|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri
D-NİZAM PRENSİBİ
İslâm her hangi bir topluluğu, herhangi bir dâvâyı taklid arzûsuyla bir şekil emretmez Bir mantık ve bir ruh vaad ederek, o mantık ve ruhun gerektirdiği şekilleri bizzat emreder O bakımdan İslâm şekilci değildir Meselâ inkılâpçıların şapkayı almaları onu beğendiklerinden ve kendi dâvâları gerektirdiğinden değil, Avrupalı şapka giydiği için onlardan bir farkları kalmasın diyedir Yani işin özü taklitten ibârettir
Taklit, insanların en köklü temâyüllerden biridir İnsan insanı taklitle öğrenir Çocuk konuşmayı, yürümeyi taklitle öğrenir Ama taklitte kaldığı taktirde sığdır Taklidden tahkike yükselerek, neyi, niçin, nasıl, neden yaptığını bilirse o hareket şuurlu hâle gelmiştir Ama başlangıç taklittir Kitleleri sevk ve idârede en büyük müessirlerden birisi taklid psikolojisidir Bizdeki yenilik ve ilerleme adına yapılan inkılâplar tamamen buna râm olmuş bir dâvâdır İnönü’nün hâtıralarından bir hikâye bunu çok güzel îzâh eder İsmet Paşa, 1968’de Ulus’ta yayınlanan hatıralarında anlatır:
Şapka kabul edildiği zaman Yahyâ Gâlip Bey İnönü’ye gider Yahyâ Gâlip 1925’te Ankara vâlisiydi Sakallı ve dindar sayılabilir bir adamdır Henüz dindarların da bâzı idârelerde vâzîfe îfâ ettiği bir geçiş mevsimiydi Yahya Gâlip İnönü’ye:
“–Polislerimden dinliyorum, kahvehânede insanlar «Bunlar bu şapkayı kabul ederek gavur oldular Çünkü şapka Hıristiyanlığın, gavurluğun bir alâmetidir » diyorlarmış En iyisi biz şapkaya bir ayyıldız ilâve edelim Bizim için gavur oldu bunlar diyenlere «Ne münâsebet biz gavur olmuş olalım Bizim şapkamız onların aynısı değil, bizimkinin ayyıldızı var » diye cevap veririz ” demiş
İsmet Paşa vâliye:
“–Sen bizim inkılabımızın rûhunu anlamamışsın Biz şapkayı iyi olduğu için almıyoruz Fesi de kötü olduğu için atmıyoruz Ya? Biz bu şapkayı batılılarla aramızda bir fark kalmasın diye aldık Buna bir ayyıldız ilâve edersen yine bir fark ortaya çıkar ” der
İşte bu mantık “men teşebbehe bikavmin  ” hadîsinin hükmüne girer Sırf gavura benzemek kasdıyla alâmet olan bir şeyi almak tamamen taklitçilik, şekilcilik demektir
İslâm’daki var olan birtakım şekiller ise, herhangi bir zümreye benzemek için değil, bilakis gayr-ı İslâmî hiçbir zümreye benzememek için emredilmiştir
Cenâze kabre konurken Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kiram hazerâtına “oturunuz” diye emir buyurmuştur Sahâbe-i kirâmdan biri,
“–Yâ Rasûlallâh! Hikmeti nedir? Deminden beri ayakta duruyoruz, tam cenâze defnedilecek oturuyoruz? deyince buyurdular ki:
“–Bu esnâda Yahûdîler ayakta durur, onlara benzemeyin ” İşte bu mantıkla yürüyen bir dîne şekilci olduğu iddiâ edilemez
Hadîs-i Şerîf’te “Kim bir kavmi taklid ederse, ona teşebbüh ederse, ona benzerse ondan olur ” buyurulur Ancak şunun bir nebze şerhi lâzımdır Zîrâ taklit âdette ve alâmette taklid olmak üzere iki türlü olur Bu hadîs-i şerîfte matlub olan alâmette takliddir Çünkü ancak alâmette taklid küfrü mûcibdir Âdette taklid küfrü mûcib değildir
Bir Frenk gömleğini giymek küfrü gerektirmez Pantolon da böyledir O da Avrupa’dan alınmıştır Adından belli ki bizim değildir Pantolonu aldığımız zaman ulemâ bununla namaz câiz değildir, illâ bunun üstüne cübbe giymek lâzımdır, dedi İslâm’ın sadece kadınların kıyâfetine dâir beklentileri vardır, erkeklerinkine yoktur, zannedilmemelidir Erkeklerinkine dâir beklentileri de vardır Ulemâ, pantolonun üzerine cübbe çekmeden bununla namaz kılınmaz demiştir Ama pantolon giyen birine, bunu taklid etmekle kâfir oldu dememiştir Çünkü alâmet değildir Alâmet, haçtır Bir kimse haçı artı işâreti kabul ederek, rozet taktım, diyerek kullanması olmaz Çünkü cumhûrun kabûlü esastır Umûmun kabûlünde bu “haç”tır Kimse bunu “haç” kabul etmiyorum da “artı” işâreti kabul ediyorum, diyemez Haçı yakaya takmak küfrü mûcibdir Çünkü alâmette takliddir
Bayrak bir bez parçasıdır ama semboldür, alâmettir Bayrağı tekabbül etmek o bayrağı temsil ettiği milliyeti tekabbül etmek demektir Papazın zünnârı, şapkanın da siperi, tereği, şemsî alâmet sayılmıştır Çünkü bütün hristiyanlar serpuşlarda müşterektir Şer‘î kâide bu olmakla berâber hakkında cebir vâkî olduğu için, kalben muhâlefet edip, zâhiren mutâvaat etmek zorunda kalmak, îmân dâiresinden çıkmayı önler Bu da ayrı bir bahistir Cebir vâkî olmuş, bunun için can alınmış, kan dökülmüştür Bundan dolayı şapkayı giyen adam kâfir değildir ama bugün o cebir kalkmıştır Bugün artık niye şapka giymiyorsun diye insanlara cezâ verilmiyor Başı açık gezebiliyorsun Halbuki İslâm âdâbında baş açık ayıptır Müslümanlar yatarken bile başlarını örterlerdi Arakiye adıyla gece takkesi kullanılırdı Ne var ki küfür alâmeti bir şapka giymektense kendi kültürleri açısından ahlâkî olmasa bile müslüman erkekler başaçıklığı tercih etmiştir
Şimdi evinize bir misâfir gelse yatağının kenarına bir kat pijama koyarsınız Adından da bellidir ki pijama bizim değildir Bizim gecelik entârilerimiz vardı Bunun kanûnî bir müeyyidesi de yoktur Ecdâd bunu giymiş Bugün gecelik giyen kalmadı Pijama moda oldu Halbuki pijama da yarı pantolondur ve kumaş gibi ince olduğundan rahatsız eder İnsan yatakta bol, geniş elbiseyle, gecelikle rahat eder Daha serbest daha rahat olmak için bizim ecdâdımız her şeyin en güzelini bulmuştur Fakat şimdi bizim olmayan bir pijama giydi diye kimse kâfir olmaz Şapkada ise siper-i şems olduğu için tehlike vardır Biri cebir altında başına şapka koyar, biri de kendi rızâsı ile şapka takar Bir memlekette başına şapka takmadığı için adam asılmış, kan akmış ise cebir sâbit olmuş demektir İnsanın aczi sabit olup bunu değiştirme gücü yoksa bu halde içinden tasvip etmeksizin, mecbûriyet îcâbı bu şapkayı giyen kâfir olmaz Fakat kendi rızâsıyla takan da küfür alâmetine bulaşmış olur
Bir dönem mektebe şapkasız gelenleri geri çevirirlerdi Hadi git şapkanı giy gel derlerdi Kızlar bile şapka giymeye mecburdu Batılılar hürmet ifâde etsin diye şapka çıkarırlar “Şapka çıkarmak” tâbiri buradan gelir “Saygı duydum” demektir Cenâzeye şapka çıkarırlar Müslümanlıkta ise erkekte dahî baş açıklık edebe aykırıdır, bir hürmetsizliktir Baş kapalılık hürmet ifâde eder
Şeyh Şâmil esir olduğu zaman Rus çarının huzuruna getirildi Şeyh Şâmil’e, çarın huzûrunda sarıkla duramayacağını mutlakâ başını açması gerektiğini söylediler Bunun üzerine Şeyh Şâmil dedi ki:
“–İsterseniz çıkarayım Zîrâ biz Müslümanlar başımızı ancak şeytan gördüğümüz zaman açarız ” Bunun üzerine Çar da:
“–Bırakın kalsın ” demek zorunda kaldı
Şekil, bir rûhu temsil eder Hangi şekli emretmişse onun bir nizamdan bir mantıktan doğduğunu görürüz İnsanın alnı en yüksektedir ve şerefi temsîl eder “Alnım ak” tâbiri buradan gelir Allâh’a karşı tevâzuun en büyüğü insanın alnını yere koymasıdır “Senin huzûrunda alnımı yere koyuyorum, Yâ Rabbî!” demek, “En büyük tevâzûu Sana gösteriyorum ” demektir Secdenin şekli, temsil ettiği şu rûhtan ve tevâzûdan elde edilmiştir Bir başkasını taklitten değil Onun için İslâm’daki nizam prensibi şekilcilik olarak telâkkî olunamaz Şekilci olanlar kendilerine has bir mantıktan ziyâde bir başkasına benzemek kasdıyla bir şekli tervîc etmiş olanlardır İslâm’da herhangi bir şekil bir başkasına benzemek maksadından doğmuş değildir Ama benzememek maksadından doğmuş şekiller vardır O da İslâm’da şahsiyetli olmanın arzu edildiğini gösterir Binâenaleyh, İslâm’daki var olan bir takım şekilleri böyle telâkkî etmelidir
İslâm, cemiyeti devletle nizamlar, hiyerarşiyi kurar “Halîfenin kim olduğunu bilmeden ölenin ölümü câhiliye ölümü gibidir ” tehdidiyle siyâsî ve idârî hiyerarşinin süratle te’sîsini emreder Bundan dolayı Osmanlılar halife vefât ettiğinde bir yenisine biat etmeden onu defnetmezlerdi Diğer taraftan İslâm, hükümetsizliği “el-fitnetü eşeddü mine’l-katl” telâkkîsiyle yani fitne, anarşi, hükümetsizlik, siyâsî hiyerarşinin teessüs etmemiş bulunması cinâyet gibidir, telâkkîsiyle bu hâli men eder Böyle kalınmayı cemiyet için en büyük tehdîd kabul eder
Ferde gelince; ferdin hayatını birinci derecede tanzim eden, evlilik müessesesidir Evlilik müessesesini insanlara vazgeçilmez bir hüküm sûretinde emreder Hıristiyanların evlenmemek sûretiyle râhip ve râhibe olmalarındaki iddiâların tersine bir mantıkla, evliliği aşk-ı mecâzîdan aşk-ı ilâhîye yükselebilmek için bir merhale kabul eder
Nizam, hayatın en basit faâliyetinden en girift faâliyetine kadar; ilk faâliyetinden son faâliyetine kadar böylece dakîk bir sûrette teessüs edilir İlk faâliyet kadının çocuğu doğurmasıdır Ana sütü emzirilmeden çocuğun kulağına ezan okunur Çocuğa süt vermeden kulağına ezân okunur ki dünya gıdâlarının ilki mânevî olsun Bu bir ruhtur ve heyecandır Bu ilk hayat tezâhürüdür İnsanla alâkalı ilk iş budur Son iş de kabre konulmasıdır Mezarlıklara baktığımızda ölünün kabirde yatırılışının hafif sağa olduğu görülür Sol tarafı alçaltılır, hafifçe yan yatar Yüzü beytullâha, kıbleye döndürülür Maksat teveccüh olsun “Zararı yok birisini de ayakları Beytullâha gelecek şekilde gömelim ” denemez Çünkü bu bir nizam gereğidir Ferdi tanzim ederken planlarken ilk hayâtî faâliyetinden son hayâtî faâliyetine kadar her türlü davranış kendine mahsus bir mantık silsilesi içinde nizâma bağlanmıştır Serbest bırakılmamıştır İnsanoğlu başıboş değildir İlâhî ilimle onun hayatı nizamlanmış kâidelerle rabtedilmiştir
İslâm’a girip-girmemekte hürriyet vardır Ama girdikten sonra Allâh’ın ahkâmına riâyet mecbûrîdir Zîrâ Müslümân teslim olan demektir Kişinin Allâh’ın kulu hakkında koyduğu hükümleri kabullendiği, teslim olduğu, mânâsında kullanılır O zaman bütün bu kavâide riâyet şarttır Ama bu kâideler başkalarını taklid ile onlara benzeme arzusundan doğmayıp kendi mantığını te’sis ettiği mânevî iklîmi gerçekleştirmek için konulduğundan şahsiyetli şekillerdir Şekilcilik olarak anlaşılamaz
İslâmiyet nizama fevkalâde ehemmiyet veren bir denge dînidir Peki böyle olduğu halde kantarın tokmağını kaçırıp da meczup olanlara ne denir?
         
Meczublar mâzurdurlar fakat İslâm’da makbûl olan câzib olmaktır Tarîkatta insanlar iki türlüdür Ya câzibdir, ya meczûbdur Cezbe, bir tecellî karşısında sarhoş olmaktır Aklı, şuuru, idrâki kaybolup ne yaptığını bilmeyen, cezbeye kapılana meczûb denir Onlar mâzurdur demek; onlar haklıdır mânâsına gelmez Bu ancak onların özür sâhibi olduklarını ve yaptıklarının kabahat sayılmayacağını ifâde eder Hallâc-ı Mansur Ene’l-Hak dediyse mâzurdur Fakat zâhiri yani şeriati gözeterek onu öldürenler de mâzurdur
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin hayâtında da bazı cezbe halleri vâkîdir Cezbeye geldiği zaman bâzen gözlerini bağlatırdı Gözlerini bağlatmasa baktığı şey devrilirdi Ne söylediğini bilmez, kendine gelince de “Ne söyledim” diye sorardı Etrâfındakiler şunları şunları söylediniz deyince o da “O halde niye beni öldürmediniz?” derdi
Cezbeye gelen biri vak‘ayı bizim gördüğümüzden farklı görür Sûfiye meşrebiyle söylenen sözleri tasavvufa âşinâ olmayanın havsalası almaz Meselâ:
“Mûsâ da odur, Firavun da odur ”
“Nâ-ehl olur muârız-ı ehil
Her Ahmed’e bulunur bir Ebû Cehil”
“Ehil olana muârız olan ehliyetsiz biri demektir Her müsbet adamın karşısına da menfî biri dikilir Şahsiyetli adam düşmansız olmaz
Yine meczûbun biri “Kim kiminle mücâdele ediyor Mûsâ da O, Firavun da O ” dese belki bir çok kişi buna kızar Zirâ ehil olmayana bu sözler doğru gelmez Fakat onun gözüyle hâdisâta bakılırsa bunun doğru bir söz olduğu anlaşılır Bir meczûb sözüdür ve îzâhı vardır Onun sözü, kelimelere lügatlerin verdiği mânâ ile anlaşılamaz
Doğru îzâh edildiği zaman “Firavun da O, Mûsa da O ” sözü şeriata muğâyir düşmez Zîrâ meczûba böyle söyleten hâdisâtı değerlendirmedeki ufuk farkıdır O ufka ulaşmadan bu söz anlaşılamaz Mânevî bir tecellîye mâruz kalarak coşan insanların, “Kellimû’n-nâse ‘alâ kaderi ‘ukûlihim ” ölçüsünü yâni aklın idrâk gücüne göre konuşulması düstûrunu gayr-i ihtiyârî aşan, başkalarının ulaşamadığı ufuklardan konuşan cezbe hâlindeki insana meczûb denir Cezbe ile dengeyi iyi ayarlayan, meczûb yerine câzib olabilen kişi makbuldür Meczublara hürmet edelir ama meczubluk makbul değildir Çünkü meczubun şimdi canı istemez, namaz kılmaz “Namaz, şevkle kılındığında namazdır Şimdi benim içimden gelmiyorsa zoraki yatıp kalkmak namaz sayılmaz ” der ki doğrudur Fakat ideal mânâda namaz sayılmasa da asıl ölçü, Allâh’ın emrini yerine getirerek borçtan kurtulmaktır O, bunu düşünecek halden geçmiştir Cezbede gaşy olmuştur Bir nevî narkoze edilmiş insan gibidir Sarhoş bir insan nasıl ki ileri geri konuşur da farkında olmaz, meczub da böyledir Meczûbların mevcûdiyeti nizam prensibine aykırı değildir Çünkü meczubluk asıl değildir Meczub, hasta gibi kabul edilmelidir Meczubu, cezbeyi hazmedememiş, taşkınlığa sürüklenmiş biri gibi kabûl etmek gerekir
İslâm’da nizâm prensibinin makbûl saydığı câzib olmaktır Meczupluk esas ve ölçü değildir Binâenaleyh İslâm’da nizâm asıldır Nizamsız bir ferd ve cemiyet düşünülemez İslâm, hayâtı en hurda teferruâtından en mükemmeline, bidâyetten nihâyete, doğumdan ölüme kadar bir mantık teselsülü içinde nizamlar ve bu nizamdan tâviz vermez Her âmir hüküm vasfındaki hükmün ihlâlinde cezâsını koyar Âdâba müteallık, müstahsen olan emirlerden dolayı da, fazîletten, sevaptan mahrum kalınacağının, kemâl üzre bir mü’min olunamayacağının tehdîdiyle onları da yerine getirtmeye çalışır İslâm’da nizâmın temel mânâ ve mâhiyeti bundan ibârettir
İslâm şeriati umûm içindir Umûm için konulan kavâid asgarîyi ihtivâ eder Çünkü Allâh’ın rahmeti îcâbı şeriat hükümleri, en zayıf kullar dikkate alınarak konulmuştur İstidâdı daha fazla olanlara zemin, hak ve imkan tanımak tasavvufu îcâb ettirir Cemiyet içerisinde mükellefiyetlerin asgarisinden fazlasına istîdât, iktidar ve iştihâsı olana, “Bu iş bu kadardır, bundan fazlasını yapamazsın ” denmez Allâh’ın şeriatla emrettiğini yaptıktan sonra istidat, iktidâr ve iştahın varsa daha fazlasına müsâade edilir Fakat herkese emredilmez Şeriatın koyduğu kâideler sâdece farzlardır Bunlardan başka yapılanlar emredilmiş şeyler değildir Yapılması müstahsendir, makbuldür, mûteberdir Hak katında terakkî vesîlesidir Kişi tefeyyüz eder Şeriat bir binanın karkası gibidir Tarikat bu binanın ince dekorları, cilâse, zînetidir Fakat tarîkatta ilerlemek ehil bir rehberi, bir mürşid-i kâmili gerektirir Yûnus Emre der ki:
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyup der ne yersin kozumu
Buradaki erik şeriatı, üzüm tarîkati, cevizse hakîkati temsil eder Buna göre beytin mânâsı şudur: Erik dalına çıkmışken yani şeriat kâideleriyle mükellef iken, o kadro içinde bulunuyorken orada üzüm yedim Yâni şeriat içinde bulunduğum halde tarîkatın îcâbını yaptım Neden şeriat eriğe teşbih edilmiştir Erik dışından sırf meyva görünür İçinde çekirdek vardır İnsanların en zayıfı dikkate alınarak konulmuş olan bu kâideler, hakîkatin lübbü, özü değildir Süzülmüş bal gibi değildir İçinde bir çekirdek vardır O çekirdek nedir? Meselâ şeriatta afvetmek yerine suçlunun cezâsı verilir Ferde ise “afvet”, der Fakat devlet cezâ verir Günah diye sopa vurur Halbuki bu adam kendini günahtan koruyamadı diye düşünerek, ona acımak sûretiyle onu merhametle yola getirmek de mümkündür Fakat devlet nizamı itibâriyle şer’î cezâyı afvetme selâhiyetine sahip değildir Umûmun selâmeti nâmına ukûbat denilen bu cezâlar mutlakâ tevcîh olunur Halbuki o insana bir merhale yukarıdan baktığında acırsın Fakat ictimâî nizam bakımından böyle muamele etmek hatâlıdır İctimâî nizam îcâbıdır Fakat tarîkatta iş değişir Tarîkat müsâmaha rejimidir İnsan yalnız kendi nefsini ithâm eder, gayra müsâmaha eder Bir günahkâra, bir kusurluya bu kusûru işlediği için kızmak yerine, kendisini bu kusurdan koruyamadığı için ona acımak esastır
Üzümde de çekirdek vardır Çekirdekler küçülmüş ve dağılmıştır Bunun mânâsı da cezâlar ve ictimâî nizamdan doğan sertlik, tarîkatte azalmış, küçülmüş ve dağılmıştır Şeriattaki gibi kütlevî değildir Onun için üzüm tarîkati temsîl eder Bostan ıssı, yâni bostanın sahibi mürşid-i kâmildir Bu, mâneviyât ikliminde söz sâhibi olandır Tarîkatin îcâbını yapmak hakîkate ulaştırır Ceviz hakîkati temsil eder Dışarıdan bakılınca sert bir kabuk vardır İçinde ise lezzetli bir öz vardır Hakîkat dıştan bakana zor görünür ama içinde lezzetli bir meyve vardır
Şeriatta oruçla mükellef birinin orucu, yeme-içme, bâzı şehevî taşkınlıklar vs gibi belli sebeplerle bozulur Ama tarîkatte, bir gıybet bile orucu bozar Kişi gıybet ettiğinde şer‘an orucu kabuldür Şer‘an oruç borcunu ödemiş sayılır Fakat gıybet edenin orucu tarîkat orucu olmaktan çıkar
Günümüzde maalesef tarîkat ehli olduğunu iddiâ edenlerin nicelerinin icrâsı şerîatın bile dûnundadır Yâni bırakın tarîkat ile mîzân edilmeyi, şerîatla mîzân edilse bile amellerinde binbir kusur bulunur
Tarîkat orucunda, şeriatta orucu bozan şeylerin yanına gıybet gibi mânevî hususlar da eklenir İş güçleşir Hakîkatte ise mâsivâ, yâni Allâh’tan gayrısını düşünmek, kalben Allâh’tan gayrı bir şeyle meşgul olmak dahi orucun rûhuna aykırıdır ve onu bozar Hakîkat mertebesindeki veliyyullâh, orucu her an Allâh ile berâberlik şuuru içinde tutar İşte bu çetin cevizdir Dışarıdan taş gibi bir kabuk görülür Bu yapılabilir iş değildir, intibâı uyandırır Ama onun içine, bu çetinliğin, bu sert kabuğun ardına ulaşabilen belki milyonda bir bile olsa çok leziz bir meyveye kavuşur
Şiirimizde deniyor ki, “Sen şeriat dâiresinde olduğun halde önce şerîatın lüzûmunu îfâ etmelisin Haddine mi tarîkatin îcâbını yapıyorsun?” Yunus da diyor ki “Ben şeriat dâiresi içinde bulunurken, meğer tarîkatin de gereğini yapmışım ” Yâni var olan bir yükselişten haberdâr olamamak mevzubahistir Çünkü Yunus kendini bilemeyen velîlerdendi Bu sır sonradan kendisine fâş oldu Evliyâullâh birkaç gruptur Bâzılarını başkaları bilir, kendileri bilmezler
Yûnus Emre, bir gün yolda kendisi gibi iki meczûbla karşılaştı ve onlarla dost oldu Bir müddet sonra acıktılar Meczubların biri duâ etti Cenâb-ı Allâh bir sofra gönderdi İkinci sefer diğer meczûb duâ etti Yine bir sofra geldi ve karınlarını doyurdular Üçüncüsünde sıra Yunus’a geldi Yûnus:
“–Ben basit bir kulum Nasıl duâ edeyim Siz kimin hürmetine istediyseniz söyleyin bâri ben de o zât hürmetine isteyeyim ” dedi
Meczublar dediler ki:
“–Bir derviş Yunus var Zamânımızın kutbudur Onun yüzü suyu hürmetine istedik Kendinden haberi yok ”
Yûnus Emre o zaman kendisinin kemâle erdiğini anladı İşte bu beyit bu zuhurâttan sonradır Yûnus âdetâ; “Ben kendimi şeriat içinde zannediyordum Meğer tarikatin îcâbını yapmışım Buna ilâveten mânâ âleminin üstâdları diyorlar ki sen tarîkatın da üstündesin, hakîkat meyvesini yemektesin Bizim cevizimizi yiyorsun ” demek istiyor
Melâmîlerin büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî bu beytin şerhinde şöyle der:
Demek ki bu yollar bir mürşid-i kâmilin kılavuzluğuyla yürünür Böyle olmadığı taktirde bir derviş tesbihe asılır, bir tecellî görünce de “oldum” sanıp muvâzenesini bozar Bu sebeple kontrol elzemdir Bir mürşid-i kâmilin irşâdı bu yolları yürüyecek olanlar için şarttır
`
|