Yalnız Mesajı Göster

Hud Kelimesindeki Hikmet-İ Ahadiyye

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hud Kelimesindeki Hikmet-İ Ahadiyye




Darlıktan dolayıdır ki, (Hak Teala) Nefes verdi ve bu Nefes’i de Rahman’a nisbet etti Çünkü alem suretlerinin varedilmesini isteyen ilahi nisbetlere (yani, ilahi isimlere) Rahman İsmiyle rahmet etti Ve bu alem suretlerine biz “Hakk’ın zahiri” diyoruz, çünkü Zahir olan O’dur Ve Hak, alem suretlerinin batınıdır, çünkü Batın olan O’dur Ve Hak, Evvel’dir; çünkü alem suretleri yokken O vardı Ve Hak, Ahir’dir; çünkü alem suretlerinin zuhurunda O, bu suretlerin ta kendisi oldu [color="LightBlue"] Böylece Ahir, Zahir’in ta kendisiyken; Batın da Evvel’in ta kendisidir Böylece Hak, her şeyi bilir; çünkü O, hiç kuşkusuz Kendi Nefsini bilir
Ve Hak, suretleri Nefes’te varettiğinde, “İsimler” olarak adlandırılan nisbetlerin hükümranlığı zahir oldu; alem için (böylece, ilah/me’luh, rab/merbub, halik/mahluk arasında nisbet zahir olmakla) ilahi nisbetlerin varlığı gerçeklenmiş oldu Dolayısıyla, (alem suretlerinin varlığı ve sıfatları, Hakk’ın varlığı ve sıfatları olduğundan) alem suretleri Allahu Teala’ya bağıntılandılar [color="LightBlue"] Allahu Teala (bir kudsi hadiste) şöyle der: “Bugün (yani, kıyamet günü) sizin nisbetlerinizi kaldırıp Kendi nisbetlerimi koyarım” — yani, sizin kendinize olan bağıntılanışınızı [color="LightBlue"] sizden alırım ve sizi, Bana olan bağıntılanışınıza [color="LightBlue"] geri döndürürüm
Hak, takva sahiplerinin zahiri olunca, yani onların zahir olan suretlerinin ta kendisi [color="LightBlue"] olunca, (kemalatı ve övülesi şeyleri Hakk’a izafe ederek) Hakk’ı (kendi nefslerine) korunak [color="LightBlue"] kılan bu (kendileri için mekânın sözkonusu olabileceği bir zahir varlıkları kalmamış olan) takva ehli nerededir? Ve o takva sahipleri, bütün ehlullah indinde, insanların en yücesi, (zatî vahdaniyet ile nitelenmelerinden dolayı varlık ve yakınlığa) en layık olanı ve (bütün uzuv ve yetileri Hakk’ın olduğu için) en güçlüsüdür Takva sahibi olan kişi, zaman olur ki, kendi nefsinin suretini Hakk’a korunak [vikaye] kılar (yani O’nu, kendindeki yerilesi şeyleri O’na isnad edilmeklikten korur) Çünkü, Hakk’ın huviyeti, kulun yetileridir Böyle olunca, “kul” olarak adlandırılanı, “Hak” olarak adlandırılana korunak kılar — bilenlerle bilmeyenler ayrılsın diye “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak işin özünü bilenler düşünürler” [Zümer Suresi, 39/9] Ve bu kimseler, şeylerin özünü görürler ki, öz [lübb], şeylerin istenir olan yanıdır Bu konuda, şeylerin zahirine takılıp kalan kimseler, şeylerin özünü bilme yolunda çabalayanları geçemezler; tıpkı ücret karşılığı çalışanın, karşılığında ücret beklemeksizin çalışanı geçememesi gibi
Ve Hak, kul için bir yönden korunak olduğuna, ve kul da Hak için bir yönden korunak olduğuna göre, varoluş [color="LightBlue"] hakkında dilediğini söyleyebilirsin İstersen, varoluş (eksikli sıfatların mahalli olması itibarıyla) halk’tır diyebilirsin Ya da, dilersen, varoluş (Hakk’ın kemal sıfatlarının zuhur mahalli olması itibarıyla) Hak’tır diyebilirsin Ve eğer, dilersen, varoluş (zahir ve batını, eksikli ve kâmil sıfatları cami olmasından dolayı) Hak olan halk’tır dersin Ya da, dilersen, bir yönüyle (yani, zahir yönüyle) halk ve bir yönüyle (yani, batın yönüyle) de Hak’tır dersin Ve eğer, dilersen, varoluş hakkında (ne “Hak’tır” ne de “halk’tır” diyemeyip) hayretini dile getirirsin
İmdi, mertebelerin belirmesiyle, (herbir mertebeye özgü olarak) talep olunanlar [color="LightBlue"] zahir oldu Ve eğer sınırlama olmasaydı, Resuller, Hakk’ın suretlerde değiştiğini [tahavvül] haber vermezler ve O’nu bütün suretlerden arı olmaklıkla nitelemezlerdi
Göz O’ndan başkasını görmez
Ve hüküm ancak O’nun üzerinedir
Böylece, biz O’nun içiniz
Ve O’nun iki elinde O’nunlayız
Ve bulunduğumuz her halde O’nun indindeyiz
Bu sınırlandırmadan dolayıdır ki, O inkar edilir ve bilinir; tenzih edilir ve (teşbih yoluyla) nitelenir Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve Hakk’ın gözüyle gören kimse, ariftir Ve Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve fakat nefsinin gözüyle gören, arif değildir Ve Hakk’ı, Hak’tan ve Hak’ta görmeyip de, nefsinin gözüyle ahirette görme beklentisinde olan cahildir Sonuçta herbir kimse için Rabb’ine ilişkin olarak O’na dönebileceği ve O’nu talep edebileceği bir itikat gereklidir Hak, bir kimseye, itikatındaki surete bürünmüş olarak tecelli ettiğinde, bu kimse O’nun Hak olduğunu bilir ve O’nu doğrular — ve ne zaman ki, bir kimseye itikat ettiği suretin dışında tecelli edecek olsa, O’nu inkar edip O’ndan sakınır Ve kendince Hakk’a karşı edeb gösterdiğini vehmederken, işin aslında, Hakk’a karşı gereken edebi göstermemiş olur
Dolayısıyla, itikat sahibi bir kimse, ancak nefsinde varettiği İlah’a itikat eder Böyle olunca, itikat edilen ilah, yaratılmış olan ilahtır İtikat sahipleri ancak nefslerini ve nefslerinde yarattıkları şeyi görürler İmdi, insanların Allah’ın ilmindeki mertebelerini düşün! İnsanların Allah’ın ilmindeki mertebeleri, kıyamet günü, Hakk’ı gördüklerinde bulunacakları mertebenin ta kendisidir Ve ben sana, mertebelerin birbirinden farklı olmasını gerektiren sebebi açıkladım İmdi, sen özgül bir itikatla sınırlanmaktan ve bundan başkasını da inkar etmekten sakın Yoksa büyük bir hayırdan ve işin hakikatini bilmekten yoksun kalırsın
Öyleyse, sen bütün itikat suretlerinin hepsinin heyulası ol! Çünkü Allahu Teala, bir itikada uygun düşüp de, diğer bir itikada uygun düşmemekle sınırlanamayacak ölçüde yücedir Çünkü Allahu Teala, “Nereye dönerseniz dönün, orada Allah’ın yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] buyurarak, belli bir yönden söz etmeksizin, Allah’ın yüzünün her yerde olduğunu söyledi Ve bir şeyin yüzü, o şeyin hakikatidir İmdi, Allahu Teala bu sözle, ariflerin kalplerine, dünya hayatındaki geçici şeyler bunun hatırlanmasından kendilerini alıkoymasın diye tenbihte bulundu Çünkü kul hangi nefeste öleceğini bilmez — kimi zaman gaflet içerisindeyken ölür Ve böylesi bir kimse, huzurda olduğunun bilincinde olanla bir değildir
Kâmil kul, bunun böyle olduğunu (yani, her yerde Allah’ın yüzü olduğunu) bilmekle birlikte, zahirî ve sınırlı suretiyle namaz kılarken, Mescid-i Haram’a yönelmeyi gerekli görür; ve namaz sırasında Allahu Teala’nın, yöneldiği doğrultuda [kıble] olduğuna itikat eder Ve Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultu, “Nereye dönerseniz dönün, orada Allah’ın yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] ayetinde de belirtildiği gibi, Hakk’ın yüzünün bulunduğu mertebelerden bir mertebedir Ama, “O’nun yüzü sadece bu doğrultudadır” deme ve namaz sırasında, bir yandan Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultuya yönelerek edebini korurken, öbür yandan da, Hakk’ın yüzünün belirli bir doğrultuya özgülenemeyeceği ve Mescid-i Haram’ın, Hakk’a yönelinecek doğrultulardan biri olduğu konusunda edebini koru
İmdi, hiç kuşkusuz, Allahu Teala, yönelinen her doğrultuda olduğunu açıklığa kavuşturdu Dolayısıyla yönelinen her doğrultu, ancak O’na ilişkin bir itikattır Ve herkes, yöneldikleri doğrultuya yönelmiş olmakla isabet etmiştir; her isabetli olan ödüllendirilecektir; her ödüllendirilecek olan said’dir; her said razı olunmuştur Her ne kadar bunlardan kimisi ahiret yurdunda bir süre için şaki olsa da, bu böyledir Nasıl ki, said olanlar da, ehlullah arasında said olduklarını bildiğimiz halde, bu dünyada hastalanıyor ve acı çekiyorlarsa; Allah’ın kimi kulları da vardır ki, onlar, ahiret hayatındayken cehennem denilen yerde bu acıları çekerler Bununla birlikte, işin hakikatini keşfetmiş olan ilim sahibi bir kimse, cehennem yurdunda bulunanların, kendilerine özgü bir nimetleri olmayacağını kestirip atmaz Bu nimet, çektikleri acının ortadan kalkmasıyla azabın onlardan uzaklaşmasıdır — böylece, çektikleri acıdan kurtulmaları, onların nimeti olur Ya da cennet ehline, cennete özgü bir nimet verilmesi gibi, cehennem ehline de cehenneme özgü bir nimet verilir

Ahmet Baydar


Alıntı Yaparak Cevapla