Yalnız Mesajı Göster

İslâm Dünya Görüşü

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslâm Dünya Görüşü




B-TECRİD VEYA İDEALİZM PRENSİBİ


İslâm, en muşahhas ve nefsânî hâdiseleri bile mücerret bir gâyeye yön-ledirir İnsan haysiyet, şeref ve seviyesinin îcâbı olmak üzere onu hayvanat ve sâir mahlukattan tefrîk ile fikrî, hikemî bir muhtevâ içinde beşeriyyete takdîm eder

Namaz, sûret-i zâhirede bir şekildir Ama içinde mücerred bir tefekkür âlemi vardır Kişinin namazı ona yaklaşabildiği ölçüde gerçek namaz olur Namaz beşerî faaliyetler içinde ilâhî tecrîde en yakın olan bir amel olarak bilinir Nitekim hadîs-i şerîfte “Namaz mü’minin mîrâcıdır buyurulur

Bedenî ve şeklî bir ibâdet olan namaza yüce bir rûh yükleyen İslâm, en nefsânî bir fiil olan cinsî münâsebeti bile mücerred ve ideal ölçülere göre tanzim eder Başta nikah akdini şart koşar ve ona besmeleyle başlatır Nefsânîliğin kadd-i bâlâsında olup guslü gerektiren bu fiili dahi idealize eder İşlenen fiilin, bir zâninin irtikâb ettiği cürümle belki hiçbir farkı olmamasına rağmen akdettirdiği nikâh ile buna bir meşrûiyet kazandırır Bu fiilin sırf nefsânî duyguların tatmini için olmadığını düşündürerek, insan neslinden Allâh -celle celâlühû-’nun varlığı ve birliği dâvâsının devâmına medâr olacak ve Allâh’ın varlıkları içinde en mükemmel bir varlık olan insan vücûda geleceği hikmetine bağlamak sûretiyle onu ulvîleştirir ve o fiile bir ideal rapteder Her cismânî arzûnun fiil safhasına geçişinde besmeleyi emrederek onu idealize etmekle kudsî bir muhtevâ kazandırır İnsanı o işteki hikmet ve ibrete götürür İnsana bu fiili yapmakla Allâh’ın bu âlemi yaratmaktaki murâdının gerçekleşmesi yolunda bir vazîfe îfâ ettiği şuurunu verir Yaptığı işin asıl gâye değil, bir netîce olduğu düşüncesini kazandırır En nefsânî bir fiili bile idealin emrine verir Oltadaki bir yem gibi de buna bir câzibe katar Zîrâ hiçbir balık gidip de çıplak bir kancaya takılmaz Cenâb-ı Hak, gâyesiz icrâ edildiğinde en süflî bir fiil olan cinsî münâsebete, ondan kaçılmaması, ona tehâlik gösterilmemesi için munzam bir vasıf olarak bu lezzeti ilâve etmiştir Gâye, lezzet ve nefsin tatmini değildir O lezzeti, beşerî ve dünyevî tatminlerin içinde hadd-i âzamîye Cenâb-ı Hak çıkarmıştır Onu hadd-ı âzamîye çıkarmakla neslin devâmını şansa bırakmamayı murâd etmiştir Aksi taktirde kadın, çocuk doğurmanın sıkıntısından; erkek, çocuk beslemenin külfetinden dolayı bundan ictinâb edebilirdi Ama o dehşetli lezzetin, rûhu da te’sîri altına alarak Allâh’tan gâfil hâle getirmesinden dolayı da gusül emredilmiştir Rûh, küllî bir sûrette Allâh’tan gâfil kaldığı için küllî bir arınmayı ve yeniden doğuşu temsîlen küllî bir yıkanış emredilmiştir İnsan rûhu yalnız bu dehşetli lezzet hâlinde Allâh’tan gâfildir Çünkü rûhun Allâh’a âid idrâki inkıtâa uğramıştır Ancak nikahlı âilesiyle bunu yapan Allâh’ın emriyle bu işi yaptığı için o anki gafleti mâzur görülür Çünkü emr-i ilâhîye ittibâendir Tıpkı Allâh’tan gayra secde etmek küfür olduğu halde meleklerin Âdem’e secde etmekle, kâfir olmamaları gibi Zîrâ bu da Allâh’ın emriyledir

Yemek de nefsânî bir arzudur Fakat yemeğe her başlayışta besmele çekilerek Allâh hatırlanmalıdır Allâh’ın Rahmân ve Rahîm olduğu, sonsuz merhametiyle ikrâm ettiği nîmetlere mukâbil şükretmenin bir vazîfe olduğu şuuru müslümana telkîn edilmiştir

İslâm, her fiile bu tarzla yaklaşır Kulun Rabbe dünyâ şartlarında en yakın olduğu kabul edilen secde, şeklî bir hâldir Ama her musîbetten en ziyâde muhâfaza edilen alnın, Allâh’ın huzûrunda en alçak seviyeye, ayak seviyesine indirilmesi bir ruh ifâdesidir Onun temsil ettiği bir psikoloji vardır Kulluk heyecân ve tevâzuunu temsil eder “Sen Rab’sin, ben kulum Sen Hâlık’sın ben mahlûkum!” mânâsınadır O şeklin yüklendiği bir ruh vardır Binâenaleyh bütün şekilleri İslâm idealize eder İdealize ederken de onlara sırrî, derûnî, ilâhî bir psikolojik maksat katar

Ayrıca hakîkati maddeye hapsetmiş olan materyalistlerin görüşlerinin aksine maddeyi bile sırrî bir îzaha götürür ki bugün modern fizik ve kimya da bu îzâha yaklaşmıştır Madde denilen şeyin enerjinin muayyen bir kalıpta hapsedilmesinden ibâret olduğu ortaya çıkmış, maddenin asıl olmadığı, ârızî bir sûret olduğu vuzûha kavuşmuştur Böylece 19 yy materyalistlerinin görüşleri tamamen iflâs etmiştir

Materyalistlere karşı ilk aksü’l-amel Bergson tarafından verilmiştir Hakîkat kaynağının laboratuar olmadığı, mâverâî bir tecrübe içindeki insanın sunuhât-ı kalbiyyesinin de hakîkat olduğu fikrini ortaya atmıştır İslâm âleminde ehl-i keşfin asırlardan beri yaşamakta olduğu “keşif” vâkıasının beş çeşidinden birini kavrayan Bergson, “sezgi” denilen bu gerçekle materyalistlere karşı bayrak açmıştır Halbuki İslâm, asırlar öncesinden sezgiyi hakîkat kaynağı olarak görmüş ve bunun yanında dört tane daha ayrı entivisyon ortaya koymuştur

Mücerred ve ideali tervîc eden İslâm, insanı mânevî cepheye çekmeye çalışır Bunun için resim ve heykele aslâ müsâmaha etmez Bir resim insanın cesedi hakkında bize bilgi verir Heykelin yasaklanışı da sadece tapınmaya sebebiyet vermesinden değildir Rûhu bertaraf edip insanı sadece maddeden ibâret bir cisim gibi takdîm etmekle insanın hakîkatini nâkıs bir şekilde aksettirmesinden dolayı merduttur Çünkü cesed çürüyecektir Yaşayacak olan ruhtur Cesed rûha bir kılıftır Bunun için zarfa değil mazrûfa bakmak gerekir

`



Tecrîd, insanın mâsivâdan uzaklaştırılarak her an Allâh’ın istediği şekilde istikâmetlendirilmesini de ifâde eder Her şeye bir ruh ve ideal mânâ vererek kişinin niyetini bunlara yönlendirmektir Meselâ; gâzi ile kâtil, ticâretten elde edilen kâr ile fâiz arasında vâkıa olarak fark yoktur Fakat biri rızâ-yı ilâhîye muvâfık iken, diğeri ise Allâh’ın yasakladığı yoldan vukû bulur

İslâm, insanın rûhunu yüceltecek kanunlar koymuştur Serveti mânevîleştirmiştir Zekat vermeyi emretmiştir Kişiye malın tasarrufunda hadsiz hudutsuz selâhiyet vermemiş, tasarruf selâhiyetini hudutlandırıp hayra kanalize etmiştir “Mülk Allâh’ındır”, şuurunu ikâme ederek mal sâhibinin servetinden dolayı şımarmasına mâni olmayı hedeflemiştir

İnsan rûhunun mücerrede akışı fıtrîdir ve bu bir ihtiyaç olarak tâ çocukluktan itibâren tatmini gereken bir açlık gibi karşımıza çıkar Meselâ, babasını namaz kılarken gören bir çocuk namazın keyfiyetine dâir sorular sormaz Allâh’ın büyüklüğünü mücerred olarak idrâk edemediği için muşahhas olarak ifâde etmeye çalışır Ölünün nereye gittiğini merak eder, cennet ve cehennemin nasıl bir yer olduğunu öğrenmek ister Dâimâ mücerred bir arayış içersindedir Çünkü insanın derûnunda mânevîyât meknûzdur Meknûz olan bu istidâd şuura çıktığı zaman insan mü’min olur; şuura çıkmadığı zaman ise kâfir olur Tıpkı kafese kapatılmış bir kuş gibi Uzun bir kafes hayatından sonra kuş kafesten salınsa uçamaz Çünkü kanatları kireçlenmiştir İşte îmân hissi şuura çıkmadığı zaman da böyle körelir

`



İslâm idealizminin, realist telâkkî ile tezat teşkil ettiği zannedilebilir Halbuki İslâm, her şeyin mükemmelini gerçekleştirmek istemesiyle idealisttir Realizm prensibinin mânâsı, İslâm’ın realiteyi ihmal etmeyip dikkate almasıdır İdealizm ise dikkate alınıp kabûl edilen realiteyi mükemmele ircâ etmek istemektir Yoksa gerçekleri olduğu gibi kabul edip “Ne yapalım bu böyledir, böyle kalsın” görüşünü reddeder Var olanı kabul eder ama onu kendi hâlinde bırakmayıp ideal şekline ulaştırmak ister İdealistliği buradan ileri gelir Yoksa realiteyi kabul ettikten sonra onu ıslah ve ikmâl edip, mükemmele ulaştırmak hususunda bir dâvâsı olmasaydı, realist olmasının da bir mânâsı kalmazdı

Mükemmele ulaştırmanın en parlak tezahürü, mü’minin dâvâsının “vâsıl-ı ilâllâh olmak” gâyesine mâtuf bulunmasıdır[url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusuhtm#_ftn1] Bu da, Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’i müteâl yani “ideal ötesi mükemmel” olarak vasf ettikten sonra O yüce varlığa kavuşmak, O’na vâsıl olacak derecede menfîlikleri tasfiye ve bertaraf etmek sûretiyle güzellikten, haktan ve hayırdan ibâret bir hâle gelmektir

Seven, sevgisi ölçüsünde sevdiğinin hâliyle hallenir Sevdiğini taklit eder Hakikî sevgi için kalbin mümâresesi lâzımdır Bu sebeple insan arkadaşlarını, âilesini, evladını velhâsıl sevilmeye lâyık olan her şeyi sevmeli, onlara sevgi nazarıyla bir bakmalıdır Bu sâyede mecâzî sevgilerden hakîkî sevgiye ulaşmada rehber olacak bir üstada idmanlı olarak çıkmak mümkün olur

Aşk da, iki gönül arasındaki bir cereyan hattıdır Güzel mü’min olabilmek için, kalbe bu istîdât ve hürriyeti kazandırmak şarttır Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar kalpteki bu istîdatların kullanılamamasından ileri geliyor Kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor Aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye doğru kalplerin irtifâ kazanması, Mecnûn’un Leylâ’dan başlayan seyâhatini Mevlâ’da noktalaması, ham bir yüreğin geçtiği temrinler neticesinde büyümesiyle ve ideal aşka, hakîkî aşka istîdât kazanmasıyladır Bu devirde insanlar aşkı kaybetmişlerdir Aşk hakkında bir fikirleri ve nasipleri yoktur Tüm bu cinâyetler, kötülükler, hamlıklar ve terör hep aşksızlıktandır

Sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı hissini taşımaz Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahatlıkla canını verir Aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan, kemâle erme yoluna girmemiştir Nefsiyle yaşıyor demektir

İnsanda melekiyet ve hayvâniyet olmak üzere iki veche vardır Hakîkî sevgiyi tatmamış olanlar, hayvâniyet çerçevesini kırıp da melekiyet sahasına adım atamamış demektir Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibi olur Mârifet sevmektedir Çünkü varlığın sebebi muhabbettir Allâh kendi zâtına muhabbetinden bilinmeyi murâd etti ve bu âlemi yarattı

İnsan sabahleyin başını kaldırıp doğan güneşe doğru şöyle bir bakmalıdır Ufukta çizilen rengârenk ve çeşit çeşit tabloları görmelidir Bir ressamın tablosuna hayran kalırız Tasvirdeki gerçekçiliğini tebrîk ederiz Hâl böyleyken gerçek sûretlerin mutlak “Musavvir”inin gözümüzün önünde çizdiklerine, kâinât tualinde oynattığı kudret fırçalarına, renk renk nakışlarına ne buyrulur Bir menekşeye bakalım Bu beyazı kara toprağın neresinden bulur Ya o kırmızı dut Güneşin ışığında rüzgarla beraber oynaşan şu çiçeğin mavisini bir görelim Şu kainatın ibret nazarıyla seyrine çıkan gözler, hayret nazarıyla geri dönerler Görebilen için ortalık harikalarla doludur Bir çiçeğin işvesine, arının-kelebeğin raksına, pervanenin yanışına, bülbülün feryadına ve bir de kendimize şöyle ibretle bir bakalım

Fakat akıl ve mantığımız, çoğu zaman bu harikalar önünden, kayaların üzerinden yuvarlanan yağmur damlaları gibi bir hisse almaksızın geçip gidiyor Bastığımız kaldırımın üzerinden kim bilir kaç kişi geçti ve bugün neredeler… Bir tefekkür ve muhâsebe hâli her ânımızı kuşattığı anda bakışlar ve görüşler irtifâ kazanır, kâinât sayfalarındaki esrâr satırlarını gerçek anlamıyla okumak nasîb olur Bu hâli elde etmek isteyenler de pek tabiî ki bir bilenin kılavuzluğuna muhtâcdır Îmandan sonra belki en büyük tâlih, insanın rûhunu yoğurup ona yön verecek sağlam bir mürebbîye ulaşmaktır Tâ ki hikmetlerin hikmetini göstersin, yolu yordamı anlatsın…

`



İslâm, beşerin önüne bitip tükenmesi mümkün olmayan en azametli davayı koymuştur Meselâ bir komünizmi alınız Komünizmin gâyesi iktisâdî müsâvâtı sağlamaktır Fertler arasında iktisâdî müsâvâtı sağlamak, hayâtın tamamı iktisattan ibâret olmadığına göre gerçekleşir veya gerçekleşmez Fakat gerçekleştiği anda komünizm yerinde saymaya başlar Zîrâ artık bitmiştir Yâni belli bir maksadı vardır ve o maksada ulaşıldığı anda biter İslâm’ın, insanlığın önüne koyduğu dâvânın ise, -değil insan ömrüyle- insanlığın ömrüyle dahî tükenmesi mümkün değildir

Düşünün ki her salât ü selâm, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı Allâhu Teâlâya bir merhale daha yaklaştırmaktadır 1400 seneden beri bütün ümmet-i Muhammed, Peygamber efendimize salât ü selâm getiriyor Her salât ü selâm da Peygamber efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allâhu Teâlâ’ya giden yolda bir merhale daha yükselmesini temin ediyor Azamet-i ilâhiyyenin ihtişâmındandır ki ümmet-i Muhammed’in bunca salât u selâmı daha trilyon sene devâm etse Peygamber ile Allâh arasındaki mesâfe bitmez

Azamet-i ilâhiyyeyi kavramak için şu misali de verebiliriz ki yeryüzüne her yağmur ve kar tânesini bir melek indirir Her melek bu işi ömründe bir defâ yapar Allâh’ın mahlukâtının azametini ve bu azametten kudret-i İlâhiyyenin ihtişâmını hayal etmelidir Bir kar yağışında trilyonlarca kar, bir yağmur yağışında trilyonlarca yağmur tanesi yeryüzüne iner Bunların her bir tanesini bir melek indirir ve aynı melek bu işi ikinci defâ yapmaz Bu, “ganiyyun ale’l-âlemîn” «âlemlerden zengin» telâkkî ettiğimiz Allâh’ın gınâsının büyüklüğünü gösterir Mahluk ile Hâlık arasındaki mesâfenin, hayat trilyonlarca sene devâm etse dahi tükenmek ihtimâli olmadığı bir hakîkattir

Dünyâda hiçbir sistemin dâvâsı bu kadar azametli olamaz İnsan idrâki için Allâh’ın zâtını telâkkî edebilmek kâbil değildir ve insan ancak sıfât-ı ilâhiyyeler üzerinde düşünebilir Rasûlullâh Efendimiz, Zât-ı İlâhîyi düşünmekten men etmiştir Çünkü insan gözü 5000 wolt yüksekliğindeki bir ışıkta kör olur Dengesi bozulduğu için bir daha vasatı dahi göremez Kulak zarı çok yüksek bir sesi idrâke müsâit olmadığı için yırtılır Sağır olur Beyin de aynıdır Zât-ı İlâhî’yi idrâk istikâmetinde yüründüğü zaman, kavramak mümkün olmayan ihtişamla karşılaşıldığında beyin infilâk eder

Azamet-i ilâhiyyenin ihtişâmını Kur’ânî hakîkatlerden biriyle de şöyle kavrayabiliriz:

Mûsâ -aleyhisselâm- zât-ı ilâhiyyeyi müşâhede talebiyle niyâz etti Allâhu Azîmu’ş-Şân ona “Len terânî” «Beni göremezsin» hitâbıyla mukâbelede bulundu Musâ -aleyhisselâm- ısrar etti Cenâb-ı Hak, “Öyleyse şu dağa bak Yâ Mûsâ!” dedi Mûsâ -aleyhisselâm- dağa bakınca düştü bayıldı Bayılmasa Mûsâ -aleyhisselâm-’da hayat eseri kalmazdı Voltajı yüksek bir cereyana fişi soktuğumuz zaman âletin yanması gibi çıldırır, beyni infilâk ederdi İşte Peygamber -aley-hisselâm-’a Cebrâil’in “buradan bir adım ileri geçersem yanarım” dediği gerçek budur

Azamet-i ilâhiyyeyi hakkıyla idrâk mümkün değildir Bir sinek seni görebilir mi? Görse senden ne anlar? Kör bir insan filden ne anlarsa onu anlar Ancak uzviyyetinden bir parçayı tanıyabilir Sinek başa konsa orman sanar, dudağına konsa, ağzını kuyu sanar Bizim de idrâk ve müşâhedelerimizde kendi tâkatimizle tahdid edilmiş olmamız, İlâhî kânunlar muktezâsıdır Azamet-i İlâhiyye’yi, Zât-ı İlâhîyi kavramak mümkün değildir Sıfattan, eserden müessire intikâl kabilinden sıfatlardan yola çıkabiliriz Sıfât-ı ilâhiyye’yi düşünmekte, tahlil ve terkib etmekte mâzûruz Kudret-i İlâhiyye’yi O’nun sıfatlarının bu âlemdeki tecellîlerini müşâhede sâyesinde îmâna sâhip oluruz O da ancak bu sâyede elde ettiğimiz bir netîcedir Tahkîkî îman da budur Lâkin bu tahkîk müşâhede sâhamızla hudutludur Müşâhede sâhasının ötesini tahkîk iktidârımız yoktur Orada acze mahkûmuz

İsbat keyfiyeti bakımından ikrâr ile inkâr aynı durumdadır Bir şeyi var diyenin, var dediğini ispat ile mükellef olduğu kadar, yok diyenin de yokluğunu ispat etmesi lâzımdır Yok demekle işin içinden çıkılamaz Binâenaleyh îmânın sahip olduğu şunca delîle, velev ki hakîkatler o delilleri çok da aşsa ve beşer aklı îtibâriyle hakîkatleri müşâhede edebildiği ile müşâhede edemediği arasında sonsuz derecede fark mevcûd olsa bile az çok elde edebildiği delillerle hükmedebilmekte, bir şey kavrayabilmekte, Allâh’ın varlığını kabûl edebilmekte ama inkar edenler bu kadar bir imkâna bile mâlik bulunmamaktadırlar Zîrâ zihnî faâliyeti tâtil etmekle inkâra cür’et etmektedirler Yoksa îmân sahiplerinin mükellef oldukları ispat külfeti aynı derecede inkar sahipleri için de mevzu-bahis olduğu halde onlar îmân sahiplerinin vâsıl olduğu delil kadar bir delile vâsıl olamazlar Çünkü eğer zihnî faâliyeti tâtil etmeseler, felsefî tâbirle “apoxa” düşmeseler onların küfürden kurtulma şansları vardır Çünkü hakîkati taharrî yolunda aksine delillerle karşılaşırlar Ve bu taktirde belki reybî (şüpheci) olabilirler

Mutlak mânâsıyla münkir olmak düşünen bir beyin için mümkün değildir Zihnî faâliyet tâtile girmedikçe inkâr, aklen ve mantıken mümkün değildir Öyleyse imânsız, aklen ve zihnen muhtel değil de nedir? Bugün Müslümanları geri zekâlılıkla ithâm eden kimileri aslında kendi geri zekâlılık vasfını îlân etmiş oluyor Allâh’ın şu azametli dâvâsı varken niye beşerî ve nâkıs bir telâkkînin adamı olunur? Halbuki bu davânın %1’inin bir kırıntısını onların davâları gibi trilyon dâvâyla değişmek mümkün değildir İnsan, hayat ve kâinattan hangi muammâyı çözmüştür ki inkâra cür’et eder Allâh’a inanmayan ateistler bile kendisine mezar hazırlatıyor Münkir bir akıl ölümden sonrası düşüncesinde kitlenir kalır İnkâr, hiçbir muammâyı hall u fasl edemez

İnsan beyni çocuk yaşta metafizik suâller sormaya başlar İnsan beyni bu hakîkatlere müştâktır Kendini tatmin etmek ihtiyâcındadır Bu ancak zihnî faâliyeti tâtil etmekle, bir uzvu felc etmek gibi şartlanmayla durdurulabilir Hasta olan adam mîdesinin açlığını duymaz Beyninin açlığını duymayan, beyin hücrelerinden biri muattal olan adam da bu kabildendir İşte geri zekâlılık budur Zîrâ hakîkat arayışı durdurulamaz

İslâm, Allâh’ın azametini müteâl olarak, idrâk ötesi mükemmel olarak tavsîf ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmayı beşere bir vazîfe olarak yükler İnsan şuuru daimî bir sûrette Allâh’tan âgâhtır, gâfil değildir O’nu bilecek bir vasıftadır Fakat insan şuurunun, şuur altı ve şuur üstü olmak üzere iki kademesi vardır İnsanların mü’min olanlarında bu meleke, şuur üstüne çıkmıştır Allâh’ın birliğini ikrar edememiş olan kâfirde ise bilinç altında kalmıştır Bu, aydınlık bir idrak değildir Ama insanda dâimî bir sûrette Allâh’a dâir bir bilinç mevcuttur

Rûhânî âlemleri itibâriyle ins ü cinnin kâffesi Allâh’ı müdriktir Fakat bu idrâk, îman mânâsında değildir Hem Allâh’ı müdrik olup hem de mü’min olmamak nasıl mümkün oluyor denirse: Mü’min bu idrâki şuur üstüne çıkarandır Şuur altında kalanlar Allâh’ı müdrik değildir veyâ hakîkatine uygun bir şekilde müdrik değildir İnsan beyni ilâhî şartlandırılış ile bu ihtiyâc ile mütehallîdir Mîdenin acıkması gibi beynin tefekkür ihtiyâcı onun selîm yapısı, yani ilâhî nizâmı bozulmadığı müddetçe devâm eder

Her canlı varlığın mîdesi kazınır, bir şey yemek ihtiyâcı fıtrîdir Her erkek ve dişideki cinsî temâyül gibi acıkma ve kendini muhâfaza, meyl-i tabiîdir ve ebedîdir Çünkü Allâh o şekilde şartlandırmıştır Canlının hayatını idâmesi bir şeyler bulup yemeğe bağlı olduğundan her canlı varlıkta nefsini tahaffuz sevk-i tabiîsi ve neslin devâmı için cinsiyyet sevk-i tabiîsi gibi, neslin idâmesini temin eden gıdalanma sevk-i tabiîsi de ebedîdir Selîm yapı yani ilâhî nizamlayış bozulmadıysa, yani mekanizma fabrikadan çıktığı gibi mükemmel işliyorsa bu ebedî ve tabiî olarak mevcuttur İnsan beyninin de kâinattaki muammâyı çözme ihtiyâcı; mîdenin acıkması, cinsî tatmin ihtiyâcı gibi derin muhâkemeye bağlı olarak fıtrî, tabiî ve ezelîdir Bu selîm muhâkeme; selîm yapıyı, ilâhî nizâmı bozduğumuz anda değişebilir Vücûd hasta olur, beyinde bir hücre bozulur, cinsiyet sevk-i tabiîsi dumûra uğrar Gayr-i cinse ihtiyaç hissetmez Aynen bunun gibi de Allâh’ın nizamlandırışıyla çocuğun daha çocuk yaşta metafizik suâlleri babasına sorması misâlinde müşâhede edildiği gibi insanın bu âlemdeki muammâları çözmek istikâmetinde bir temâyülü vardır Çünkü beyin, o ihtiyaç ile mütehallîdir İlâhî tâyinle buna muvaffak olanlar yâni şuur altında Allâh’ı müdrik olan insan ve cin bunu kendini tatmin edecek bir îzâha ulaştırarak şuur üstüne çıkarabildiği zaman mü’min olur Şuur üstüne çıkaramayıp da bu bilgi şuur altında kaldığı zaman kâfir olur Bunun mânâsı şudur İnanmayanın da rûhu Allâh’ı müdriktir de şuur altında kalmıştır Şuur üstüne çıkıp kavranmış hâle gelememiştir Görülüp de hatırlanamayan rü’yâlar gibidir Şuur altında mevcud olan bu idrâkin şuur üstüne çıkmak temâyülü de fıtrîdir Kol veya bacağın hareket etmek kâbiliyeti gibi Allâh onu o kabiliyetle muttasıf kılmıştır Şâyet bir kol alçıya konur da hareket kâbiliyyeti dondurulursa kireçlenir ve rahatsız olur Şartlandırılış da böyledir Çünkü beyin tabiî fonksiyonunu îfâ edememiştir Nasıl ki hareket kâbiliyeti olan bir kolu alçıya koymakla tabiî fonksiyonunu îfâ edemez hâle getirmek onu hastalandırırsa kâfirin beyni de aynı bunun gibi hastadır Çünkü selîm yapıyı bozmuştur Acıkmayan mîde gibi, uyanmayan şehevî ihtiyaçlar gibi hareket kâbiliyyeti iptâl edilmiş, harekete müheyyâ bir uzviyyet gibi Bundan dolayı her kâfir muzdariptir

Kâfirin rûhu kafesteki kuş gibidir Kuş için kafes asıl bir mekân değildir O gönlünce istediği gibi fezâda tayarân etmek, uçmak istîdat, iktidâr ve iştihâsıyla mütehallî olduğu halde bir kafese hapsedildiği takdîrde bu kafes içinde çırpınır durur İşte kâfirin rûhu beden kafesinin içinde böyle çırpınmaktadır

Îmân, şuur altında olan Allâh inancı ve kâinâttaki şu muammâyı kavrayarak kendini tatmin etmektir ki, kalp huzûruna ulaştırır Çünkü acıkan bir mîde ağrı, sızı, sıkıntı, baş ağrısı yapar da doyduğu zaman bünye o ârâzdan, sıkıntıdan kurtulur Beyin de aynen böyledir Mîde gibidir Aç bir adam asabî olur Oruçluyken asabî oluyoruz Yediğimiz zaman keyfimiz yerine geliyor Çünkü Allâh bu mîdeyi yemekle şartlandırmıştır Otomatik olarak acıkıyor ve tatmin edildiği zaman rahata eriyor Çünkü selîm bünye böyle yapılandırılmıştır Tıpkı balığın sudaki oksijene göre bünyevî olarak şartlandırılması gibi Havada daha çok oksijen olduğu halde balık, sudan çıkınca ölüyor Çünkü o oksijeni alamıyor İşte bunun gibi uzviyetlerin de şartlandırılışı vardır Rûhun da beynin de böyle şartlandırılışı vardır Eğer bir kuşu onun tabiatına zıt bir şekilde kafeste doğdurursan, o kuş boşluğu bilmezse onun cevelân istîdâd ve iktidârı rûhunda hapis kalır O sükûnetle kafeste durabilir Ama yaradılış gâyesine göre hareket şansı, tatmin olma şansı ona verilmediği için o kuş, gene muzdariptir de ızdırâbını idrâk melekesi şartlanma ile iptâl edilmiştir

Felc olmuş, sinirleri kopmuş bir adam düşünün Onun koluna bir çivi sokulsa duymaz Halbuki vücûda bir iğne batsa acır Aynı el, idrâk melekesi, sinir sistemi iptâl edildiği takdirde aynı hâdise karşısında o idrâki kaybeder İşte kafesteki kuşun kendi tabiatına aykırı bir şekilde tayarân, cevelân istîdât ve iktidârı felc edilmiş bir sinir sisteminden sonra ona bağlı uzviyyete acıması tabiî olduğu halde çivi batırdığı zaman duymadığı gibi onu kör ve sağır hâle getirir İşte “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir Bu sebeple onlar geri dönemezler(Bakara, 18) âyetindeki nükte budur Bu şuur altında olan bilgi, şuur üstüne çıkıp da uzviyyetin şartlandırılmasıyla mîde gibi cinsiyyet arzuları gibi dimâğın da tabiî ihtiyâcı tatmin edildiği zaman insan huzûra erer İşte “Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur sırrı budur Allâh’ı zikretmek, “Allâh” lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamak değil, Allâh idrâkiyle mütehallî olmaktır Kalbi ancak bu tatmin eder Burada zikredilen kalbe “şuur” da diyebiliriz Çünkü kalb, maddî bir vâkıâ değildir Kalp, tehassüs istidat ve iktidarının merkezi mânâsınadır Allâh’a ulaşmanın insana verdiği saâdet, işte bu sûretle tezâhür eder Ama münkir, kafeste doğup kafeste ölen kuş gibi olduğu için bu saâdeti de tanımıyor Onun mahrûmiyetinden bir ezâ ve cefâ duymuyor İşte bu, narkoze edilmiş hastanın sinirleri iptal edildiği için tabiî olarak acıması lâzım geldiği halde cerrahın kesip doğradığı anda acı duymaması veyâ sarhoştaki gibi bir bünyevî sağırlaşmanın netîcesindedir Fakat bu, acıma hususundaki insan bünyesine âit gerçeği değiştirmez Ârızî bir sebebin netîcesidir Eğer bir kâfir hâlinden memnûn ise idrâki böyle iptâl edilmiş olduğu için, narkoze edilmiş bir hasta durumuna düşerek ızdırâbının farkında olmaz İnkârın ızdırabını müdrik değildir Reybîler yâni şüphe safhasında olanlar henüz idrâki narkoze edilmiş bir hasta gibi tam iptal edilmediğinden, inkâr ile ikrar arasında bocaladığından dehşetli bir ızdırap içindedir Biz şüpheci olanların ızdırabını görürüz Hiçbir şüpheci ızdıraptan kurtulamaz Çünkü idrak iptal olmuş değildir Onun için şüphecilik (septisizm) mutlak bir hüsran ve ızdırap mevzuu olduğu halde mutlak inkâr bir ızdırap olarak karşımıza çıkmıyor Çıkmaması idraklerinin narkoze edilmiş bir hasta gibi olmasından doğmaktadır

Bütün bunların netîcesi şudur ki, Allâhu Azîmuşşân’ın azametini ve mâhiyetini kavramak husûsunda insan beyni tabiî bir meyille, İlâhî şartlandırma ile mütehallîdir Bu temin olunmadıkça beşer huzur ve sükûna kavuşmaz Ancak idrâkin iptâl edilmesi hâlinde bunun ızdırabı hissedilmez O da narkoze edilmiş bir bedene benzer Hayâtî ve tabiî fonksiyonlarını îfâ edemez

İslâm idealist bir dünya görüşü olmak itibâriyle kâinâta bakış ve onu anlayış tarzında insana ideal bir perspektif getirir Kâinât, âdetullâh dediğimiz son derece kompleks ve mükemmel bir kurallar sistemiyle örülmüştür Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden gerek fizik ve gerekse metafizik âlemlere müteallık kânunlardır Bu kânunlardaki değişmeyen ortak husûsiyetler bu kânunların vaz’ edicisinin tek ve bir varlık olduğuna, bu kâinâtın tek elden çıktığına şehâdet eden birer âyettirler İslâm, insanı tıpkı Kur’ân âyetlerini okur gibi kâinât kitabındaki bu delilleri görmeye dâvet eder


Cenâb-ı Allâh Kur’ân’da yıldızın doğduğu ve öldüğü yere yemin eder Kur’ân’daki azamete bakınız 1400 sene evvelki insanın mantığı ile hiç yıldız ölür mü, doğar mı? Çağlar öncesinden gelen bu işâretler ancak bugün whitehouse, blackhouse denilen kara ve beyaz deliklerin keşfedilmesiyle idrâk sahamıza girmiştir Beyaz delikten futbol topu büyüklüğünde belki milyonla cisim âniden çıkmaktadır ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyon katı büyümektedir Allâh da bu âlemi her an genişletmekte olduğunu bize âyetle bildirmektedir Astronomi âlimleri bunu ancak bugün tespit edebiliyor Kur’ân, bir astronomi veya ilim kitâbı olmadığı ve câmiu’l-kelâm olduğu için ilim ve tekniği tefsîr etmek vazîfesinden berîdir Ancak ilim ve teknoloji alanındaki her yeni buluş, Kur’ân’ı tefsîr ederek ilâhî mesajların her geçen gün daha vâzıh bir hâle gelmesine hizmet etmektedir

Cenâb-ı Allâh bekâ sıfatını yalnızca kendisine tahsis etmiştir Kürre-i arzdan belki trilyonlarca kat daha büyük olan yıldız da ölüyor Güneş de ölecek “İzeşşemsü küvvirat” «güneş dağılıp parçalandığı zaman» (Tekvîr, 1) şeklindeki işâret âyetle sâbittir O yıldız bir karadeliğin önüne gelmekte, sıkışıp bir futbol topu büyüklüğüne inip oradan girmekte ve kaybolmaktadır Bu da onun mezarıdır Oradan ötesi nedir? “Aman Yâ Rabbî!” deyip secdeye kapanmaktan başka çâre yoktur

Havada milyonlarca toz yüzüyor Saltanât-ı ilâhiyye yanında kâinât havada yüzen milyonlarca tozdan biri gibidir Gözlerimiz vasatı görebildiği için çok büyük bir şeyi de çok küçük bir şeyi de göremeyiz Şu koskoca kâinat da bir odanın havasında yüzen bir toz kabilindendir Ya insan bu zerrenin içinde nedir?

Kâinât yaratılalı ne kadar zaman oldu bilinemez Fakat kâinatta dünyanın vücûda gelmesi, çeşitli nazariyelerle tahmin ediliyor Tabî ki nazariyenin de bir dâiresi var Onun dışında da hakîkatler olabilir Dünya hayat bulalı nazarî olarak 50 milyon yıl olduğu kabûl ediliyor Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan beri de 10 bin yıl kabul ediliyor Elli milyon senenin yanında Hazret-i Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişi on bin sene 50 milyon senenin yanında on bin seneyi düşünün Bir soğanın kütlesine nazaran bir zar hükmündedir Belki o kadar bile değildir Tahminen kabul edilen bu on bin senenin hesap hatâsıyla yirmi bin; kâinâtın yaşı olarak tahmin edilen elli milyonun da, on milyon olduğunu farzedersek bile gene bir şey değişmez Daha ötesini bu beden elbisesinden çıktıktan sonra bilecek salâhiyetle techîz olunursan, bilebilirsin Burada insana düşen, aczini kabûldür

Dünya -tahmînen- elli milyon seneden beri bu âlemde görülmüştür ve hâlen dünyâya ışığı gelmekte olan göremediğimiz yıldızlar vardır Saniyede 300 bin km hızla yolda olmasına rağmen hâlen gelememiştir Bugün gökyüzünde yıldız diye gördüğümüz cisimlerin bâzıları da sönmüştür Lâkin sular kesildiği anda kaynağından kesilmiş olmasına rağmen boruda kalanların bir müddet daha gelmesi gibi bâzı yıldızların sönmeden evvel bize gönderdiği ışıkları hâlen görüyoruz Belki daha milyonlarca yıl göreceğiz Milyonlarca yıl önce sönmüş olan yıldızın ışıklarını görmekle biz o yıldızı sönmemiş sanıyoruz Kâinâtın hacmi hakkında bize bir fikir veren bu ibret-âmiz misâller, azamet ve kudret-i ilâhiyye’nin birer delîli değil de nedir?

Bir cisme verilecek hareket, ışık hızından süratli olamaz Bu, Allâh’ın âleme rekzettiği bir fizik kuralıdır Işık bir maddedir Saniyede 300 bin km mesâfe kat eder Bir cisme hareket enerjisini tatbik ettiğiniz zaman bu hareket enerjisinin bir kısmı yüksek seviyedeki harekette bir kütleye dönüşür Meselâ bir kglık bir cisim saatte 30 bin km hareket edecek şekilde hareket enerjisi tatbik ederseniz, o cismin ağırlığı 1030 gr olur Düşen bir cismin de ağırlığı artar

Bir cismi ışık hızında hareket ettirebilirsiniz Meselâ bir gözlüğü saniyede 300 bin km hızla hareket ettirebilirsiniz Fizik kanunları buna müsâittir Ama hız saniyede 301 bin km olduğu anda bu enerjinin tamâmı kütleye dönüşür ve hareket sıfırlanır Yani ışık sürati maddenin hareket kâbiliyetinde bir üst sınırdır Bunun mânâsı, azamet-i ilâhiyyeyi kavramak için Allâh’ın kâinâtını seyre çıksanız, ilminiz ve istîdâdınız müsâid olsa da ışık süratinde hareket eden bir fezâ gemisi yapabilseniz, ışık süratinden ileri geçemeyeceğinize göre saniyede 300 bin km sürat yapabilirsiniz, demektir Bundan fazlası mümkün değildir Saniyede 300 bin km’den sonra hareket enerjisi topyekûn kütle hâlini alır Ağırlık artar ve hareket sıfırlanır Beşer için hareket kâbiliyeti ışık hızıyla sınırlandırılmıştır Bu gemiyi yaptığınızı kabul edin -ki ilmen mümkündür-, böyle bir gemiyle bize en yakın yıldıza 150 senede gidebilirsiniz Yüz elli sene de dönüşüyle bu seyahat 300 senede tamamlanır Fakat yüz elli sene yaşayan bir insan yoktur O yıldızın kütlesi de ateştir ve gemiyi daha kendisine yaklaştırmadan mat eder Giden geminin de geri gelmesi mümkün değildir Bu, azamet-i ilâhiyenin önünde mahlûkun aczinin tescîli demektir


İnsana böyle azametli bir dâvâ takdîm eden başka bir sistem hayâl bile edilemez Bu nükteyi kavradığınızda Müslüman yaratılmış olmanın heyecânını duyarsınız İslâm mücerred ve idealist bir sistem olarak âlemde mücerred hakîkatlere ve vâsıl-ı ilâllâh olmak gibi bir dâvâ ile de idealizme ağırlık vermiş olan bir dünyâ görüşüdür İslâm’da tecrîd ve ideal fikri, bir bedene hâkim olan ruh misâli müşahhas hâdiselere ilkâ edilmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla