3, 4 numaralı kuruşları sırayla, ardı ardına çıkarma ihtimâli on binde birdir Bütün kuruşları 1’den 10’a kadar sırasıyla ardı ardına çıkarma ihtimali ise on milyarda birdir
Bu misâli veren Amerikalı meşhur âlim Gressy Morrison, sözlerine şöyle devâm eder:
“Böylesine basit bir misâli tercih etmemdeki hedef, gerçeklerin tesâdüf karşısında ne derece imkânsız hâle geldiğini îzah etmekten başka bir şey değildir ” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 130-131)
Tek bir protein molekülünün tesâdüf neticesinde meydana gelebilmesi için, bütün kâinatta şu anda mevcut olan maddeden bir milyar kat daha fazla maddenin bulunması îcâb ederdi Ancak bu şekilde maddenin harekete geçirilmesi ve sevki mümkün olurdu ki, bunun için lâzım olan uzun seneleri ifade etmek için 10 rakamının sonuna 243 adet sıfır koymak gerekmektedir
Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, bu şartlar sağlandığında bir protein molekülünün meydana gelmesi yine de sadece muhtemeldir, muhakkak değildir Bu faâliyetin ebediyete kadar devâm etmesi neticesinde hiçbir şeyin ortaya çıkmaması da mümkündür
Ruh sahibi olmayan alelâde bir maddenin tesâdüfen meydana gelebilmesi için onun milyar katına ve milyarlarca seneye ihtiyaç duyulduğu anlaşıldıktan sonra, şöyle bir düşünelim:
[color="YellowGreen"]Dünyâ’nın yaşı, aşağı yukarı tahmin edilebilmektedir; takrîben 4,5-5 milyar yıldır O hâlde, bu kadar bir zamanda milyonlarca hayvan türleri, 200 000’den fazla bitki çeşidi en mükemmel şekilde nasıl meydana gelmiştir? “İnsan” adı verilen muhteşem varlık, bu kadar çok canlı türleri arasında nasıl ortaya çıkmıştır? Her gün gözümüzün önünde mükemmel bir sûrette doğan bebekler ve yavrular, nasıl bir kudretin eseridir?
Aslında Cenâb-ı Hakk’ın en mükemmel bir varlığı yaratması için bile zamana ihtiyacı yoktur “Ol” dediği anda her şey derhâl oluverir [194] Ancak kâinâta koyduğu tedrîc (derece derece yapma) kânûnunu kullarına göstermek için varlıkları belli sürelerde yaratmaktadır
*
İnsanın yapmış olduğu en gelişmiş âletler ve tasarladığı en girift sistemler bile kâinâttaki müthiş sistem karşısında hiçbir ehemmiyet ifâde etmez Bu sebeple, uzun zamandır tabiattaki muhteşem sanatı taklit etmek, ilimde husûsî bir mevzû hâlini almış ve bunun için “Bionics” ismiyle yeni bir ilim dalı meydana gelmiştir
İlâhî sanat hârikalarının taklidiyle elde edilen âletlere bir misal vermek gerekirse, fotoğraf makinesinden bahsedebiliriz Fotoğraf makineleri, insan gözünün mekanik taklidinden başka bir şey değildir Kameranın objektifi (lens), gözün dış tabakası gibidir Makinenin sed perdesi (diaphragm) da göz bebeği (iris) yerinedir Işıktan tesir alan film ise gözün perdesine benzer ki, orada mahrûtî[195] hatlar ve şekiller vardır ve eşyâyı ters görür
Bugün hiç kimse fotoğraf makinesinin kendi kendine meydana geldiğini iddiâya cür’et edemezken, bâzı âlim geçinen maksatlı insanlar, gözün bir tesâdüf eseri meydana geldiğini söyleyebilmektedirler
[color="YellowGreen"]İnsanların ilâhî sanat hârikalarını taklid ederek îcâd ettiği daha pek çok âlet ve edevat mevcuttur
|