Prof. Dr. Sinsi
|
İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye
Unsurlar, Tabiat’ın suretlerinden bir surettir Ve unsurların üstünde olan ve bu unsurlardan doğanlar da yine Tabiat suretlerindendir Ve bunlar, yedi göğün üstünde olan yüce ruhlardır [ervah-ı ulviyye] Göklerin (gözle görünmeyen) ruhları ve (gözle görülen) aynları ise, unsurlardır Çünkü bu ruhlar ve aynlar, unsurların dumanındandır ve ondan doğmuşlardır Dolayısıyla, bu göklerden yaratılmış [mütekevvin] olan melekler de unsursaldır [color="LightBlue"] Ve unsurların ötesinde olanlar ise tabiatsaldır [tabîiyyun] Ve bundandır ki Allahu Teala, yüce melekleri birbiriyle uyuşmaz olmaklıkla nitelendirdi, çünkü onlar karşıtlıkları barındıran Tabiat’tandırlar Ve İlahi İsimler’deki bu karşıtlaşmalar, Rahman’ın Nefesi’nin verdiği nisbetlerdir Bu hükmün dışında olan (vahidiyet’teki) Zat’ın bu konuda (alemin aslı olan Rahmanî Nefes’ten gani olmaklığıyla) nasıl alemlerden gani olduğunu görmez misin? Aleme gelince, kendisini varedenin suretinde ortaya çıktı — alem Rahmanî Nefes’ten başka bir şey değildir
İlahi Nefes, kendisinde sıcaklık olduğunca yücedir ve soğukluk ve nem olduğunca da aşağıdır [süflî] Ve kendisinde kuruluk olduğunda sabit hale gelir ve yerinden oynamaz — çünkü çökelme, soğuk ve nemli olana özgüdür Görmez misin ki, doktor, hasta bir kimseye ilaç içirmek istediğinde, öncelikle idrar kabına bakar Tortulanma olduğunu gördüğünde, olgunlaşmanın tamamlanmış olduğunu görür ve olgunlaşmayı çabuklaştıracak bir ilaç verir Ve tortulanma, tabiatındaki nem ve soğukluktan dolayıdır
Sonra, Allah bu insanın balçığını İki Eli ile yoğurdu ve bu İki El, birbiriyle karşıtlık içerisindedir Eğer bu İki El’in her ikisinin de Sağ El olduğunu söyleyecek olursan (bu elbetteki doğrudur ama) ikisi arasında ayrım olduğu (da) açıktır — hiç değilse iki el olmalarından dolayı bu böyledir Tabiat’a, ancak kendisine uygun düşen –yani, onun gibi karşıtlıkları barındıran– etkide bulunur Bundandır ki, “İki El” dedi Ve Allah onu İki Eli’yle varettiğinde, Kendine izafe ettiği İki Eliyle, Kendine yaraşır bir yön ile (yani karşıt İsimler ile) dokunuşundan [mübaşeret] dolayı, ona “beşer” adını verdi Ve İki Eliyle yaratması, insan türüne yönelik lütfundan dolayıdır Böyle olunca, ona secde etmekten geri durana, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd Suresi, 38/75] dedi “Yüce olanlar” [âlîn] ile, tabii olmasına rağmen, nuranî oluşumu içerisinde unsursal olmaklıktan yüce olanı kasteder İnsan, kendinden başka diğer bütün unsurlardan oluşmuş olanlardan, ancak beşer olmaklığıyla üstün oldu — çünkü o, unsurlardan bu (İki El ile) dokunuş olmaksızın yaratılmış olan türlerden üstündür Böylelikle insan, arz ve semavat meleklerinden üstündür ve yüce olan melekler [mele-i ala] ise, ilahi hüküm ile, bu insan türünden daha hayırlıdır
İlahi Nefes’i bilmeyi dileyen kişi, alemi bilsin, çünkü nefsini bilen, gerçekte, kendisinde zahir olan Rabbini bilir Nitekim, alem Rahman’ın Nefesi’nde zahir oldu ve bu Nefes’le Allahu Teala, İlahi İsimlerin etkilerini zahir kılmakla, etkileri zahir olmamış bu İlahi İsimleri verdiği Nefes’le serbest bıraktı Böyle olunca, O, Nefesiyle varettiği şeyle (yani, alemin varedilmesiyle) Kendi nefsine bağışta bulundu Gerçekte, Nefes’in ilk etkisi yalnızca İlahi Hazret’te (yani, İlahi İsimler Hazreti’nde) oldu ve daha sonra, varolan son şeye varıncaya dek (Nefes’in verilmesinden doğru) genişlenme yoluyla aşağı doğru inmeyi [nüzul] kesintisiz bir şekilde sürdürdü
Nefesin ayn’ında olan ne varsa,
gece karanlığından sonraki aydınlık gibidir
(Aklî) delile dayanan ilim (keşf gündüzünü boşa geçirip)
Gün sonunda uykuya dalan kimseye özgüdür
Bu kimse, Rahmanî Nefes’e ilişkin söylediklerimizi
Rahmanî Nefes’e delalet eden bir rüya sanır
Ve bu söylediklerimiz, Abese Suresi’nin okunuşunda
Onu bütün sıkıntılardan kurtarır
Ve O, ateşin peşinde olana (yani, Musa’ya) tecelli etti
Ve o, O’nu ateş olarak gördü, ama O
Sultanlar için ve gece karanlığında gezinenler için Nur’du
Söylediklerimi anladıysan eğer,
Bil o halde fakir olduğunu
Eğer ateşten başka bir şey istiyor olsaydı
O’nu, istediği bu şeyde görürdü ve yüz çevirmezdi
Ve, Hak Teala, “ ta ki bilelim ” [Muhammed Suresi, 47/31] makamındayken İsa Kelimesi’ne, ona nisbet ettikleri şeyin (yani, uluhiyetin) doğru olup olmadığını –bunları çok iyi biliyor olduğu halde– sordu ve ona şöyle dedi: “Sen insanlara, ‘beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak kabul edin’ mi dedin?” [Mâide Suresi, 5/116] Ve edeb gereği, soru sorulan kişinin sorulan soruya cevap vermesi gerekir Ve Hak Teala (ona “sen” biçiminde seslenmiş olmakla) bu makamda (yani, “sen” ve “ben” biçimindeki ayrımlama makamında) ve bu surette (yani, ona yönelik bu soru suretinde) kendisine tecelli ettiği için; hikmet, ayrımsızlamanın ta kendisinde [ayn-ı cem](“sen” ve “ben” biçimindeki bir) ayrımlama ile cevabı gerekli kıldı Ve tenzihle başlayarak, “Seni tenzih ederim ” [sübhaneke] dedi ve bu sözüne (ikinci tekil kişiye işaret eden) “kaf” harfi ile sınırlama getirdi — ve bu, yüz yüze olmayı ve seslenişi gerektirir “ Bana yakışmaz ” –benliğimin Sen’den ayrı olmasından dolayı– “ hakkım olmayan şeyi söylemek ” –yani, ne huviyetimin ne de zatımın gerektiriyor olmadığı şeyi söylemek– “ Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin ” — çünkü söyleyen Sen’sin ve bir şey söyleyen kimse, hiç kuşkusuz, ne demiş olduğunu bilir ve Sen benim konuştuğum dilsin Nitekim, Resulallah (sav) bize Rabbinden aldığı şu ilahi haberi bildirdi: “Ben onun konuştuğu dili olurum ” Böylece Kendi huviyetini, konuşanın dilinin ta kendisi kıldı ve sözü de kuluna nisbet etti Sonra salih kulu (yani, İsa), verdiği cevabı şu sözleriyle tamamladı: “ Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ve ben onda ne olduğunu bilmem ” Ve (bu sözle İsa’nın dilinden konuşan) Hak, İsa’nın huviyetinden ilmi değilledi [color="LightBlue"] — onun söz söyleyen [color="LightBlue"] ve etki sahibi olması dolayısıyla değil, (onun huviyetinin) Kendi huviyeti olması dolayısıyla değilledi “ Gerçekte gaybı bilen Sen’sin, Sen! ” [Mâide Suresi, 5/116] Böylece gaybı ancak O’nun bildiğini belirttiğinde, sözünü desteklemek ve teyit etmek için “sen” zamirini iki kez yineledi
Böylelikle (verdiği cevapta) hem (“Seni tenzih ederim” diyerek) ayrımladı [color="LightBlue"] hem de (“ Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin ” diyerek) ayrımsızladı [color="LightBlue"]; hem birledi [color="LightBlue"] hem çoğulladı [color="LightBlue"]; hem (cem ve fark mertebelerindeki ilimlerin bütününü Hakk’a özgüleyerek) genişletti hem de (kayıtlı ilimleri gerek kendi nefsinden, gerekse başkalarından değilleyerek) daralttı Sonra, verdiği cevabı bitirmek üzere şöyle dedi: “ Ben söylemiş değilim onlara, bana söylememi emretmiş olduğundan başka bir şeyi ” [Mâide Suresi, 5/117] — böylece, öncelikle (varlığı, Hakk’ın varlığında yokolmuş olduğundan) o varlıkta olmadığına işaret eder bir şekilde (bu sözü söyleyenin kendisi olmaklığını) değilledi; ve sonra, soruyu sorana edeple cevap verme gerekliliğini ortaya koydu Eğer bu şekilde cevap vermeyecek olsaydı, hakikatlerin bilgisinden yoksun olmaklıkla nitelenirdi — ama o, böylesi bir yoksunluktan uzaktır Böylelikle, şöyle dedi: Bana emretmiş olduğundan başka bir şeyi söylemedim ve (ayn-ı cem ve kurb-u feraiz makamında) benim dilimden konuşan ancak Sen’sin ve (ayn-ı fark ve kurb-u nevafil makamında) Sen benim dilimsin… Bu ilahi-ruhani tenbihin nasıl latif ve incelikli olduğuna bak!
(Sonra onlara şöyle dediğini söyledi “ Allah’a kulluk edin! ” Burada, kulluk edenlerin kulluk edişlerindeki çeşitlilikten ve şeriatların çeşitliliğinden dolayı, “Allah” adını kullanarak, O’nu başka bir özgül İsime [ism-i has] özgü kılmadı ve bütün İsimler’i kendinde toplayan İsmi kullandı Sonra, “ benim Rabbim ve sizin Rabbiniz ” [Mâide Suresi, 5/117] dedi; çünkü, O’nun Rab-olmaklığıyla [color="LightBlue"] varolan bir şeye nisbeti, varolan başka bir şeye nisbetinden farklıdır Bu nedenle, “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” biçiminde bir ayrım yaparak, bu farklılığa işaret etti
|