Yalnız Mesajı Göster

İslâm Dünya Görüşü

Eski 08-02-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslâm Dünya Görüşü




E-İRÂDECİLİK VEYA VOLANTARİZM PRENSİBİ


Fâil-i mutlak Allâh -celle celâlühû-’dur Hiçbir insan doğum tarihini kendisi belirleyemez Ne doğduğu yeri ve zamanı, ne de öleceği yer ve zamanı tayîn edebilir Herkesin üstünde tesbîti zor olan bir kader çizgisi vardır Kâfirler îmânın altı şartını yalnız biri dışında inkâr eder O da kader inancıdır Kadere fiilen inanmayan kimse yoktur Kaderi inkâr edenler bile ismine kader demese de “şansım yokmuş, kısmetim varmış” gibi ifâdeler kullanırlar ki bu da insan üzerinde bir takdîr kaleminin oynadığını kabûl etmenin bir alâmetidir

İslâm irâdeye ehemmiyet veren bir dindir Otomat bir insan anlayışını kabul etmez Cenâb-ı Hakk’ın insana vermiş olduğu cüz’î irâde sebebiyle insanı mes’ûl tutar Fakat bu irâde kader sırrının içinde gizlidir ve idrâki aklın tâkatinin üstündedir Kulun irâdesi vardır fakat kulun irâdesinin mâhiyetini, şeklini, boyutlarını bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir Neden? Çünkü bizim aklımız onu kavrayacak şekilde programlanmamıştır Eğer aklımız onu kavrayabilecek nitelikte olsaydı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında bir izâhatta bulunurdu


Bir tiyatroda bir oyun oynansa karışıklık çıkmaz İki oyun oynansa oyunlar birbirine karışır Fakat üç oyun oynansa hiç birinden bir şey anlamayız Oysaki dünyada sayısız oyun kaderin elinde bir anda oynanmaktadır Ne kadar çok ölüm olursa o kadar doğum olur Ve bunlar için ne kadar yiyecek lazımsa toprak o kadar mahsûl verir Hayvanlar insanların doyacağı kadar ürer vs

Kuyumcularda hassas teraziler vardır Bunlarla altın tartılır Bununla kişi ıspanak veya demir tartabilir mi? Tartamaz, çünkü o terazinin de bir kapasitesi vardır, bunu aşınca aklı şaşar ve bozulur İnsan da aklın sınırlarını zorlayacak hâdiseler karşısında âcizdir

Kâinatta her şeyi Allâh takdîr eder Ancak Allâh’ın takdîr ettiği bu sâha içinde kula muhayyerlik, tercih selâhiyeti verilen bir alan vardır Kula, mücâzât veya mükâfat verilmesi ancak bu alandaki yaptıkları sebebiyledir Bunun için kader iki kısımda mütâlaa edilir:

a)Kader-i Mutlak

b)Kader-i Mukayyed

Kader-i mutlakta kula ne mücâzât ne de mükâfat vardır Anne-baba çocuğuna bir elbise alsa, o çocuğu kaliteli veya âdî bir elbise almışsın diye kimsenin takdîr veya tenkîd etmeye hakkı yoktur Çünkü onun o elbiseleri almada bir irâdesi yoktur Onların alınmasında temel müessir paradır Anne-baba dilerse bu parayı vermez ve elbiseyi almaz Zîrâ bu bir hak değil lutuftur ve lutuf, tamâmen lutfedenin arzûsuna tâbîdir Fakat anne-baba parayı çocuğa verirse çocuğun aldığı elbise hakkında müsbet veyâ menfî tenkîd edilmesi mümkündür Bu durumda çocuğun hata etmeye de isâbet etmeye de ihtimâli vardır Bu, onun tercihine bağlı olduğu için netîcesinden mes’ûldür

Allâh’ın da insana verdiği irâde sebebiyle insanın hata yapma ihtimâli böylece ortaya çıkmış oluyor Ancak insan bu irâdeyi kullanmaya ehliyeti olduğu için mesûldür Allâh, insana irâde vermekle onu hukuka muhâtab kılmıştır Yukarıdaki örnekte parayı kullanan çocuktur İyi kullanırsa baba aferin der, kötü kullanırsa dayak atar Çocuk parayı aldıysa bu netîceleri hesaplayarak hareket etmek zorundadır

İslâm’da sırf kuru akılla çözülmesi hayli müşkil olan girift, derin, zorlu ve devâsa meseleler vardır İslâm dışı güçlere karşı, yeterli derinlikte bir ilim, keskin zekâ ve kuvvetli bir mantık olmadan müdâfaası kâbil değildir İslâm’da fâiz, mürtedin îdâmı bunlardandır Fakat belki en ağır olanı kader mevzûudur

Bir baba yeni yürümeğe başlayan çocuğunu iki-üç adım ötesine koyar Sonra “Gel bana, gel bana!” der Çocuk kendisine gelince de çocuğu kucağına alır Çocuğu bir iş yapmış gibi sever, hem çocuk hem de kendisi sevinir Çocuğun babanın kucağında olması matlûb idiyse o zâten kucağında idi Niçin çocuğu iki adım ileriye koydu? İnsanların cennete tekrâr gelmeleri matlûb idiyse insanlar zâten cennette idi -Hâşâ ve kellâ- insan, Allâh’a; “Madem ki, cennet matlûb idi, niçin bizi esfel-i sâfilîne attın?” diyebilir Bu durumu şöyle îzâh edebiliriz:

Babasından mîras devralarak zengin olan bir kimseye “Âferin, sen zengin oldun, zenginsin!” demek alay olur Bir adam ki, servetini kendisi biriktirmiş O adamın malı, miras devralan adamın malının %1’i bile olsa aynı sözler onun için takdîr yerinde olur Çünkü işin içinde sa’y vardır

Cenâb-ı Allâh, insanlar için cennette bulunma daha şerefli olsun diye onları dünyaya göndermiş, aynen çocuğu iki metre öteye koyup “Gel bana!” demek kabilinden, cenneti kazanmaya medâr olacak bir takım amellere muktedir olmaları için dünyaya tard etmiştir

Aynı ağacın gölgesinden bin tane gölge üst üste konsa bir cesâmet oluşturmaz Bir tohumun içinde kıyamete kadar meydana gelecek meyveler saklıdır da bu, tohumun cesâmetini artırmaz Âdetâ bilgisayar bu gün bunu îzah etmeye yarar Bilgisayar gibi yahut bir tohumun bünyesinde meknûz olan bir istîdâd olarak yazılmış olan levh-i mahfûz gibi tüm insanlık o tohumun içine yazılı idi Hepimiz Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsiyetinde yazılmış idik Eğer dünyaya tard ve teb‘îd edilmeseydik Âdem -aleyhisselâm-’ın zürriyetinde yine meydana gelecek ama cennette yaşayacaktık Melekler gibi acıdan-sızıdan âzâde olacaktık Fakat Cenâb-ı Hak, meleklerin yanı sıra bir de hayra ve şerre istîdâdı olan nefse mâlik bir grup varlık yaratmak istemiş, bundan dolayı da insanı yaratmıştır Böylece O’nun murâd-ı ilâhiyyesi sonucu biz dünyaya geldik Halbuki biz dünyaya Âdem -aleyhisselâm-’ın zellesi sebebiyle geldiğimizi düşünüyoruz

Allâh, bizim istihkâk ile cennete girmemizi murâd etmiş bunun mantıkî bir izâhı olsun diye de Âdem’i zelleye sürüklemiştir İnsan, Hazret-i Âdem’in zellesi sebebiyle dünyaya geldiğini ve artık ameller ile cenneti hak etmek mecbûriyetinde olduğunu düşünür Ancak ibâdetler de cenneti kazanmaya yetmez Bunun için hiç kimsenin ameline güvenmemesi gerekir Herkes Allâh’ın in‘âm u ihsânıyla cemâlullâh’ı temâşâ edebilir Fakat Allâh, kuluna bu ihsânı, ikrâm etmek için vesîle arıyor ki insan bu şartı yerine getirmiş olsun

Basîretin bağlanmasıyla insan kasıt ve irâdesi olmadan teşekkül eden fiile zelle diyoruz Bunun için Hazret-i Âdem unutarak yedikleri şey sebebiyle dünyaya indirildi Hazret-i Âdem’in bu yaptığı bir zelledir Fakat ona unutturan basîretini kapatan murâd-ı ilâhîdir Biz neden murâd-ı ilâhî böyledir, diye soramayız Bize düşen onun öyle olmasının hikmetini aramaktır ki bu hikmet de Cenâb-ı Hakk’ın, “Kullarım cennette daha şerefli olsun, bu oluşta da kendi istihkâk ve çabaları rol alsın, ve kimin cenneti kazanıp kazanamayacağı belli olsun” şeklindeki murâd-ı ilâhiyyesidir Âdem -aleyhisselâm-’ın o zelleye sürüklenmesinin asıl sebebi, insânın istihkâk ile cennete dönmesinin murâd edilmesidir Bu istihkâka mukâbil iki büyük nîmet vardır

1) Cennet: İnsanlar, maddî âlemden aldığı intibâlarla düşündüğünden Cenâb-ı Allâh, cenneti bağlar, bahçeler olarak tasvîr eder Halbuki biz “teammuk”u terk ederiz Bize nasıl bildirildiyse öyle kabul ederiz Onun ötesine gitmeyiz Bu âlemdeki intibâlarla düşünenler için en mükemmel cennet tasvîri; akarsular, yiyecekler, içecekler, bağlar, bahçelerle tavsîf edilebilir Biz bunları hayal ederek, âlemden aldığımız intibâlarla bu kadar anlayabileceğimiz için Cenâb-ı Allâh, hakîkati kendisine âit olmak üzere bu tasvîrleri yapıyor Çünkü bu âlemde varlık iki türlüdür:

a- Âraz; renk, sıcaklık gibi ancak maddenin îzâhında kullanılan tavsîfî unsurlar

b- Cevher: Kendisi bizzat var olanlar

Gözümüz olmasaydı, rengi bilebilir miydik? Burnumuz olmasaydı kokunun varlığını idrâk edebilir miydik? Belki nice varlıklar var da bizde onları idrâk edecek meleke bulunmadığı için biz idrâk edemiyoruz

Cennette ses, renk, sıcaklık gibi dünyevî arazların trilyon katı kadar araz vardır İşte bu ufuk içersinde cenneti düşünmemiz gerekir O zaman da bu cennet gibi bir nîmetin istihkâk ile elde edilemeyeceği idrâk edilebilir

2) Ru’yet-i Cemâlullâh: Allâh’ın cemâlini görmektir Nîmetlerin en üstünü, zirvesi “Ru’yet-i Cemâlullâh” tır Ehl-i sünnete göre ayın on dördü gibi berrak bir sûrette görülecektir Bunu söylemek Allâh’a şekil ve sûret izâfe etmek değildir İnsan idrâki bu dünyadan aldığı intibâlarla düşündüğü için mecbûren bu kelimelerle ifâde edilmiştir Yoksa keyfiyeti kendine ait olmak üzere Allâh’ın zâtını göreceğiz Fakat bunun keyfiyeti bildirilmediği için biz de keyfiyet tayînine kalkışmıyoruz Çünkü bu hususta ne söylersek yanlış olma ihtimali vardır Bunun için bu hususta îmâl-i fikr etmemek aklın en büyük edeblerinden biridir

İnsanı irade sahibi bir varlık olarak kabul eden İslâm bu iradeyi beşere ruhlar aleminde Cenâb-ı Allâh’ın izâfe ettiğini kabul ediyor Cenâb-ı Hak, yarattığı zaman ruhlara sordu:

“–Ben sizin Rabbiniz değil miyim”

Bunun mânâsı Allâhu Teâlâ’nın insanı bir hukuk süjesi olarak, hukûkî bir şahsiyet olarak akde ehil, irade sahibi bir muhâtab kabul ettiğidir Rûhlar Cenâb-ı Hakk’ın bu suâline “Belâ” demekle mesûliyetini kabul ettikleri bir mukâvele akdetmişlerdir Cenâb-ı Hak ezeldeki bu ahd ü mîsâkı da hacerü’l-esvede yazdırmıştır ve bu mukâveleyi de dünyâya indirdiği insanın ardından göndermiştir Hacca gidip hacerü’l-esvedi öperek ona el-yüz sürmemizin hikmeti ezeldeki mîsâkı, ahdi, yenilemek mânâsına gelir İrâdesi olmayanın hakları ve borçları da olmayacağından bir hukûkî mukaveleye muhâtab olması söz konusu olamazdı Rabbu’l-Âlemîn şâyet irâde vermemiş olsaydı, bu; onun “Adl” sıfatıyla çatışan bir keyfiyet olurdu

Cenâb-ı Allâh, insanları ilm-i ezelisiyle -ebedî olarak- cennette yaşamaya memur etmeden önce dünyâya göndermeyi ve onların iktisâblarının, verdiği bu nîmetleri nasıl kullanacaklarının -kendi bildiği halde- gene insanlar için zâhir olmasını murad etmiştir İnsanı irâde sâhibi bir mahlûk olarak kabul etmediği için Cebriye bizim itikadımızda merduttur Allâh, kulun ne yapacağını bilir Ona “şöyle veyâ böyle yapacaksın” diye cebretmez Serbest bırakır İnsan, muhayyer olan bir adamın hangi işi tercih edip yapacağını yaptıktan sonra bilebilir Yapılmadan önce onun bilinmesini cebir gibi düşünür Halbuki Allâh Teâlâ için bir fiili yapılmadan bilmek, insanların o fiili yapıldıktan sonra bilmesinden daha kolaydır Cenâb-ı Hak kendisinin tâyin ve takdîr ettiklerinden -ki buna kader-i mutlak denir- mes’ûl tutmaz

Allâh’ın kendi murâd-ı ilâhiyyesi îcâbı olarak mes’ûl kılmak istediği mahlukâtı ins ve cindir İnsanlar ve cinlere hayır ve şer hakkında tercih hakkı verilmiştir Hayrı da şerri de işleme istîdât ve iktidârı vermiştir Bunu da eşit miktarlarda vermiş değildir Ne kadar vermişse o kadar mes’ûl tutar Ama Cebriye’nin iddia ettiği gibi insan kader-i muallak olan fiilleri dahî cebrî olarak îfâ etmez İnsanın fiillerinde mecbûr olduğu istisnâlar kader-i mutlak olan fiillerdedir ki bundan mes’ûl tutulmaz Kader-i muallak olan işlerde ferdin elinde bir irâde ve ihtiyâr vardır Bu şuna benzer:

Bir çocuğu alıp oyuncakçı dükkanına götürerek:

“–Oğlum sana bir oyuncak alacağım, buradan bir oyuncak seç” desen ve çocuğa merhametin îcâbı oyuncakların fâideli ve zararlı olanlarını îzâh sadedinde:

“–Oğlum bak bu çakı, bunu alırsan îcâbında elini kesersin Bu şudur, bunu alırsan gözünü patlatırsın, bak bunu alırsan bununla güzel eğlenirsin, hem tehlikesi de yoktur” dediğin halde netîcede çocuk, gidip de kendisine zarar verme tehlikesi olan bir oyuncak seçer veyâ îkazlarını dikkate alarak böyle bir zarardan sakınır İşte yapılan bu îkâzlar, Allâh’ın insanı akılla, idrakle, iz’ânla techîz etmekten maâda bir de peygamberân-ı izâm göndererek, onların tâkipçisi ulemâ göndererek hayır ve şer husûsunda senin irâdene yardımcı olma gibi bir ameli îfâ etmesine benzer Peygamberân hazerâtı hayrı-şerri, kârı-zararı bildirmek için vardır Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin büyüklüğündendir ki, seni yalnız akıl, iz’ân ve idrâkle techîz etmekle kalmıyor, buna ilâveten bir de doğru yolu gösterecek insanlar gönderiyor Peygamberleri nâdiren, ulemâ ve evliyâyı ise lâ-yenkatî, kesintisiz gönderiyor

Sancılı devirlerinde bile bu memlekette emr-i bi’l-ma‘rûf, nehy-i ani’l-münkerde bulunan âlimler var olmuştur Cenâb-ı Hakk inkıtâsız bu vazîfeyi îfâ edecek Bedîuzzaman Hazretleri gibi üstadlar göndererek az veya çok bu vazîfeyi îfâ ettiriyor

Bu yol gösterici yardımlara ve îkâzlara rağmen, çocuk gider de kötü bir oyuncağı seçerse Mevlâ-yı Müteâl de ona tercihinin tahakkuk etmesi imkânını veriyor ve âdetâ “Peki o halde, al o âleti, çıkar gözünü ve gör başına geleni” diyor Dilerse de imkân vermiyor İmkânı vermediği zaman çocuğun o tercihi bir işe yaramıyor Kulun arzu ettiği bâzı şeylerin olmaması, Allâhu Teâlâ’nın merhametiyle o fiile Hâlık sıfatıyla değil, insanın irâdesinin gerçekleşmesine imkân tanımamakla dâhil olarak mânî olması mânasındadır Suyu baştan kestiklerinde, insanın musluğu çevirmesi bir işe yaramaz Elektrik ceryanını santralden kestiklerinde, kişinin düğmeye basması elektriğin yanmasını sağlamaz Bir oluşta Hâlık sıfatıyla Allâh’ın irâdesinin, mahluk sıfâtıyla da mahlûkun bulunması, bu ikisinin cem‘i gerekir Ama mahluk sıfatıyla da olsa ferde bir hak tanınmıştır İşte bu insan ve cinni irâde sahibi bir varlık kabul etme keyfiyetini ifâde eder İrâdecilik (volantarizm) prensibi budur Eğer bu irâde akıl hastalığı gibi herhangi ârızî bir sebeple selbolunmuşsa o kişi mes’ûliyetten kurtulur Çünkü irâde ve ihtiyâr elinden gitmiştir Fakat irâde ve ihtiyârı kendi irâde ve ihtiyârıyla selbedilmişse mes’ûliyeti bâkî kalır Meselâ, içki içerek eğriyi doğrudan ayırd edemez hâle gelen biri adam öldürdüğü “Ne yapalım, aklı başında değildi, irâdesi yoktu, mâzurdur” denmez Çünkü irâdesini kendi eliyle iptal etmiştir Fakat kendi aklını kendi iradesiyle iptal etmemiş olan bir akıl hastası, cinâyet işlediğinde adlî tıbba gönderilip hakkında “Şuuru muhteldir” şeklinde hükm verilirse cezâ düşer Hâlihazırdaki cezâ kânununun 46 maddesine göre cinâyeti işlediği anda şuuru mutlak olarak muhteldir denirse 12 ay müşâhede altında kalır ve mes’ûl olmaz Resmî kânunda böyle olduğu gibi İlâhî nizamda da böyledir

İnsan, kendi irâde ve ihtiyârıyla, irâde ve ihtiyârını iptal etmiş ise mes’ûliyeti bâkî; kendi irâde ve ihtiyârı dışında irâde ve ihtiyârı selbolunmuşsa mes’ûliyeti mürtefîdir

İslâm, normal şartlarda ins ü cinni irâde sahibi bir varlık ve bu irâdenin de kendisine ezelde bir mevhibe-i ilâhî olarak verildiğini kabul eder ve bundan dolayı insanın hayrına mükâfât, şerrine mücâzât mevzubahis olur Bunun sebebi irâdedir Eğer insana hayrı veyâ şerri işlemesi husûsunda kendine tanınmış bir selâhiyet ve iktidâr mevzubahis olmasaydı ne mükâfât ne de mücâzât gerekli olurdu Lâkin bu irâde de hadsiz hudutsuz sanılmasın

Köpek gezdiren insanlar görürsünüz Köpeğin sahibi köpeğine ister iki metrelik bir tasma alır, isterse dört metrelik bir tasma alır Ama bir köpeğin kilometrelerce uzunlukta tasması olmaz Bu köpek iki metrelik mesâfeyi isterse sahibinin önünde, isterse arkasında, isterse sağında, isterse solunda kullanır Ama ip iki metreyse onu oniki metreye çıkaramaz O, sahibinin irâdesine bağlıdır İşte ins ü cinn bu misaldeki köpeğe benzer Bize mahdut bir selâhiyet verilmiştir Kulların da boynunda bir tasma vardır İki metre veyâ oniki metre, ne kadar takdir edildiyse o kadardır Bunu artıramaz Köpeğe tasmayı takan sahibi gibi Kudret-i İlâhiye de insana bir iktidâr vermiştir Verdiği bilcümle iktidarlar hudutludur Mesûliyetin de onun mümkün kıldığı çerçeve ile sınırlandırılmıştır Yoksa tasma uzunluğu dört metre olan köpek, “Niye sahibinin on iki metre önünde değil?” diye muâheze edilemez Biz de aynı durumdayız

`



Şeyh Muhammed Nûru’l-Arab’ı, irâde-i cüz’iyyeyi inkâr ediyor diye Sultan Abdülhamid’e şikâyet ettiler Şeyhi, huzur derslerine çağırdılar Sultan Abdülhamid âlimlere müzâkereler esnâsında bunun Şeyh’ten sorulmasını emretti Müzâkere esnâsında âlimler sordular:

“–Efendim, siz irâde-i cüz‘iyyeyi inkâr ediyormuşsunuz, bu doğru mu?

Şeyh de cevâben:

“–Evet, irâde-i cüz‘iyyeyi kabul etmiyorum, ama herkes için değildir” der Bunun üzerine âlimler:

“–Bu nasıl olur?” diye sorarlar Şeyh de:

“–Ben sokakta elimi ister cebime sokar, ister önüme bağlarım İstediğim yöne giderim Ama burada huzûr-ı şahânedeyiz Ben şimdi müsâade edilmeden kalkıp gitme selâhiyetini hâiz miyim? Hayır İşte gördüğünüz üzere hürriyetim tahdide uğradı Ben ne yapabilirim şimdi Mendilimi çıkarıp burnumu bile silemem, zirâ ayıptır Ama elimi istersem dizimin üstüne koyarım, istersem kenarda tutarım Bana kalan iş çok cüz’îdir, hattâ yok denecek kadar azdır Huzûr-i İlâhî’de olduğu idrâki içinde olan bir insan için irâdesi var, denilemez O kadar azdır En büyük hürriyet ve en fazla irâde sâhipsiz köpeklerde vardır Onlar nereye isterse gider, nerde olsa yatar-kalkar Ama huzûra gelen irâdeyi kaybetmiştir, huzûrunda bulunduğu şahsın irâdesine tâbîdir Ben, irâde-i cüz’iyye huzûra ermiş adamlarda yoktur diyorum hocalar!” dedi

Cevâb, müzâkereleri kafes ardından tâkib eden Sultan Abdülhamid’in çok hoşuna gitti ve münâkaşa bitti

Îtidâl

Gözlerin ve kulakların bir tâkati olduğu gibi beynin de bir tâkati vardır Göz ışıkta görür, karanlıkta göremez Ama ışık, belli bir haddin üstüne çıktığında o zaman da göz görmez olur Zıddına inkılâb eder Şunu bir döviz gibi ezberlemelidir ki zıtlar birbirini tamamlayan iki yarım dâire gibidirler Birinin bittiği yerde diğeri başlar Onun için İslâm ifratlardan sakındırır Çünkü bir şeyin hadd-i âzamîsinde onun zıddına geçmek çok kolaydır Muhabbetin âzamîsinden nefrete, nefretin âzamîsinden de muhabbete kolay geçilir Onun için “hayru’l-umûri evsatuhâ” yani «Her şeyin vasatı hayırlıdır», buyurulmuştur Bizim gözümüz de vasat aydınlıkta görür, az ve çok aydınlıkta göremez Kulağımız da vasat bir sesi duyabilir Çok düşük bir sesi duyamaz Çok yüksek bir sesi de duyamaz Kulak zarı patlar, ses sıfır olur Beyin de böyledir İnsanın beyni de vasatı kavrar Vasatın fevkalâde üstüne çıktığı zaman tâkatini aştığı için fonksiyonu sıfırlanır

Yine buradan baktığımız zaman Amerika’yı göremiyoruz Çünkü kürre-yi arz yuvarlaktır ve arada dağlar vardır Fakat dünya dümdüz olsa yine o mesafeyi görmek insan gözü için mümkün değildir Bir çölde ufka baktığınızda en fazla on veya on beş km görebilirsiniz Halbuki hiç dağı bayırı olmayan ve elli km devam eden bir düzlükte elli km’yi göremezsiniz Zîrâ gözün tâkati biter İşte bunun gibi beynin de bir tâkati vardır

Bir muallim tahtaya iki nokta koyar Bu iki nokta arasındaki en kısa mesâfe doğru çizgidir, der Çizginin ucunu açık bırakır o sonsuzu temsil eder Halbuki bu çizgi tahdidlidir Çizgiyi devâm ettirirsen tahta biter, tahtayı devâm ettirsen duvar, duvarı devâm ettirsen dünyâ biter Ama buna sonsuz denir İnsan aklının sınırlı idrâki, sonsuzun kavranmasını işte böyle kavrayabildiği bir şeyin müsâade edebildiği parça arasında gördüğü mantıkî teselsül ve tezatsızlığı hayâlinde sonsuza kadar devâm ettirerek temin eder

Tabiat, bir takım ilâhî kânunlarla şartlandırılmıştır Normal basınç altında saf su kaynatıldığı zaman, yüz derece harârette buharlaşır Laboratuarda bir, beş, on veya bin suyu tecrübe etsen netice değişmez Hararetin belli bir derecesi vardır Ona kimisi yüz der, kimisi de yüz seksen Halbuki aynı şeydir Ölçü, suyun kaynama derecesidir Diğerleri aynı şeyi ifâde eden farklı birimlendirmelerdir O halde materyalistlere şunu sormak gerekir ki; yüz derecede buharlaşan sulardan ancak bir kısmını müşâhede edebilmiş, laboratuarda isbat edebilmişken, suların tümü hakkında bu hükmü nasıl verebiliyorsunuz? Hakîkat yalnız laboratuardan çıkar dediğiniz halde, laboratuarda -eskilerin tâbiriyle- istikrâr-ı nâkıs, yani bir tümevarım, tek tek misallerden ana hükme varış metoduyla hareket ediyorsunuz Çünkü tamamını tecrübe etmek mümkün değildir Tamamını tecrübe etmek kâbil olmadığı halde laboratuardan çıkmayanı kabul etmeyen materyalist, laboratuardan çıkmayan hakîkatlerle hüküm vermek mecbûriyetindedir Çünkü birkaç suyu tecrübe ettiği halde bütün sular aynı basınç altında yüz derece harârette buharlaşır, demek zorundadır Bütün fizik kanunları içinde bu nakîse, bu eksiklik, bu mantıksızlık pozitivizm için her zaman cârîdir ve vâriddir Sonra da metafizik hakîkatleri laboratuardan çıkmıyor diye reddetmeye nezdinde salâhiyet görür Pozitivizmin en çürük tarafı budur Laboratuar tecrübesi sâyesinde kendi eliyle kendisini mahkûm etmiştir Laboratuarda belli bir mantıkî teselsüle şahid olan zihin, kendi laboratuarında bunu ikmâl eder Dindarların da meziyeti aynıdır Yâni metafizik, dindarlar için bir kusur ise aynı kusur pozitivizmde de vardır Pozitivistlerin bu bakımdan îtirâza hakları yoktur Bu bir tezat ise önce kendilerini tezattan kurtarmaları îcâb eder Fakat eli mahkûm kurtaramaz Çünkü fiilen bütün suları tecrübe etmesi mümkün değildir O zaman küllî ve umûmî bir kâide vaz‘ edemez Halbuki ilmin gâyesi tek tek vâkıaları kânunlar hâline getirmektir İlim, belli bir sâhadaki hakîkatleri kânunlar hâline yükselten bir faaliyetin adıdır İlme hâkim olan kânunları bir kere daha te’vîl de felsefedir

Bunun mânâsı şudur ki insan beyni kendi müşâhede sahası içine giren hakîkatlerde vâkıf olabildiği gerçekleri hayâlen ve zihnen temâdî ettirerek sonsuza kadar götürür Hakikati yalnız laboratuara tahsis etmek yanlıştır Bunların laboratuar mantığı ile isbâtı kâbil değildir Öyle olmadığı gibi onların hakîkîliğinden şüphe de edilmez Çünkü pozitivizme cephe alan Bergson’un telâkkîsine göre, dindar insanın derûnî tecrübe esnâsında sunûhât-ı kalbiyesinden yâni içine doğan gerçeklerden şüphe edilemez

Altınoluk Kütüphanesi


Alıntı Yaparak Cevapla