Prof. Dr. Sinsi
|
Îman-Tebliğ-Amel Münasebeti Açısından
e) Tebliğ ve Allah'la İrtibat
İrşâd adamı ne kadar samimi ise, söz ve davranışları da o kadar müessir olur Samimiyet olmazsa, anlatmadaki depdebe ve ihtişam da hiçbir netice vermez Hatta diyebiliriz ki, bir yönüyle hidayete ermenin, anlatmayla çok fazla alâkası yoktur Bir kere, hidayet evvela Allah (c c)'ın elindedir O dilemez ve irade etmezse, hiç kimsenin hidayete vesile olması mümkün değildir Kur’ân-ı Kerim:
"Sen istediğini hidayete erdiremezsin Fakat Allah istediğine hidayet verir" (Kasas, 28/56) der
Öyle ise, asıl mesele "Sultanlar Sultanı" ile irtibat içinde olmaktır Çünkü gizli açık bütün hazinelerin anahtarı O'nun nezdindedir Hidayet de en büyük bir hazinedir Elbette bu hazinenin anahtarı da O'nun elindedir Öyleyse mürşit ve mübelliğin, bütün samimiyetiyle insanlara birşeyler anlatırken, bir yandan da sırtını her şeyin anahtarı ve dizgini elinde olan Dest-i Kudret'e dayaması elzemdir Zira, nice muhteşem dimağlar bu ülkeden gelip geçti; gelip geçti de, çok seviyeli beyan ve hitabet gücüne sahip olmalarına rağmen, üç dört insana dahi ciddî bir şey anlatamadılar; zira bazı yanları itibarıyla samimi değillerdi, her şeyi kendilerinden biliyor ve her neticeyi de kendilerine bağlıyorlardı Bunlar içinde, beyanda dâhi olanları da vardı Bunlar binlerce insanı arkalarından sürükleyebiliyorlardı Ancak, nifakzede olduklarından hiçbir netice elde edemiyorlardı Evet, namaz kılmadıkları hâlde namazdan bahsedenler vardı İslâm'ı yaşamadıkları hâlde, İslâm'ın güzelliklerinden dem vuranlar oluyordu Dilleri bülbül gibiydi ama, gönülleri kinle, nefretle, garazla çarpıyordu İhtimâl işte bunlardan ötürü Kur’ân’da nifak, sukût derekelerinin en korkunç ve en iğrenci sayılmıştır Bu yüzden samimi olan her tebliğci, günde elli defa Allah (c c)'ın huzurunda baş koymalı ve muhtemel nifaktan hep O'na sığınmalı ve O'ndan samimiyet dilenmelidir Evet, hidayet Allah (c c)'ın elindedir İnsana beden gücünü veren O olduğu gibi, kalbe samimiyet bahşeden de yine O'dur Öyleyse tebliğ insanı, bunların hiçbirine sahip çıkmamalı ve "ben yaptım, ben ettim " dememelidir
İman, ifade ve amel bütünlüğü, Kur’ân'ın çizdiği ölçüler içinde bir mü'min için en ideal şekildir Ondaki bu dengenin korunması da, müessiriyetin önemli bir sebebidir "Mücahit, amel etmese de olur Masiyetten kaçınmasa da doğruyu, güzeli anlatıyor ya, bu ona yeter " gibi düşünceler, şeytanın mırıltılarıdır ve Muhammedî ruhla hiçbir alâkası yoktur
Günümüzde bir sürü fantastik, modernist kafa ve düşünce zuhur etti Üstelik bunlar, beyazı kara gösterecek kadar da cerbeze gücüne sahipler Sağda solda, hep İslâm'ı anlatıyorlar, ama görüyoruz ki arkalarında bir avuç bile hâlis mü'min yok Çünkü bunlar samimi değiller Çok şey söylüyorlar, çok şey anlatıyorlar, hatta mücadele de ediyorlar Ama, söyledikleri ölçüde îmanı ve İslâm’ı içlerine sindirememişler Hayatları ve yaşadıkları dünya itibarıyla, batının doğrularına değil, bâtıl sistemlerine motive olan bu insanlar, yığınları irşâd edelim derken onları yabancılaştırıyorlar Aynı zamanda kendilerini de, kendi cemiyetleri içinde yabânî duruma düşürüyorlar Bütün bu tersliklerin ana sebebi, İslâm'ı bilmemek, O'nu okuyup düşünürken yaşayamamak yani mücadelesini verdikleri dâvâya, tutarsız hareketleriyle bir nevi gizli muhafelet ya da ihanet etmek! Bakın Kur’ân-ı Kerim, Hz Şuayb (a s)'ı nasıl konuşturur:
"Ben sizi menettiğim şeyde, size muhalefet etmek istemiyorum " (Hûd, 11/88) Bunun mânâsı: "Sizi fenalıktan alıkoyup da kendim ondan faydalanmayı düşünmüyorum Faiz haramdır derken, kendim faiz yemeyi ve rüşvet haramdır derken rüşvet almayı düşünmüyorum" demektir Hz Şuayb (a s), içinde yaşadığı cemiyeti anlatırken, kendi doğruluğunun bir teminatı olarak bunları söylüyor Her nebinin doğruluğunun teminatı da bu değil midir? Ümmetine söylediğinin aksini yapan bir peygamber gösterilebilir mi? Veya böyle davrananlar hiç peygamber olabilir mi?
Elbette, irşâd vazifesi yapan herkes için de bu mülâhazalar vazgeçilmez hususlardır Evet, Hz Şuayb (a s) yaşadığı cemiyetle yaka paça olurken, bize de birşeyler anlatıyor; dâvâ ve irşâd adına mühim esaslardan bahsediyor Kur’ân da o eskimez pörsümez beyanıyla bunları bir kere daha ortaya koyuyor
Allah Resulü (s a s) de, söylediğinin birkaç mislini yaşayan devasa bir ruhtu Kullukta O'nun üstüne yoktu O'na peygamberlik ve nübüvvet verilmişti Bu paye, hiçbir paye ile kıyas dahi edilemeyecek kıymeti haizdir Ancak O, yücelere pervaz ederken, kulluğu ile kanatlanıp yükselmişti Yani O'nun kulluğu, âdeta nübüvvetinin önüne geçmiş ve O'na mukaddime olmuştu Zaten Kur’ân-ı Kerim de O'na böyle davranmasını emretmiyor mu?:
"Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar kulluğa devam et, Rabbine ibadette de bulun!" (Hicr, 15/99) diyordu O da, bütün hayatı boyunca Kur’ân'ın bu emrine uydu ve bir an dahi kulluktan dur olmadı Onun içindir ki, O'nun söylediği her şey maşerî vicdanda makes buluyordu O, yaşadığını; hem de en ağır şekliyle yaşadığı şeyleri söylüyordu İşte misali, Hz Âişe validemiz (r anha) anlatıyor: "Bir gün Allah Resûlü bana: "Ya Âişe, müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım?" dedi Ben de: "Ey Allah'ın Resûlü! Seninle olmak hoşuma gider, fakat senin hoşuna giden şey daha çok hoşuma gider" dedim Bunun üzerine kalktı, abdest aldı ve namaza durdu O gün sabaha kadar gözyaşı döktü ve namaz kıldı "59 O bir peygamberdi şüphesiz Bir nebi, bir hatip ve bir mürşit idi Ve O'nun en derin yanı da, kulluğundaki ulaşılmaz derinlikleriydi O, hayatının o acılı, ızdıraplı, hastalıklı son dönemlerinde bile, önceden başlayıp da o güne kadar devam ettirdiği ibadetleri aynen devam ettirmek istiyordu Halbuki çok zor oturup kalkabiliyordu Hayatı boyunca pek çok ızdırap çekmişti Zevcelerinden çocuklarına kadar bir sürü hususî derdi vardı Ayrıca, bütün ümmetinin dünyevî-uhrevî dertleri de O'nun omuzlarındaydı Bütün bunlardan ötürü elbette maddî güçten ve kuvvetten düşecekti Zaten O'ndan başkası, O'nun çektiğine bir gün bile dayanamazdı İşte bütün bunlara rağmen O, başlattığı nafile ibadetleri dahi terke yanaşmıyordu Bu namazlar öyle namazlardı ki, bazen bir rek'atı bile saatler alıyordu Ayağa kalkmaya dermanı olmadığı için de, onları oturduğu yerden kılıyor ve yine de terketmiyordu 60 Bu ne ciddiyet, bu ne vakar, bu ne samimiyet, bu ne ahde vefaydı böyle! Evet, "yakîn" gelinceye kadar, yani ölüme kadar, mahşere kadar, ebede kadar sürecek bir ciddiyet ve vefa örneğiydi O
Evet irşâdın önemli bir yönünü de, Allah'a karşı olan bu yakınlık oluşturuyor Zaten, bu yakınlık olmazsa, insan hep havada ve boşlukta yaşar Böyle kaygan bir zeminde boşluğa basan insan, sadece ve sadece kendi haz ve zevkleriyle kalır
Allah (c c)'a yakın olmayı, irşâd ile en güzel bir şekilde birleştiren Peygamber Efendimiz (s a s)'dir O, irşâd vazifesinde ne kadar kusursuz ise, Allah'a kurbiyetinde de o derece derin ve kusursuz idi Çok defa namaza durduğunda onu öyle eda ederdi ki, arkasındakiler neredeyse namazın hiç bitmeyeceğini sanırlardı Duâ ve niyazı öyleydi Duâya kalkan elleri, bir daha inmeyecek gibi kalkardı
Bir defasında İbn-i Mes'ud (r a), O'nun kıldığı nafile namazlarından birine denk gelmişti Allah Resûlü (s a s)'nün kıldığı namazın bereketinden istifade edebilmek için hemen o da namaza durmuştu Hâdisenin bundan sonrasını bizzat kendisinden dinleyelim: "Namaza durdum Bütünü iki rek'at namazdı Fakat Allah Resûlü okudukça okuyordu Bakara sûresini bitirdi Ben artık rükuya varır dedim Fakat O, Âl-i İmran'ı okumaya başladı Onu bitirdi, yine rükuya varacak zannettim, bu sefer de Nisâ sûresini okumaya durdu Onu da bitirdi Artık rükuya varır diye düşünüyordum ki, Mâide sûresine başladı Ve onu da bitirdi İlk rek'atta bu dört sureyi birden okudu Hatta bir ara aklıma kötü bir şey geldi  " Yanındakiler İbn-i Mesud'a sordular: "Aklına ne geldi?" O, "Bir ara namazdan çıkmayı düşündüm, çünkü dayanılacak gibi değildi" dedi 61
Görüldüğü gibi insanlara kulluktan bahseden Allah Resûlü (s a s), evvela bu kulluğu herkesten ileri bir seviyede kendisi yaşıyor evet O, bu mevzuda öyle ileri idi ki, İbn-i Mes'ud (r a) gibi en ileri safta bulunan bir sahabi dahi, O'nun kıldığı iki rek'at namaza dayanamıyordu
Yine O (s a s), son anlarını yaşadığı zaman diliminde, ufûle yüz tutmuş bir güneş gibi başını Hz Âişe (r anha)'nin dizlerine koymuş ve gözlerini Mele-i Âla'ya dikmişti Çok yorgun ve ukba televvünlüydü Ara sıra bayılıp kendinden geçiyor başından bir kova su döküyorlar, yeniden kendine geliyor ve gözlerini açıyordu Gözlerini açar açmaz da ilk sorduğu şey: "Cemaat namazı kıldı mı?" oluyordu 62 Evet O, namaz diye diye yaşamış ve namaz diye diye vefat etmişti Cemaat de namaz diyordu Namaz düşünüyordu ve namaz duygusuyla dopdolu yaşıyordu
İşte her yönüyle kudve bir insan, her yönüyle mükemmel bir imam, muhteşem bir reis, âdil ve sabırlı bir devlet başkanı!
Allah Resûlü (s a s)'nün mütevâzı yaşantısı ve her mevzuda ashabıyla beraber olması, irşâd adına gözden ırak tutulmaması gereken önemli hususlardandır Mescit mi yapılacak, O herkesle beraber kerpiç taşır; hendek mi kazılacak, elinde manivela taş kırar ve arkadaşlarına yardımcı olurdu 63 Evet O, “insanlardan bir insan olun”, buyurur ve bunu da fiilen yaşardı
İnsanları dünyaya karşı zahit olmaya davet etmişse, bu mevzuda kendisi herkesten ileri olmaya çalışırdı Bazen O'nun evinde, aylar geçerdi de, çorba pişirmek için bir ocak yanmaz ve üzerinde uzanıp istirahat edeceği bir yatak bulunmazdı 64
O, harama karşı da herkesten daha titizdi Hz Hasan (r a) ağzına sadaka hurmalarından birini alınca çok heyecanlanmış ve hemen koşarak onun ağzından hurmayı çıkarıvermişti 65 Halbuki Hz Hasan (r a), o gün beş-altı yaşlarında bir çocuktu Ama sadaka, hem Allah Resulü (s a s)'ne, hem de O'nun soyundan gelenlere haramdı
Yine bir gece sabaha kadar uyuyamamış ve inleyip durmuştu Hz Âişe (r anha) sabah olunca: "Ya Resûlallah! Bu gece rahatsız mıydınız, hiç uyumadınız?" dedi O'nun bu sualine Allah Resûlü (s a s): "Odada bir hurma buldum, ağzıma attım Sonra da onun bir sadaka hurması olabileceği ihtimali aklıma geldi Izdırabımın sebebi buydu "66 demişti Oysa o hurma büyük ihtimalle şahsî hurmalarıydı Zira sadaka hurmalarını o ayrı bir yere koyuyordu Evet O'nun bu hassasiyeti, kâmil bir mü'min ve kâmil bir irşâd adamında olması gereken vasıflar açısından çok çarpıcı bir misaldir
|