Yalnız Mesajı Göster

İslâm Dünya Görüşü

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslâm Dünya Görüşü




C-İNSANİYETÇİLİK VEYA HÜMANİZM PRENSİBİ


İslâm, insanı insan olmak itibâriyle dikkate alır İnsana vasıfları cihetiyle değil, insan olmak haysiyetiyle bir nizam getirir ve insana hiçbir sistemin veremeyeceği değeri atfeder Zîrâ Allâh’ın zâtı hakkındaki şunca kemâl ve ihtişâmın yanında Allâh’ın insanı -sadece mü’mini değil, insanı- kendisine “halîfe” olarak yaratmasındaki tekrîm ve taltîfi ne büyüktür

Peygamber efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ihtiyar bir Yahudî geçerken sahâbîlere:

“–Îtibar gösterin, bu bir zamanlar kavminin efendisiydi” demiştir

Bir cenâze geçerken de Peygamberimiz, ayağa kalkınca ashâb, cenâzenin bir Yahûdî olduğunu söylediklerinde, “Olsun, o da bir insandır” buyurur

Cenâb-ı Hak insana kendinden bir vasıf ikrâm ederek kıymet vermiştir Âyet-i kerîme’de: “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman(Hicr, 29) buyurur İnsanı eşref-i mahlukât olarak yaratmış ve bütün mahlûkâtı , her şey insana hizmet etmektedir Ârifler, sıfât-ı ilâhiyyeyi üç bin adet kabûl ederler Üç bin sıfât-ı ilâhiyyenin tecellisi ile bu âlem vucûda gelmiştir İnsanın eşref-i mahlukât olması sâir varlıklar, esmâ-i ilâhiyyenin bir veya bir kaçından nasîb almışken insanın Allâhu Azîmuşşân’ın sâhib olduğu üç bin sıfât-ı ilâhiyyenin hepsinden nasîb almasındandır Her insanda iki veche vardır Zîrâ her insan için Mudill sıfatından da, Hâdî sıfâtından da bir nasîb vardır Kimi insan mü’min olur kimisi de sapıtarak kâfir olur İnsanda hangi esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîsi gâlipse o, mizâcı meydana getirir Hâdî esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi gâlipse mü’min olur Mudill esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi gâlip ise kâfir olur Ama kâfirde de Hâdî esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi zincirli ve asgarî halde de olsa vardır Zayıf da olsa onu destekleyen bir müessir ortaya çıktığında mü’min olma ihtimâli vardır En şiddetli mü’minde de Mudill sıfât-ı ilâhiyyesinin tecellîsi vardır Asgarîde de olsa kâfir olma ihtimâli vardır Bunun mânâsı, bir adam mutlak kâfirdir, îmâna gelmez, diye kesin bir hüküm verilemeyeceğidir Bir adam mü’mindir, asla ayağı kaymaz, kâfir olmaz diye bir garantinin olmadığıdır İnsanda hayır ve şer meknûzdur Bunun için hiçbir insana iflâh olmaz gözüyle bakılamaz Kâide “beyne’l-havfi ve’r-recâ”dır Korku ile ümid arasında bulunmaktır Onun da hikmeti, en şiddetli mü’minde bile küfre istîdat bulunmasıdır “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ sırrı burada yatmaktadır İnsan bir kere hidâyete erdi mi öyle kalacağına dâir bir garantisi yoktur Çünkü Mudill esmâ-yı ilâhiyyesinin de onda tecellîsi vardır Bir müessir gelir rûhun derinliklerinde hapsolmuş olan bu esmâ-yı ilâhiyyeyi tahrik eder ve insanın îmân yolunda ayağı kayıverir

İnsan Allâh’ın bütün esmâ-yı ilâhiyyesinden tecellî almakta, nasîb almakta bu âlemde tektir Bundan dolayı eşref-i mahlukâttır İnsanı bu kadar yücelten başka bir sistem de tahayyül olunamazİslâm bu derecede tekrîm ettiği insana hedef olarak da Rabb’e yaklaşmayı gösterir Bunun için gereken terbiyeyi emreder Zâten ıstılahta terbiye, “Rabb” kökünden gelmektedir İnsana bu iktidârı, bu liyâkatı verdiği için bu hedefi insana teklîf eder Hangi sistem insanın önüne bu derecede ulvî bir gâye koyar? İşte insan, İslâm nokta-i nazarında eşref-i mahlûkattır

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, ins ve cinnin yaradılış gâyesini bildiren âyetteki yaradılışın sebeb-i hikmetini beyân eden “li-ya‘budûn” kelimesini “li-ya‘rifûn” olarak tefsîr etmiştir İnsan beyni zaman ve mekanla sınırlandırılmıştır Âlem-i şuhûdun kanunlarına tâbî olarak zaman ve mekan dâhilinde düşünen insan beyni için zamandan ve mekandan münezzeh olan Allâh’ı ve âlem-i gaybı kabul etmek beşeriyete ilk farz-ı ilâhîdir Allâh’ın insanlardan beklediği ilk iş kendisinin kabûl edilmesidir Zât-ı İlâhiyyeyi kabûl mümkün olmasaydı, Cenâb-ı Hak hiçbir varlığa takat getiremeyeceği yükü yüklemediği için, bizlere de böyle bir emir vâkî olmazdı Kendisinin varlığını tasdîk mecbûriyetinde bırakıldığımıza göre bunun da imkânı var demektir Bu da doğrudan doğruya Zât-ı İlâhiyyeden değil sıfatlardan yürüyerek aklî ve mantıkî zarûrete teslîm olmakla tahakkuk eder

Âlem-i gaybtan âlem-i şuhûda geçiş kademe kademe gerçekleşmiştir Buna kavs-ı nuzûl denir Tekrar kademe kademe yükseliş vardır En aşağıda cemâdât vardır Onların üstünde nebâtât vardır, nebâtâtın üstünde hayvânât vardır En üstte ise insanlar vardır Her bir varlık ayrıca kendi içersinde sınıflanır Hiç biri aynı değildir Hayvanların en üst tabakasında deve vardır Nebâtâtın en üst tabakasında hurma vardır Çünkü hurma hayvana en yakın nebâttır ve erkeği dişisine meylederek döllenir Devenin de kemâlinin bir çok sebebi vardır Allâh’ın deveyle hikmete mebnî misaller vermesinin bir çok incelikleri vardır Hiçbir varlık midesine indirdiği gıdayı buzdolabındaki gibi tutamaz Deve midesinde gıdayı 55 gün tâze olarak tutabilir

İnsan da kendi âleminde mertebeleniyor Sâlik, mürid, mürşid, kutub, kutbu’l-aktâb ve sonunda “Bekâ billâh” makâmı geliyor Yani insan geldiği yere aslına dönüyor Buna da kavs-ı urûc denir Bekâ billâha ulaşan insan oradan tekrar halkın arasına geri dönmek sûretiyle kendisini insanların hizmetine vakfeder Bu da İslâm tasavvufunu sâir mistik görüşlerden ayıran bâriz bir keyfiyetdir İnsanın bu urûcu bir mürşidin kalbine dâhil olmakla gerçekleşir Hakîkî mü’minin bastığı çimen bile bahtiyardır Zîrâ secde etmiş olur Fakat gerçek secde “Fenâ fillâh” makamında yapılan secdedir ki bütün bu mertebeleri aşabilmek seyr-i sülûkla mümkündür

`



Bir buğday tanesinde buğday cinsinin tüm husûsiyetlerinin mevcûdiyeti gibi bir nev’in tohumunda da o nev’in bütün husûsiyetleri mevcuttur Bunun gibi kâinatta var olan her şeyin hakikati insanda mevcuttur İnsan kâinâtın, içinde dürüldüğü bir öz, bir tohum gibidir Nitekim bu hakîkati beyân sadedinde Şeyh Gâlib’in insanı târif eden bir beyti şöyledir:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen

“Kendine ibret gözüyle şöyle bir bak! Sen, âlemin özü ve kâinâtın gözbebeği olan Âdem’sin

İslâm bize Kurân’ı, Cenâb-ı Hak’da mevcût bütün hakîkatlerin, âlem-i gayb hakîkatlerinin kelâm sûretindeki kâmil bir tecellîsi olarak takdîm etmektedir Kur’ân, insan ve kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerinin tecellî ettiği üç ayrı kitâbdır “Men arafe nefsehû fekad arafe Rabbehû” «Nefsini bilen Rabb’ini de bilir» sözü bu sırra işâret eder Bundan dolayı insan ve Kur’ân eş mânâlı kabul edilmiştir Zîrâ insan, canlı bir Kur’ân’dır Bu âlemde yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitâb olan Kur’ân’da mevcûddur ve bir canlı kitâb olan insanda da bütün hakîkatler meknûzdur Bu nükteyi ifâde etmek üzere Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“el-İnsanu ve’l Kur’ânu tev’emân” «Kurân ve insan ikiz kardeştir» buyuruyor Yani insan da bir Kur’ân’dır Şu yüceltmeye bakınız ki, sâdece Mü’min için değil mücerred olarak insanla Kur’ân ikiz addediliyor Yani insan canlı bir Kur’ân olabilir

Cenâb-ı Hak kâinâttaki nakışları, yağmurun gelişini, topraktan nebâtın çıkışını, uykuya dalmayı ve bunun ölümden bir misâl olduğunu, sabah kalkışını bildirir

“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gâşiye, 17-20)

Velhâsıl kâinâttaki fiilleriyle, eserleriyle, sanatıyla sanatkâra, asıl müessire ulaşmaya çağırır Bu, Allâh’ın sıfâtlarıyla ile bilinişidir Bir de zâtın bilinişi vardır Ehli tasavvuf, baştan müsebbibi, sanatkarı görür ve sonra sebeplere, sanata bakar Bunun için sıfâtullâh ikinci sıradadır Onların nazarında tuzlu yemek ile tuzsuz yemek arasında fark yoktur Güzel manzara ile çirkin manzara arasında da fark yoktur Zîrâ o basamakları aşmıştır Baştan Hâlık’ı görüp sonra mahlukâta bakar Yaradandan ötürü yaradılanı sever

Kur’ân-ı Kerîm, insana inmiştir Onu istikâmetlendirmek için devamlı ona hitâb eder Sık sık insanın maddî yapısına atıfta bulunur:

“İnsan görmez mi ki, biz onu bir damla sudan yarattık Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş” (Yâsin, 77)

Onun bir atılmış sudan yaratıldığını hatırlatır Gözyaşı gibi kıymetli bir sudan değil de atılmış bir damla sudan yaratıldığını ifâde ile insanın enâniyetini, gurur ve kibrini kırmayı murâd eder

Bir insan ölüsünün kokusu en ağır ve en pis kokudur Hayvan leşi bu bakımdan daha hafiftir Halbuki hangi hayvan yıkanır ki Fil, aslan cesed kuvveti yönüyle insandan daha üstündür Bir tavus kuşu, bir kuğu belki insandan daha zariftir Fakat büyük tekrîme insan nâil olmuştur Demek ki insanı kıymetli kılan cesedi değil, onun aslî yönü olan rûhudur Cenâb-ı Hak insanı kendisine halîfe yapmış, ona günahsız melekleri secde ettirmiştir Bütün bu tekrîme karşılık insandan Rabb’ini bilmesi ve kulluk etmesi emredilmiştir

Cenâb-ı Hak Kur’ân’a, “oku” emriyle başlar Kur’ân okurken aynı zamanda kendimizi, kendimizde kâinâtı, kâinâtta esmâ ve sıfâtı ile Rabb’imizi de okumalıyız

`



Bugünkü beşeriyyet hümanizmi gâye edinmiştir İnsana insan olarak değer vermektedir Lâkin İslâm dışı sistemlerin insana atfettiği değer ile İslâm’ın insana atfettiği kıymet aslâ kâbil-i kıyâs değildir

Fransa komünist partisinin eski genel sekreteri ve sonradan Müslüman olan Roger Garudy, Marks’ın tüm kitapları yakılsa tekrar yazabilecek kadar bu sistemi bilen ve güçlü bir mütefekkirdir

Garudy, Yıldız Sarayı’nda bir konferans verirken gazetecinin biri:

“-Sizi daha önceleri Hıristiyan, sonra da komünist olarak görüyoruz Şimdi ise Müslümansınız Bu atlama doğuya doğru devâm edecek mi? Yani ileride Budist, Brahmanist, Şintoist olacak mısınız?” diye sorar

Garudy ise;

“–Ben Amerika’da tahsil gördüm O zamanlar açlık vardı fakat tröstler ve karteller piyasayı ellerinde tutmak için tonlarca buğdayı yakıyor, tonlarca sütü döküyorlardı Bu merhametsizlik, şefkatsizlik ve insaniyetsizlik beni komünizme itti Fakat inceledikten sonra gördüm ki, komünizmde insan rûhunu dolduracak mânevî hiçbir taraf yok ve tamamen materyalist Ben de Hıristiyanlıkla komünizmi te’lîf etmeye çalıştım

Bir gün benim hakkımda bir Fransız subayı vur emri çıkarttı Bir Müslüman Cezayirli asker beni gördüğü halde vurmadı Ben de kaçtım Teorisyen olduğum için, “Bu Cezâyirli beni niçin vurmadı?” diye düşünmeye başladım Çünkü bana vur emrini çıkartan bir Fransız olmasına rağmen beni vurmayan Cezâyirli bir Müslüman’dı Bir müddet sonra bu eri buldum ve beni niçin vurmadığını sordum O da:

“Ben bir Müslüman’ım Allâh’ın verdiği bir câna kıyamam Sana niçin vur emri verildiğini bilmiyorum Şayet vurmuş olsaydım Allâh kıyâmet gününde bana sorar, beni hesâba çekerdi” dedi

Bu erin ifâdeleri beni İslâm’ı tedkîk etmeye sevketti Ben İslâm’ı o âna kadar bir aşîret dîni zannediyordum

“–Tedkîkimin netîcesinde şunları gördüm Liberallerle komünistler arasında hiçbir fark yok Her ikisi de materyalist ikisi de maddenin kavgasını yapıyor Biri şurada olsun, biri de hayır burada olsun diyor İkisi de istismarcı İnsanı bir dişliden ibâret sayıyor ve hiçbir mânevî taraf görmüyor İslâm’da ise her şey insandan başlıyor Yerin göğün sâhibi Allâh olduğu gibi malın sâhibi de Allâh’tır, insan ise yalnızca O’nun adına bir mutasarrıftır İnsan bu tasarrufunda İslâm’ın hududları dışına çıkamaz, malını ve gücünü insan aleyhine kullanamaz İşte bu insaniyetçilik beni İslâm’a götürdü” diyor

İslâm’ın hümanizmi de realisttir İnsan tabiatı îtibâriyle Paris’te ve Erzurum’da meydana gelen iki ayrı depremlerden aynı derecede müteessir olmaz Fransız da, Türk de bunların her ikisini aynı alâkayla karşılamaz Zîrâ vicdân ve hissiyât buna müsâit değildir İslâm bu realiteyi gördüğü için de hümanizme, beynelmilelciliğe tahditler koyar İslâmiyet realist bir sistem olduğu için alâka göstermeye en lâyık olan insanı yakınındaki olarak telâkkî eder Bir zekâtı verirken önce kendi âilesinden başlatır, sonra yakınlık derecesine göre mahalle, şehir, bölge şeklinde dâireyi genişletir Çünkü bu insan tabiatının gereğidir Fakat bu iki millete aynı mesâfede duranların Paris’tekilere yardım edip Erzurum’dakilere yardım etmeyi iptidâîlik olarak telakkî etmeleri insaniyetle bağdaşan bir vaziyet değildir

Hadsiz hudutsuz bir şekilde beynelmilelcilik İslâm’da merduttur Zîrâ hudutsuz beynelmilelcilik, kozmopolitliktir Bazıları İslâm’ı kozmopolit görürler ki bu son derece yanlıştır Kozmopolitlik, realiteden kat‘an-nazar hümanist olmaktır İslâm, insana insan olmak itibâriyle değer verir Allâhu Azîmuşşân, Rabbü’l-âlemîn’dir Cenâb-ı Hak, kendine inana da inanmayana da hayat, rızık ve sıhhat verir Fakat İslâm’daki beynelmilelcilik insan tabiatına dayanan fiilî gerçekleri dikkate alarak, realitenin îcâbına göre hareket eden bir görüştür Bundan dolayı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ben evvelâ Kureyş’ten olanlara şefaat edeceğim” buyurmuştur Çünkü kendi yakınlarıdır İşte bu insan tabiatını, realiteyi kâle almanın bir tezâhürüdür Bu beynelmilelciliğe mânî değildir Hangi kavimden, hangi ırktan, hangi kabîleden olursa olsun, İslâm’a dahil olan insan müslümanın kardeşidir Çünkü “inneme’l mü’minûne ihvetün” beyânı bir kavim tayin etmiyor Hangi kavimden olursa olsun müslüman müslümanın kardeşidir Ama aynı ana-babadan doğmuş kardeşlerin bile birbirlerine karşı münâsebetlerindeki yakınlık ve muhabbet bir değildir Bir kardeş serseri olur o fazla sevilmez, diğer kardeş ahlâklı, dürüst, istikâmet sahibi biridir, o daha çok sevilir İşte bunun gibi müslüman kardeşler arasında böyle realiteden doğan farkları kabullenmek İslâm’a muhâlif ve onun beynelmilel bir keyfiyete sahip oluşuna mânî değildir Ancak meziyet veyâ kusurları tayin ederken miyar olarak İslâm’ı almak mecbûrîdir Kusur sayılan şey İslâm nazarında da kusur olmalı ki kişinin ona kusur demesi meşrû olsun Meziyetler için de aynı şey geçerlidir Kişi kavminin husûsiyetleriyle övünürken bu husûsiyetlerin şeriat nazarında da medhe değer olmasına dikkat etmelidir Peygamber Efendimiz “Kişi kavmini sevmekle ayıplanmaz buyurur Sevgide ölçü İslâm olduktan sonra kişi kavmini de sevebilir Ancak İslâm önünde meziyet sayılan husûsiyetleriyle övünmek meşrûdur Kusur olan husûsiyetleriyle övünmek merdûd olan kavmiyetçiliktir, ırkçılıktır

Irkların üstünlüğü fikrini ortaya atan Kont de Gobino’nun bu görüşü, büyük devletleri, otoriter idâreleri parçalamak ve Yahudîlerin tezgahını kolayca kurup o milletleri daha rahat istismâr etmelerini sağlamak gâyesine hizmet eden maksatlı bir görüştür Ancak bu, İslâmiyet önünde aslâ ve kat’â kâbil-i müdâfaa bir dâvâ değildir Çünkü Cenâb-ı Allâh sadece bir kavimden olmak dolayısıyla bir insanı makbul addetmeyi reddeder Ama sen aynı derecede mü’min olan iki insandan birini tercih mevkiinde kalırsan kendi kavminden olanı, hemşehrini yakın addedebilirsin İleri gitmemek şartıyla bunun bir mahzuru yoktur Allâh’ın insanları değerlendirmede ölçüsü takvâ olduğu için bizim de bir insanı üstün saymamız ancak takvâdaki üstünlüğü sebebiyle olmalıdır Bunun dışında bir ölçü kullanmak, İslâm’a ters düşmek olur

Yahûdîler, îtikâd olarak Hazret-i Âdem’den geldiklerini kabul etmiyorlar Bütün beşeriyet kabul etmesine rağmen, Yahûdîler kendilerinin şeytanın soyundan geldiklerini iddia ediyorlar -Hâşâ- şeytanla Hazret-i Havvâ’nın münâsebetinden dünyaya geldiklerini ileri sürüyorlar İnsanlığın babası ve ilk peygamberi Hazret-i Âdem onlara göre -hâşâ- saf biriydi, biraz uzaklaşınca şeytan yaklaştı, Kâbil oldu, derler Mantığa bakın ki sulblerini dünyanın ilk cânisine dayandırıyorlar Ceddimiz Kâbil’dir, diyorlar Yahûdîler, kendilerini şeytanla Havva’nın münâsebetinden geldiğini, diğer insanların Âdem’le Havva’nın münâsebetinden geldiğini iddia ediyorlar Soylarının ortaya çıkışını da çirkin bir iftirâ ile başlatıyorlar ve buradan şöyle neticeler çıkartıyorlar:

a) Aslolan kadındır Aileyi kadın kurar, erkek kadının açtığı eve gider ve kadının soyadını alır Yahudî kadının doğurduğu her çocuk -babası kim olursa olsun- Yahudî’dir

b) Yahudîler, bizim gibi şeytanı melûn ve cin soyundan addetmezler Şeytanı melek addederler Onların literatüründe şeytan, nûr-i ziyâdır, Yahûdîlerin cedd-i ekberidir Beyoğlu’nda masonların merkezinin bulunduğu sokağa masonların te’sîriyle “Nûr-i Ziyâ” adı verilmiştir

c) Allâh nasıl ki bizim istifâde etmemiz için hayvanları yaratmışsa Yahûdîlere göre -şeytandan dûn mevkîde olduğu için- Âdem’i, sâir insanları da Yahûdîye hizmet için yaratmıştır Bunun için sâir insanları kullanabilmeyi dinî esas addederler Yahûdîye göre Yahudî olmayan bir kadınla nikâhsız beraber olmak zînâ değildir Yahudî olmayan bir kimseyi öldürse kâtil sayılmaz, insanın bir koyunu öldürmesi gibidir Her türlü istismârın Yahudî için mübah sayılmasının temel sebebi yaratılışa bakış tarzlarıdır Bu anlayış da gösteriyor ki Yahudîlerin hümanizması yalnız kendi ırklarının katı sınırları içinde mahbustur

`



Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kölesiyle Şam’a giderken deveye kölesiyle nöbetleşe biniyor Halbuki kimse onu bu hamiyetperverliğe zorlamıyor ve zâten zorla yaptırma imkânı da yoktur Fakat bu, İslâm’ın insan kalbine ilkâ ettiği, “Kim olursa olsun, insan olması haysiyet, şeref ve hasebiyle kıymeti vardır” düşüncesinin doğurduğu gönüllü bir tavırdan ibârettir Halîfe Hazret-i Ömer -radı-yallâhu anh- ile kölesi Şam’a vardıklarında deveye binme sırası kölededir Köle tereddüd eder, şehre kendisi deve sırtında ve halîfe devesinin yularını tutar vaziyette girmek istemez Halk beni halîfe zanneder diyerek Hazret-i Ömer’den izin ister İslâm adâletinin şahsında zirveleştiği Hazret-i Ömer ise kölesine:

“–İkimiz de dünyaya çıplak geldik, çıplak gideceğiz” diyerek kölesini taşımakta olan devesinin yularını tutarak şehre girer Böylece kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa da bir insâniyet dersi vermiş olur

İslâm, insana hiçbir sistemin veremeyeceği şerefi veriyor Biz iyi bir insana melek gibi bir insan diyoruz, melek diyemiyoruz Halbuki Cenâb-ı Allâh meleklere, tüm insanlık âleminin kendisinde meknûz olduğu Hazret-i Âdem’e secde etmelerini emretmiştir

Allâh -celle celâlühû- meleklere Hazret-i Âdem’e secde edin diye iki sebeple emretti:

1) Hazret-i Âdem’in varlığın özü ve temel sebebi olan Nûr-i Muhammedî’yi hâmil olması

2) Hazret-i Âdem’in nefse mâlik olması

İnsanın cennetten tard edilmesine sebeb olan nefs; nasıl secde edilmeye sebeb oluyor? Meleğin otomatik olarak hayra meyletmesi, mîras yemiş adama benzer Ama nefse mâlik olan adamın hayra meyletmesi bir engeli aşmak sûretiyle olduğundan tebrîke ve takdîre şâyân olur Bunun için Allâh’a meyletmiş, O’na teveccüh etmiş bir insanın teveccühü bu sebeple meleğinkinden efdaldir Çünkü melekteki otomatiktir Meleğin, nefs taşıyan insana secde ettirilmesi bundandır Çünkü o nefsi aşan melekten üstündür Aşamayan ise hayvandan da aşağıdır


Alıntı Yaparak Cevapla