Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü
D-GERÇEKÇİLİK VEYA REALİZM PRENSİBİ
İslâm Allâh’ın tâyiniyle bu âlemde tahakkuk etmiş olan gerçekleri kâle alan onları nazar-ı dikkate alarak kâide koyan bir dünya görüşüdür Çünkü yaratan ve nizâmı vaz‘ eden Allâh’tır İnsanların saâdeti için yine insanlar nizam getirseler, o nizam insan realitesi hakkında beşerî bilgiye istinâden vâkî olacağından ve Allâh’ın ilmiyle mahlûkun ilmi hiçbir zaman mukâyese dahi edilemeyeceğinden, ilâhî nizamla yarışabilecek seviyede bir başka nizâmın vücûd bulma ihtimâli muhâl üstü muhâldir Çünkü Allâh, gizli ve âşikâre her husûsiyeti bilir Ona göre kâide koyar
Bir zaman için geçerli olan görüşleri değil, her zaman için geçerli olan görüşleri, insanın değişmeyen tabiatına ve kâinâtta değişmeyen hakîkatlere tetâbuk eden görüşleri ihtivâ eden eserler eskimezler Değerlerini dâimâ muhâfaza ederler İnsan ve kâinât realitesinin değişmeyen husûsiyetlerini kâle alarak beyanda bulunmak husûsunda hiçbir beşerî eser Kelâmullâh ile ve ilâhî nizam ile mukâyese dahî edilemez Bundan dolayıdır ki, İslâm ebedîdir ve eskimez Çünkü kâidesini reel olanın üstüne kurar
Allâh her varlığı belli bir maksad için yaratmıştır Hattâ her varlığın her uzvunu da belli bir gâye ile yaratmıştır Bu âlemde hikmetsiz yaratılmış bir varlık yoktur Bu husûsu ilmimiz kifâyet etmediği için kavramamış olabiliriz Zamanla, ilmimizin hudutları genişledikçe bu mechûlât çözülür Kıyâmete kadar da bu mechûlâtın hall u fasl edilmesi bitmez Her varlığı bir gâye için yaratmış olan Cenâb-ı Allâh o gâyeyi gerçekleştirecek bir husûsiyeti de vermiştir Kadına veyâ mahlukâtın bütün dişilerine kendi nev‘inin bir ferdini vücûda getirme vazîfesi yüklediği için vucûd yapısını ona göre vermiştir
Bir hayvan yavru doğuracağı zaman bir mağara arar Orta yerde doğurmaz Çünkü yavrusunu tahaffuz lâzımdır Yavrusunu tahaffuz tabiî ihtiyacındandır ki bir mağara arar Cenâb-ı Allâh, kadında çocuğun teşekkül edeceği yeri sağlam bir mahfaza hâlinde yaratmıştır Vücûdda en geç çürüyen yer omurga kemiğiyle kafatasıdır Normal toprakta çürüme süresi beş senedir Bâzı kireçli topraklarda kemikler hatta etler çürümeyebilir, bir nevî salamura olur, mumyalanır Normal şartlarda beş senede çürümenin gerçekleşmesi bir adlî tıp kâidesidir Kemik gibi sert olmadığı halde çocuğu muhâfaza eden rahim cidârı 7 senede çürür Toprağa kağıdı gömerseniz 15 günde çürür Fakat naylonu gömerseniz çürümediğini görürsünüz O da, naylon gibi yumuşak olup, omurga gibi, kafatası gibi sert kemik olmadığı halde kemikten daha geç çürür Ana rahmi çocuğun teşekkülüne ve muhâfazasına müsâit vasıftadır Erkeğin tenâsül uzvu da döllemeyi temin edecek vasıftadır Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O, atılmış bir sudan yaratılmıştır ” (Târık, 5-6)
Cenâb-ı Hak uzvî husûsiyetleri kendi murâd-ı ilâhiyyesini gerçekleştirecek vasıfta yaratmıştır Bu, yalnız bünyede kalmayıp, aynı zamanda rûha da in‘ikâs eder Meselâ, kadın bir çocuğu büyütecek, besleyecek, acziyet safhalarında çocuğa hâmîlik edecektir İşte bu vasıflar Allâh tarafından kadına müsâit bir rûh yapısıyla verilmiştir O vazîfeyi îfâ edecek yapıdadır Ana-baba bir yatakta uyurken çocuk ağlasa baba duymaz, duysa da sinirlenir, “Yarın işe gideceğim, susturun şu çocuğu” der Sanki o çocuk başkasınınmış gibi Halbuki ne kadar kadınınsa o kadar da erkeğindir Ama kadın kalkar, iğrenmeden çocuğun altını temizler, onu emzirir, besler Çünkü yapısı böyledir İşte bu yapı ona bu fonksiyon için verilmiştir
İslâmiyet o realist sistemdir ki, Allâh’ın her varlığı yaratmaktaki murâd-ı ilâhîsini gerçekleştirecek vasıfta yarattığı mahlukâtı nizamlarken o vasfı dikkate alır Kadının şu çocuğun acziyetini örtmek için ona verilmiş olan hassâsiyet, hissîlik adliyede şâhid olduğu zaman adâleti yanıltmasına sebep olur İslâm kadının şefkatinden dolayı suçluya acır diye onun şâhitliğini yarıya indirmiştir İşte realitenin dikkate alınması budur Kadının husûsiyetine göredir Yoksa kadını alçaltmak için değildir Vücûdu erkek gibi kuvvetli olmadığı için vazîfesi evde çocuğa bakmaktır Yâhut mefhûm-ı muhâlifinden hareketle kadının vazîfesi evde çocuk yetiştirmek olduğu için vücûdu zarif, nazik rûhu ince ve müşfik yaratılmıştır Ona sokaktaki mücâdele verilmemiştir Evin geçim yükü erkeğe verilmiştir O gâyeyi ve vazîfeyi gerçekleştirebilecek husûsiyeti de erkeğe vermiştir Verdiği bu husûsiyetlere göre de hüküm koymuştur Âilenin geçim yükünden kadını muaf tutan İslâm, bu sebeple kadının mîrastaki hakkını da yarıya indirmiştir Hem âilenin geçiminde mes’ûliyeti olmasın ve hem de mîrasta tam hisse alsın demek erkeğe insafsızlık ve zulüm olur Eğer kadına hayat yükünü yıksaydı kadına zulüm olurdu Fakat bugünkü rejim kadın-erkek eşittir, diyerek kadına tâkatinin fevkinde yük yüklüyor Âile geçiminden de onu mes’ûl tutuyor Peki buna mukâbil erkeğe çocuk doğurtabiliyor mu? Hani eşitlik? Bu âlemde hiçbir şey birbirine eşit değildir Zâten olması da gerekmez Çünkü bu âlemde ihtilâf asıldır Bu âlemi mümkün kılan farklılıktır Bütün mahlukâtın birbirine eşit olması hukûkan mümkün değildir Bu eşitlik adâlet îcâbı da değildir Adâlet istihkâkların nîmetlerle dengeli olduğu halde sabittir Yâni külfetler eşit olduğu halde nîmetler de eşit olmalıdır Külfetlerin farklı olduğu halde ise külfetlerin nîmetlerle dengelenmesi esastır Yoksa herkesin eşit nîmete kavuşturulması değil İstihkâk olmayan yerde adâlet mevzubahis değildir ve orada eşitliğin adâlet olduğu iddiâsı bir saçmalıktan ibârettir
Komünizmin insanları iktisâdî hayatta eşit hâle getirmesi, kâbiliyetliden kırparak, kâbiliyetsize yüklemesi sâyesinde mümkün olur ki fiiliyatta o bile mümkün olmamıştır Nihâyet çökmek zorunda kaldı
İslâm ise realist bir sistem olarak, insan ve kâinâta hâkim olan ilâhî kânunların îcâbı husûsiyetleri dikkate alarak kâide koyar Bundan dolayı eskimez, eskimek ihtimâli de yoktur
Bunun gibi sayısız misaller vardır Binaenaleyh bu misalden de görebildiğimiz gibi İslâm realist bir sistemdir İslâm her varlığın bir gâyeye göre yaratıldığını, bir hikmete mebnî yaratıldığını ve bu gâyenin gerçekleşmesi için de ilâhî olarak şartlandırılıp rûhî ve biyolojik yapıya mâlik bulunduğunu kabûl ediyor Onun hakkındaki hukûkî, ferdî nizamlamayı da o realiteyi dikkate alarak yapıyor O gâyeyi muhâfaza edecek şekilde onun hakkında kâide koyuyor
“Din afyondur”, diyen Marksist sistem, bütün hâdiseleri iktisâda bağlar İslâm’ın da iktisâdî bir rolü ve yönü varsa da her şeyi iktisâda bağlamaz Marks, “Her fâilin, her işin altında iktisâdî faktör vardır ” der ve kendine göre iktisâdî faktöre bir çâre bulmaya çalışır Freud da, “Her hâdisenin arkasında şehvet vardır Hattâ bir çocuğun anasının göğsünü emmesi bile şehvet sebebiyledir ” der İşi oraya kadar vardırır
İnsan ve cemiyet davranışlarının altındaki faktörü Marks “iktisâd”, Freud, “şehvet” olarak görüyor İktisâdî faktörün de, şehvetin de bir rolü vardır Fakat bunlar yüzde kaçtır? Kiminde %20’dir, kiminde %25’tir, kiminde %10’dur Fakat bunlar %100’dür derler Yanıldıkları birinci nokta budur İkincisi bunlar insana bir çarkın dişlisi gözüyle bakarlar Yâni bir çarkı çevirmek için bir yan dişler vardır İnsanı âlet hükmünde görür, insanın mâhiyetine çıkamaz Çünkü materyalisttir Rûhî yanları yoktur İslâm ise her şeye insandan başlar ve insanın mânevî yapısına göre onun problemlerini halleder
Komünizmde olsun, diğer beşerî sistemlerde olsun insan birer sayıdan ibârettir Meselâ Marks’ın bunu önleyecek mânevî bir havası yoktur Çıkmaz sokakta çâre aramıştır Bütün insanları bir hizâya dizmek, bir düdük çalışta hepsini aynı şartlara hâiz kılmak istemiştir
Meselâ “Bir fabrikada bir kişi, iki ay işçi olsun, iki ay şef olsun, iki ay fabrikanın müdürü olsun, iki ay fırında çıraklık yapsın, hamur yoğursun, iki ay kürekçilik yapsın, iki ay kasada dursun ” der Bunun neticesinde ortaya çıkacak şey, köreltilmiş kâbiliyetlerden başka bir şey değildir
Yere çizilen bir çizginin başında bütün insanlar dizilseler ve bu insanlar düdük çalınınca koşmaya başlasalar, enerjisi en fazla olan koşucu, diğerlerini geçer Öbür taraftan diğerleri o kadar efor sarf etmediği için geri kalır İşte bu sistemde enerjisi çok olanın hızlı koşmasının bir faydası yoktur “Ben de onlar kadar az efor sarf ederim, çünkü ben onlarla eşit görülüyorum, aynı menfaati görüyorum ” der Halbuki dinde ise Allâh rızâsı vardır Gönüllere, hayırlı meşgûliyetlerde musâbaka hâlinde olmak ve bir ânı bile verimsiz geçirmemek şuuru yerleşmelidir İslâm, “Yarın kıyamet kopacağını bilsen, yine de bir ağaç dik ” der Dünyevî menfaat iki noktada ele alınır Birincisi Allâh için, Allâh’ın rızâsına kavuşmak içindir Bunu komünizm kendi dâvâsı için başaramadı Çünkü istîdâdı olanlar istîdatlarını kullanmadı İhtisaslaşma mümkün olmadı “Bir adam bazen bankanın müdürü, bazen de işçisi olacak ” denildi Bu taktirde ihtisaslaşmanın meydana gelmesi mümkün değildir Bu noksanlık Liberalizme ilk tâvizin verilmesini doğurdu Komünizmde en üstte olanlar, kafası kuvvetli olanlar yükseldiler Bunlar partili oldu Partili olanlar halkın üstüne yükü bindirdiler Kendileri üstün mevkide yerlerini aldılar Vapurda, trende, uçakta ve her türlü sosyal haklarda birinci sınıf mevkiler aldılar Devleti bunlar idâre ettiler Halkı istedikleri gibi kullandılar Komünizm, bir noktada liberalizme, kapitalizme döndü
Kapitalizm de istîdatlara yön verme, istîdatlara inkişaf hakkı tanıma vaadleriyle çıkış yaptı “Memleketler kalkınacak, ileriye gidecek, sanâyi inkılâpları olacak, üretenler her şeyin en güzelini üretecekler, rekâbet başlayacak ve herşey halka en ucuz şekilde intikâl edecek, şu olacak, bu olacak  vs ” dedi Kapitalizm bu sloganlarla başladı Sonunda geldikleri nokta aynı oldu Zîrâ bu da değişik yönlerden istismâra açıktı Meselâ bir gözlüğü beş ayrı fabrika üretiyorsa bu beş fabrika birleşti ve on kuruşa mâl ettikleri gözlüğü aralarında anlaşarak biri 25 kuruşa, biri 24,5 kuruşa, diğeri de 25,5 kuruşa satmaya karar verdiler Bu sûretle çok kazanmanın haksız fakat kolay yoluna tevessül ettiler Bu sistem de zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasını getirdi Halk daha çok ezildi
İslâm’da ise program insandan başlar Komünizmde mülk toplumundur, kapitalizmde fertlerindir İslâm’da ise ne toplumun, ne fertlerindir İslâm’da mülk Allâh’ındır Mal-mülk insana bir emânettir İslâm, ferdin mülkü kullanışını yönlendirir “Mülkü şu şekilde kullanacaksın ” der Şimdi batılılarda, liberallerde “bırakın yapsın, bırakın geçsin” anlayışı hâkimdir Kazanan nasıl kazanırsa kazansın Altta kalanın varsın canı çıksın Gâye, ne yapıp edip kazanmaktır Rahat yaşamaktır Yâni nefsânî hayattı ikâme etmektir İslâm’da ise bu yoktur Âmme menfaatine ters bir hareket yapılamaz Bir israf ekonomisi kurulamaz Bir kozmetik, makyaj, süs piyasası kurulamaz Toplumun menfaatine olmayan bir müessese kurulamaz İsrafa, harama gidecek bir müessese kurulamaz İslâm, fertlerin mülkü kullanma hakkını tahdid edip şekillendiriyor İsraftan ve cimrilikten alıkoyuyor İslâm dâiresine giren herkes naslar, emirler doğrultusunda gitmeye, hayâtını tanzîm etmeye mecburdur
İslâm insanın saatine bile bir nizâm verir İnsan, saatini tanzim etmeye mecburdur Bir ibâdet saati, bir de çalışma saati vardır İnsana bir dünyâ nizâmı getirir Bir içki içmeye zaman yoktur Bir kumar oynamaya, bir zinâya zaman yoktur İslâm insanın ihtiyaçlarını görür ve hepsini çârelendirir Netîcede ise İslâm’ın insan problemlerine getirdiği hâl çâreleri nefsânî hayâtı engellediği için Marksizmin nazarında din “afyon” olarak telâkkî edilir Marksizmde -sadece- ferdî ve ictimâî acıları dindirdiği için takdîrle karşılanan dîn, bu başarısını bir afyon gibi insanı uyuşturan, var olan sıkıntılarını yokmuş gibi hissettiren, dolayısıyla geçici bir aldanıştan ibâret bir hayaller zinciriyle(!) temin ediyormuş gibi takdîm edilir Dolayısıyla dînin getirdiği köklü çârelere karşı koyacak sağlam alternatifler geliştiremediği için bu noksanını ateist propagandalara sarılarak örtmek ister
İnsanların vaz‘ ettikleri siyâsî, iktisâdî, ictimâî bilcümle doktrinlerin her biri temel prensiplerinde insanın saâdetini gâye ittihâz eder Hattâ bu şekilde dinler de îcâd edilmiştir Bu sebeple dinler menşe’leri itibâriyle ilâhî ve beşerî dinler olmak üzere ikiye ayrılmıştır
Beşerî dinleri ikâme edenler, kendi kendilerine, yani Allâh tarafından vazîfelendirilmeden, semâvî dinlerin gâyesi gibi bir gâye tâkib ederek, insanları kendi temel düşüncelerine göre mes’ûd etmeye müteveccih kâideler koyarlar Bunlar beşerî telâkkîlerini, insanın saâdet ve selâmetini sağlayacak temel prensiplerini vaz‘ ederken, bir beşer tâkatinin ve bilgisinin îcâbına göre bunu yaparlar Halbuki Allâh Teâlâ, ilm-i küll sahibidir İnsanın zâhir ve bâtın, mâlûm ve mechûl, gizli ve âşikâr, kuvvet ve zaaf noktalarını bir kul olan diğer bir insanın onu yaratan kadar bilmesi mümkün değildir İnsanoğlu kendi bilgisi nisbetinde mükemmellik ifâde eden bir görüş, bir düşünce ortaya koyduğu halde, Allâh -celle celâlühû- ilm-i küll sahibi olarak insanın gizli ve âşikâr bütün husûsiyetlerini, zaaflarını ve kuvvetlerini bilir ve zaaflarının önüne engeller koyar, müsbet husûsiyetlerinin de gelişmesini sağlayacak emirler vaz‘ eder Bu bakımdan ilâhî bir ilimle tâyin edilmiş olan İslâm sistemi karşısında beşerî telâkkîlerin onunla mukâyesesi bile mümkün değildir İşte o ilâhî ilimle vaz‘ olunmuş olan İslâm, insan unsurunda, şu kavim veya bu kavim değil, müşterek olan temel, fıtrî ve tabiî temâyüllere göre kâide koyar Bu husûsiyetleri dikkate aldığı için eskimez, devri geçmez Bu minvâl üzere ilim ve sanatta da eskimeyen eserlere klasik (muhalledât) adı verilmiştir İnsan fıtratındaki değişmez vasıfları mevzu etmesi münâsebetiyle asırlarca, hattâ binlerce yıl aktüalitesini muhâfaza eder İslâm âleminde ehl-i sûfiyyenin eserleri de bu sahada mütâlaa edilebilir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sirruh-, Mesnevî ve diğer eserlerinde insan şahsiyetinde meknûz aşk, vecd, kin, nefret, ihtiras, hüzün, sürûr, huzur, sükûn gibi husûsiyetleri ele alarak insan hakîkati ve insanlardaki sırda derinleştiği için eskimez Beşeriyyetin rûhuna bir şifâ kaynağı olarak insan var olduğu müddetçe devâm eder
İslâm, zaman ve zemîne göre değişebilen husûslarda ise hâle göre hareket etmeye imkân tanıyan mütehavvil hükümler koymuştur Yâhut böyle meseleler hakkında hiçbir hüküm koymayarak onu ictihâda havâle etmiştir İslâm, temel mantığını muhâfaza etmek şartıyla, insanların içinde bulundukları zaman ve mekâna göre hareket ederek doğru olanı tesbit edebilmeleri maksadıyla bunu gelecek nesillere bırakmıştır İctihâda bırakılan bu mes’eleler de insanın fıtratına, onun değişmeyen husûsiyetlerine tealluk eden şeyler değildir Meselâ mütehavvil ahkâma misâl olan Peygamber efendimizin saçlarını bâzen omuzuna kadar uzatıp, bazen de usturaya vurması bir sünnet-i mütehavviledir Duruma göre değişebilen bir sünnettir Peygamber efendimiz saçlarını eğer temelli usturaya vursaydı, soğuk bir iklîmde başının üşümemesi için saç bırakmak mevkîinde kalan bir insan mecbûren sünneti ihlâl etmiş olurdu Değişik iklîmlerde değişik sûrette hareket edilebilmesi için değişik tatbikât yapılmıştır ki her iki zümre de sünnete muhâlefet etmeden yaşayabilsin Bu ahkâmdaki tahavvüle bir misâldir
Mütehavvil hükümler konulduğu gibi hiç hüküm konulmayarak, ictihâda havâle edilip, müctehidlerin bu işi halletmesini temin yoluna da gidilmiştir Ancak şu ahvâl-i mütehavvile bahsinde ehemmiyetli olan bir husus vardır Din beşeriyyetin önüne iki yol koymuştur Biri azîmet, diğeri de ruhsat yoludur Azimetle dînin sâlim olan, eslem olan prensipleri kastedilir Fakat hayatî zarûretlerde o prensibe riâyet etme güçlüğü karşısında onun kadar makbul, mergûb, mûteber olmasa da bir ikinci yola da müsâade sûretiyle -emir sûretiyle değil çünkü emir azîmettir- ruhsat yolu açarak hayatın fiilen vâkî olan güçlükleri karşısında dinin tatbik kâbiliyyetini artırır Evlilikte dörde kadar ruhsat bundandır Tek evlilik ise azîmettir Nikâh akdederken de “Allâh’ın emri peygamberin kavliyle” denir Buradan da anlaşılacağı üzere evliliği Allâh -celle celâlühû- emrediyor İslâm’da evlenmek, Allâh’ın bir emridir Çünkü neslin devâmı bu sûretledir Ancak bu bir evlilik içindir İlk evlilikten matlûb olan netice hasıl olmazsa -meselâ kadın çocuk doğuramazsa- onu boşamadan bir ikinciyi alabilirsin Çünkü hayâtî bir zarûrettir Cenâb-ı Allâh’ın nizâmında evlilik, kadının kadınlığından erkeğin istifâdesini tazammun eden bir akit olarak tarif edilir İslâm, bir kadının kocasına karşı mükellefiyetini cinsî olarak ona râm olmaktan başka hiçbir mecbûriyete tâbî kılmamıştır Yâni kadın, kocasının yalnız cinsî münâsebet arzusuna îtirâz edemez İslâm, bu mecbûriyetin dışında kadını, doğurduğu çocuğu emzirmeye bile zorlamaz Kadının evi içinde bundan öteki hizmetleri gönüllü bir fedâkârlıktan ibârettir Bu da gösteriyor ki İslâm’da ahkâm realite dikkate alınarak konulmuştur Çünkü İslâm, insan tabiatında zaman ve mekâna göre değişmeyen üç kuvvet ve temâyül kabul eder:
a-Kuvve-i akliyye,
b-Kuvve-i bedeniyye,
c-Kuvve-i şeheviyye
Bunların her üçünün de ifrat, tefrid ve vasatının sınırlarını tâyin eder İfratını da tefritini de merdud addederek İslâm’ın emri çerçevesi içine girenin îtidal noktası olduğunu söyler
Kuvve-i şeheviyye de insan tabiatında mevcûd olan fıtrî temâyüllerden biridir Binâenaleyh bunun tatmini de hayâtî bir zarûrettir Bunu dikkate almak realiteyi dikkate almaktır Hristiyanlık bunu inkardan hareket ederek, insandaki bu tabiî meylin hiç görülmemesini tervîc eder İdeal insanın evlenmeyip, dünyâdan el etek çekmek sûretiyle yaşamasını takvâ sayar Bunun için Katolik papazları evlenmezler Gûyâ kadına kalbini vermeyecek de kalb Allâh -celle celâlühû-’ya âit olarak kalacak Râhibeler de kalplerinin yalnız Hazret-i Îsâ’ya âit olduğunu ve âhirette onunla evlenecekleri düşüncesiyle evlenmezler Halbuki bu fıtrata muhâliftir Fıtrat ise iptâl edilemez Ancak yönlendirilebilir İslâm da bu fıtrî meyli hayra kanalize etmeyi, temâyüllere istikâmet vermeyi tahakkuk ettirmiştir Bu misâlden de anlaşılacağı üzere İslâm’dan başka bir sistemin insanlığın ihtiyaçlarını görüp tatmin edemeyeceği ve onları saâdete ulaştıramayacağı hakîkati, tebârüz etmektedir
Hıristiyanların iddiâ ettikleri gibi kalbin bir kadına takılıp kalması yahut bir kadının kalbinin bir erkeğe takılıp kalması, onu putlaştırması tehlikesi ve muhabbetullâha bu yüzden onun engel olduğu iddiâsı yanlıştır İslâmiyet bu bakımdan bir kahramanlıktır Bu kahramanlığın birinci tezâhürü irâdeye teallük etmez, kalbe, hissiyâta psikolojiye tealluk eder Kadını erkek sevecek fakat ona takılıp kalmayacak Onu ilâhî vuslat yolunda bir basamak, muhabbetullâha ulaşmada bir antreman gibi addedecek Burada bir de üstad ve mürşid muhabbeti de vardır İşte Hıristiyanlar bu basamakta takılır kalırım diye korkuyor İslâmiyet ise “Sen muhabbetullâh uğrunda, vâsıl-ı ilâllâh olma aşkına bu riske gir fakat bunu aş ve Leylâ’dan geçerek Mevlâ’ya ulaş ” diyor Kadını putlaştırmak asıl İslâm’da merduttur Kadının da kocasını put yapması aynen merduttur Ama putlaştırmaksızın sevmesi makbûldür Karı kocanın şakalaşması da bu yüzden ibâdettir Allâh -celle celâlühû- katında nafile ibâdetlerden de makbûldür Çünkü âileyi bağlar Neden bir kadına başka erkekler, bir erkeğe de nikâhı altındaki kadın dışındakiler haramdır? Hattâ neden alâkayla bakmak bile haramdır Çünkü bütün sevme gücünü erkek kendi âilesine; kadın da aynı şekilde kendi kocasına tahsis etmelidir Bir adam sokakta yemek yerse, eve gittiğinde önüne baklava konsa iştahsız olduğu için, yemek istemez Cinsî temâyülleri de başka yerlerde tatmin eden erkek, kendi karısına karşı iştahsız ve alâkasız, kadın da kocasına karşı aynı şekilde olacağı için o iştahın kâmil mânâda mevcut olması ve birbirinden tatmin olması ve bunun neticesinde de âilenin kuvvetli olması için bu haram konulmuştur İnsanın saâdeti içindir Hikmeti budur Yoksa, hâşâ, Cenâb-ı Hakk’ın kaprisi değildir İnsana “Cinsî bakımdan tatmin olma!” demiyor Sana “Bir yuva içinde tatmin ol, sebepler mecbûr bırakırsa isterse iki, üç taneyle, isterse dört taneyle olsun ” diyor Bir aile yuvasında karı kocanın birbirine duyduğu tüm alâkalar o yuvayı ve dolayısıyla âile mefhûmunu kuvvetlendirici bir unsur olarak kabul edilmelidir Demek ki Hıristiyanlar’ın iddiâları yanlıştır İslâm’a göre oraya takılıp kalmak âciz insanların işidir Tatmin olup doyduktan, işbâ hâline geldikten sonra, kalben onun bir merhale daha üstüne çıkmak lâzımdır Kalb, ham toprak gibidir Ham toprakta iyi bir ziraat olmaz Onun için muhabbetullâha karşı da kalp ham toprak gibidir Evvelâ âile ile, sonra çocuk ile o bir hazırlık geçirir O toprak muhabbetullâha istîdat kazanır Bunun için İslâm evliliği emretmiştir Bunda hiç şüphe yoktur Bu emri kabul edip de îfâ etmemek, insanı dinden çıkarmaz Nihâyet bir hatâdır Çünkü bizim îtikâdımızda, ehl-i sünnet îtikâdına göre amel, îmandan bir cüz değildir Amelsiz de mü’min olunur Allâh’ın emrettiğini emir olarak kabul etmek, nehyettiğini de yasak olarak kabul etmekle bir adam mü’min olur Îmânın şartı, Allâh’ın hak dediğine hak, bâtıl dediğine bâtıl demek, bunu dille ikrâr etmek, kalb ile tasdîk etmektir Fiilen îfâ etmek ayrı bir mes’eledir Bir adam oruç tutar, namaz kılmaz Nihâyet feyz-i mânevîsi eksik kalır Namaz kılmıyor diye orucu makbûle geçmez zannedilmemelidir Amel kâbil-i tecezzîdir Amel îmandan bir cüz değildir Çünkü Cenâb-ı Allâh insan saâdetini ifâde ederken “İnsanoğlu muhakkak hüsrandadır ” diye umûmî bir hükümle meseleyi vaz‘ ettikten sonra istisnâları “illâ” diye zikrederken “halbuki îmâna dâhil olsaydı” ile bitirir “O kimseler ki îmân ettiler onlar müstesnâ” buyurur
Amel îmândan bir cüz değildir Buna göre bir adam “sakal sünnettir” deyip bunu kabul etmekle berâber “ben yapmadım değil, yapamadım” derse bu bir kusurdur fakat îmâna zararı yoktur Beşer kusursuz olmaz Yalnız enbiyâ mâsumdur
Elinde imkânı olmadığı için evlenemeyene bir vebâl yoktur Enbiyâdan da evlenemeyenler vardır Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bekâr ölmüştür Onun ayrı hikmetleri vardır Dâvâyı bâhâne ederek evlenmemek doğru değildir Evlilik üzerine söylenecek söz çoktur ama temel esas İslâm’da bekârlığın merdut olduğudur
Velhâsıl İslâm, realist olduğundan insan tabiatındaki değişmeyen husûsiyetlere göre kâide koyar ve bundan dolayı da eskimez Çünkü iki bin sene evvelki insan neyse bugünkü insan da temâyülât-ı tabîiyyesi itibâriyle odur
`
İslâm, insan gerçeğini hesâba katarak kâide vaz‘ eder Kurân-ı Kerim de birden bire nâzil olmamıştır İnsan fıtratına uygun olarak tedrîcen yirmi üç yılda indirilmiştir Peygamberler, insanlar temiz fıtratlarını bozduklarında gelir Câhi-liyye dönemi insanına baktığımızda bu durumu görmemiz mümkündür İnsanlar namuslarını düşünerek çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlar fakat daha büyük musîbete dûçar oluyorlardı Bir insan borcunu ödeyemediği zaman ona fâizi de ekliyorlar Yine ödeyemezse sonunda borçluyu köle olarak kullanıyorlardı Ve o köleyi istediği gibi kullanır, kesse de kimse niye kestin, demezdi Fıtrat hilâfına, çok kocalı kadınlar vardı Kadın çocuk doğuruyor, çocuğun kime ait olduğunu anlamak için erkekleri çağırıyorlar, kime benziyorsa çocuğu ona veriyorlardı İslâm böyle bir topluma geldi ve onları ıslâh etti
İslâm her meseleyi çözümleme yoluna gitmiştir Koyduğu hükümlerle fiiliyâtın mutâbakatini şart koşmuştur İçkiyi yasak etmiştir, bunun yanında toplum içerisinde içki yapımını yasaklamıştır Kumarı yasaklamıştır; kumarhanelere de izin vermemiştir Zinayı haram kılmıştır; evlenmeyi teşvik etmiştir İslâm tek evliliği tavsıye etmiş, teaddüd-i zevcâtı ise bazı şartlara bağlamıştır İşte peygamberler böyle dönemlerde geliyorlar ve insanları felâha erdiriyorlar Herşeyin âhenk içerisinde yürüdüğü, fıtratların selâmet üzere bulunduğu, hak bir dînin hâkim olduğu dönemlerde yeni bir ahkâm ikâme etmek iddiâsıyla bir hak peygamberin geldiği görülmemiştir Dâimâ bir zulüm ve sapkınlık üzerine gönderilmişlerdir Zîrâ İslâm, ihtiyâçları gören ve sistemini cemiyet gerçekleri üzerine kuran bir dindir
İslâm dini 1400 sene önce gelmiştir Kıyâmete kadar da devam edecektir İnsan ve hayata intizâm veren İslâm, bu zaman zarfında ortaya çıkan mes’elelerin çözümünde içtihadlardan istifâdeyi tasvîb eder İctihâd; din âlimlerinin Kur’ân ve sünnete dayanarak bazı görüşler belirtmesidir Meselâ: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Mekke’de içki haramdı O devirde esrar ve eroin gibi şeyler henüz bilinmiyordu İslâm âlimlerince bazı kıyaslar yapılarak bunların da haram olduğu hükmünü çıkarmışlardır
Serâhsî, hanefî fıkhını yazan zâttır Mebsûd adlı eseri vardır Hapse atıldığında o bir kuyu şeklindeki zindanın içinden talebelerine ders anlatır onlarda yukarıda halka olmuş şekilde söylediklerini kaydederlerdi Kitap-deftersiz ve katalogsuzdu Bu onun kapasitesini gösterir İctihâd da Kur’ân ve Sünnete dayanarak yapıldığı için kapasite önemlidir
|