Yalnız Mesajı Göster

Hurâfe-Hurafecilik

Eski 08-02-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hurâfe-Hurafecilik





4) Bazı Yanlış Kabuller

a) Dünya Kâfirin, Âhiret Mü'minin mi? Dünya Mü'mine Zindan mıdır?

Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak ileri sürülen "dünya kâfirin, âhiret mü'minin" veya "dünya Mü'minin zindanıdır" yargısı; İslâm ve müslümanlar aleylinde konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur Neden yanlıştır? Açıklayalım:

Evet, "Dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir"[color="Red"] şeklinde bir hadis-i şerif vardır Bu hadis-i şerif birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir Kur'an ışığında ve hadislerin bütünlüğü içerisinde ve en aklî açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır Yani, "âhiretteki durumlarına göre dünya, mü'minin zindanı, kâfirin cenneti yerindedir" anlamını ifade etmektedir Nitekim mü'minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten âyetlerden de aynı mânâ anlaşılmaktadır:

"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler Fakat iman edip sâlih amel işleyenler, işte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar Onların Rableri katında mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir Allah onlardan râzı; onlar da Allah'tan râzıdır Bu, Rabbından korkan kimseyedir" (Beyyine: 98/6-8)

Mü'mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan cehennemin vasıflarını anlatan öteki Kur'an âyetleri; gerçekten âhiretteki duruma göre dünyanın, mü'min için nasıl bir zindan hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır

Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır: Kadı'lardan biri Bağdat'ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer Külhancı yahûdi, üstü başı simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı'nın önüne çıkar, atının gemine yapışır ve: "Allah, kadı'ya kuvvet versin Peygamberinizin, 'dünya mü'mine zindan, kâfire cennettir' sözünün mânâsı nedir? Görüyorsunu ya, dünya -mü'min ve Muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi olduğum halde- bana zindandır Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!" der Kadı şöyle cevap verir: "Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine rağmen dünya; Allah'ın cennette hazırladıklarına nisbetle benim için zindandır Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya (bu haliyle de olsa) senin için cennettir" [777]

İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis gerekçe gösterilerek "dünya kâfirin, âhiret mü'minin" yargısıyla müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce hadisin gerçek mânâsına, sonra da İslâm'ın özüne aykırı bir tutum olur Unutulmamalıdır ki, temiz ve hoş rızıklar, dünya hayatında da öncelikle müslümanlar içindir:

"De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?' De ki: 'Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) mü'minlerindir Kıyâmet gününde ise yalnız iman edenlerindir' İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklarız" (A'râf: 7/32)

"Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır Allah'ın sözleri için bir değişiklik yoktur İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur" (Yûnus: 10/64)

Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif'ten mısrâlarla bağlayalım:

"Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;

Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var



Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?

Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ'nın

Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;

'Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!'



Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?

Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!

Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak



Bekãyı hak tanıyan sa'yi bir vazîfe bilir;

Çalış, çalış ki bekã, sa'y olursa hak edilir" [778]

b) Dünya Öküzün Boynuzunda mı?

Halk arasında dolaşmakta olan "dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır" sözü, özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda "sarı öküz yine kafasını salladı" gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir Hatta "dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğuna dair hadisin mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddîleştirmektedir Gerçek durum şudur:

Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır İbn Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde[color="Red"] yeryüzünün yaratılışıyla ilgili babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın -Hz Peygamber’e izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir Öte yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-Zevâid’inde[780] İbn Ömer’den naklen Hz Peygamber’in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”, “Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın üzerindedir” şeklinde cevapladığı belirtilmektedir Ancak el-Heysemî, bu zayıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki endişesini duyurur Zaten adı geçen kitap, birçok zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin yer yer kritiklerinin yapıldığı bir eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu ve böylesi İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir[color="Red"]

Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba âit olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile bir leke olduğunu belirtmektedir Bazı dikkatsiz veya hurâfelere düşkün müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır Ancak bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir[782]

Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri gerekmektedir Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir Aksi halde körü körüne bir düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz Böyle kişilere Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?” diye sorma hakkı doğar Şu âyet hakkında düşünelim:

“Sen dağlara baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın Halbuki onlar bulut gibi kayar giderler İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatı! Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır” [color="Red"](Neml: 27/88)

c) Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?

Bazı câhillerin "bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var İbâdete ihtiyacımız yok" gibi sözleri, ya da "biz şeriatı aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı" yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah'ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder O halde mükellefiyet nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır Bunlar genel şartlardır Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmama gibi

Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli olmak, yahut da ölmek lâzımdır Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah'a kulluk görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı Halbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır

"Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize de soracağız" (A'râf: 7/6)

Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir Teheccüd namazının Hz Peygamber'e emredilip ona vâcip olması gibi[784]

"Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!" (Bakara: 2/134, 141)

"O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk: 67/2)

Sonra, yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir Tarih böyle bir şeye şâhit değildir Hz Peygamber'e hitâben "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbına ibâdet et" (Hıcr: 15/99) âyeti İslâm'da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir

Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz Hz Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma'ya hitabettikten sonra, "Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim Ama Allah'ın azâbına karşı bana güvenmeyin Allah'ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun" buyurmuştur Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır:

“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser[785]

Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur Sorumsuzluk iddiâ etmek, "namazımız kılınmış", "biz şeriatı aştık, o kabuktur, avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz" demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir Bu iddiâ, "lâ yüs'el ammâ yef'al -yaptığından sorumlu tutulmayan-" Allah'a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler "Rabbım, her köle âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün sevineceğim" [786]

d) Kul, Kusursuz Olur mu?

“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah” gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin, saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlanmaktadır Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine, tevhid anlayışına ters düşmektedir Peygamberlerden bile “zelle” denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz Muhammed (sas) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir

Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur Bu olgunluk, övgü ve yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve ölçüye bağlıdır Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya hazır kişilerdir Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?) kişideki keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir Mûcize sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse, kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez Kaldı ki, kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz fesat ortamında tamamına yakını yalandan ibarettir Halkın güzel ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur” “Kerâmeti zâhir” kabul edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir Bunun böyle olması da, pek tabii, çok normaldir Çünkü ne kadar sâlih olursa olsun, bir kişi kusursuz olamaz

“Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını isteyendir[787]

İnsan kusurunu kabul edip affettirmesini bildiği ölçüde saygıdeğerdir, kıymetlidir Zaten hüner, hiç kusur işlememekte de değildir İşlenen hatayı affettirebilmektir hüner Nitekim Sevgili Peygamberimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde:

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim getirir/yaratır Onlar Allah’a istiğfâr ederler, Allah’tan af dilerler O da kendilerini affederdi[788] buyurarak, hataya müsâmaha etmemenin, onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye daha uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir

Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!) işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta, en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara muhâtap kılınmaktadırlar İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir Çünkü Allah kelâmıdır O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır Onun dışında her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün değildir Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu anlayışları düzeltmemesi, kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek hatalardan biridir

Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye kalkmamalıdır Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır “Her günahın içki gibi sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin olmadığını!” [789]

e) Nazarlık Takmak Doğru mu?

“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Nazar/göz değmesi gerçektir (vâkidir)[790]

Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz İbrâhim’in bir duâsı olarak ümmetine ta’lim etmiştir[color="Red"] Hz Âişe vâlidemiz de Hz Peygamber’in göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir[792]

Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin Hz Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı örnekleriyle sâbittir Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır Yine Kalem: 68/51 ve 52 âyetlerinin okunması tavsiye edilir Elmalılı’nın belirttiği gibi[793] bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi için "Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh" demelidir Bu, Peygamber Efendimiz'in okuduğu bir duâdır

Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde yasaklamıştır Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir[color="Red"] Yine Rasûlullah (sas)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

"Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapmak şirktir"[795]

Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu Rabbına sığınmaktır Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir Mânevî hastalıkların tedbiri de mânevîdir Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir

“Allah’ım, her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım”[color="Red"]

f) Kurşun Dökmek:

Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır Bazı yörelerde de "tuz çatılmak", "un yakılmak", "üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek" çare olarak görülmektedir En yaygın olan uygulama, kurşun veya mum dökme âdetidir Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur Başı bir örtü ile kapanır Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber: "Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın" diye bedduâ ederler Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu yakılır Dumanı ile hasta tütsülenir Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: "Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz" Şu tekerleme de söylenilmektedir: "Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar eden patlasın!"

Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır [797]

g) Muska ve Muskacılık

Muska ve Tılsımların Menşei:

Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan "fetiş"tir Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb olabilir

Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor" inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır İslâm'ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur'an'ın "onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır" ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür "uğur taşları" vb yaygınlaşmakta, İslâm'dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!

Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır'da bulunduğu belirtilir Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı Buna dair eski Ahid'de (Tevrat'ta) rivâyetler vardır[798] Hırisitiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır Milâdî 366 yılında toplanan "Laodice" dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir Fakat hıristiyanlar bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir 8 Yüzyılda Papa II Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar Muskaların yerine "haç" hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, "Agnus Dei" (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar[color="Red"]

İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar", çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs eşya bulunmuştur Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F W K Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir[color="Red"]

Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur'ân-ı Kerim'den âyetler, Esmâü'l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar Bu tılsımlarda Esmâü'l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir Bu hurâfeler, mü'minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz

Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır Efsun ve tılsım kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü esrârengiz kudrete sahiptir Harfler; "ebced, hevvez"deki sıraya göre adet ifade ederler Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştir ki, "ebced, hevvez" aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden (mühmelât) ibârettir Herşeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu "ebced"deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte zorlanmamışlardır Aslında bu "ebced" Aramî alfabesindeki harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir Bu alfabe sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu "a, b, c" sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı "abced hevvez" altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu "ebced"deki sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup ilâve etmişlerdir Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz harflerin büyük bir kısmı, Esmâü'l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu harflerin "ebced" hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir Bazı tılsımlarda ise bu "ebced" hesabı tutmuyor

Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin (hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz zaman, "aman çarpılırsın!" diyerek size muskalarını vermek veya açtırmak istemezler Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız Bunların hiçbirisinin İslâm'la ilişkisi yoktur Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir Bu felsefeye göre yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mâhiyetleri vardır Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür Bu kabbalah mârifetleri nesilden nesle gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi 13 yy dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı İspanya yahûdilerinden de müslümanlara geçti [color="Red"]


[776] Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
[777] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l Beyân Tefsiri, III/23
[778] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[779] c 3, s 265-266
[780] c 7, s 131
[781] Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis
[782] Lem’alar, s 86
[783] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[784] İsrâ: 17/79; Müzzemmil: 73/2
[785] Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
[786] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[787] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
[788] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526
[789] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[790]Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70
[791] Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36) "Nazardan Allah'a sığının; çünkü nazar haktır" (İbn Mâce, hadis no: 3508
[792] Buhârî, Tıb 35
[793] Hak Dini Kur’an Dili, c 9, s 6394-6399
[794] Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
[795] Fethu'l-Kebir, c 1, s 304
[796] İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y s 11 vd Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[797] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri
[798] Meselâ, bkz Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s 35
[799] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s 44
[800] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s 46-47
[801] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri

iqra islam ansiklopedisi

Alıntı Yaparak Cevapla