Yalnız Mesajı Göster

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




Böylece bu artık-harf kaldırıldığında Firavun’un sözü şöyle bir açılım kazanır: “Seni örterim [cenn”] Çünkü sen, benim bu şekilde bir söz söylememi haklı çıkaran bir cevap verdin Eğer bana, ‘Vaadettiğin şeyle (yani, beni hapsedilmişlerden kılacağını söylemekle) cehaletini açığa vurdun; ayn bir olduğu halde (ikimiz arasında) nasıl ayrım gözetebilirsin?’ diye soracak olursan, sana şöyle derim: Ben sadece ayn’ın mertebeleri arasında bir ayrım gözetiyorum Ayn ayrımlaşmadı ve kendinde bölümlenmedi Ve ey Musa, şu anda benim rütbem bilfiil sana tahakküm etmektedir Ve ben ayn itibarıyla senim, ama rütbe itibarıyla senden başkayım
Musa, Firavun’un söylediklerinden bunları demeye getirdiğini anlayınca, “Sen buna güç yetiremezsin” diyerek ona hakkını verdi Ve Musa’nın üzerinde güç sahibi olması ve gücünün etkisini Musa’da zahir kılması, Firavun için kendi rütbesinin göstergesiydi Çünkü Hak, zahirde Firavun’un rütbesindeydi Ve bundan dolayı da Firavun, bulunulan mecliste, Musa’nın zuhur ettiği rütbe üzerine tahakküm etme gücüne sahipti Ve Musa, Firavun’un kendisine yönelik saldırısına engel olan şeyi (asasını) göstererek, ona, “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” [Şuara Suresi, 26/30] dedi Firavun ise buna karşılık olarak ancak, “Eğer sözünün eri isen onu getir” [Şuara Suresi, 26/31] diyebildi; çünkü kavminden aklı kıt kimselerin karşısında insafsız görünmemek istiyordu Eğer böyle yapmayacak olursa, kavmi kendisinden (kendisinin ilah olduğundan) kuşkuya düşecekti Ki onlar Firavun’un aşağıladığı [ihanet] bir topluluktu Ona itaat ediyorlardı ve hiç kuşkusuz dalalet içerisindeydiler, yani, Firavun’un zahir diliyle (“Ben sizin yüce rabbinizim” diyerek) iddia ettiği rablığını, doğru akıl yürütmenin [akl-ı sahih] vardığı sonuçla inkar edebilecekleri bir akıldan yoksundular Çünkü, akıl için sınır vardır Keşf ve kesinlik [yakin] ehlinden olanlar bu sınırı aştıkları zaman, akıl ehli olanlar bu sınırda dururlar (ve daha ileriye gitmezler) Ve Musa, bundan dolayıdır ki, (Firavun’un sorusuna karşılık olarak) hem kesinlik sahiplerinin [mukın] hem de ancak akıl sahibi olanların kabul edebileceği cevabı verdi
Ve Musa, asasını yere attı Ve, Musa’nın davetine uymaktan sakınmasında, Firavun’u Musa’ya karşı asi kılan şeyin (yani, kendi nefs-i emmaresinin)(yani, büyücülerin asalarını) yuttu Ve böylelikle Musa’nın delili [hüccet] Firavun’un asalar, yılanlar ve ipler suretindeki delilleri üzerinde zahir oldu Büyücülerin ipleri olmasına karşılık, Musa’nın ipi yoktu ve ip “tepecik” demektir Yani onların gücü Musa’nınkine nisbetle yüce dağlar karşısındaki tepecikler gibidir
Büyücüler bunu görünce, Musa’nın sahip olduğu ilim mertebesini anladılar ve bunun, gerçekte hayal ve zan barındırmayan hakiki ilimle ayrıcalıklanmış bir beşerin sahip olabileceği bir kudretle olabileceğini gördüler ve böylece, “Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine” [Şuara Suresi, 25/47-48] yani Musa ve Harun’un davet ettikleri Rabb’e iman ettiler — ve bunu orada bulunanlara tam da bu şekilde ifade ettiler, çünkü biliyorlardı ki, Firavun kavmi, Musa’nın davetinin Firavun’a olmadığını bilmektedir
Ve Firavun, kılıç zoruyla halife olup, örf-i şer’ide zor kullanan biri de olsa, tahakküm konumunda zamanın sahibi olduğundan, “Ben sizin yüce rabbinizim” [Naziat Suresi, 79/24] dedi — yani, “her ne kadar belli bir bakımdan herkes birer rabb ise de, benim sizin üzerinizde tahakkümümün zahir olmasıyla bana verilen şeyden dolayı bütün bu rabblerin en yücesi benim” dedi Ve büyücüler Firavun’un kendilerine söylediği bu sözün doğru olduğunu bildiklerinden, onu inkar etmediler Ve onun bu sözünü doğrulayarak şöyle dediler: “Sen ancak bu dünya hayatında hükmedebilirsin O halde, ne hüküm vereceksen ver; devlet senindir” [Naziat Suresi, 79/24] Ve böylece Firavun’un, “Ben sizin yüce rabbinizim” sözü doğrulanmış [sahih] oldu Ve her ne kadar, Hakk’ın ayn’ı ise de, suret Firavun içindir Ve Firavun’un batıl suretinde Hakk’ın ayn’ı, büyücüleri, ancak böylesi bir sebeple erişebilecekleri mertebeye ulaşmaları için, ellerini ve ayaklarını keserek astı Çünkü, sebeplerin ortadan kalkmasının hiçbir şekilde yolu yoktur ve bu, sebepleri gerekli kılanın değişmez aynlar olmasından dolayı böyledir — ve bu değişmez aynlar varlıkta ancak suretler yoluyla, yani şeylerin kendi değişmezlikleri içerisinde kendilerinde bulundurdukları ne ise ona göre biçimlenen suretler yoluyla zahir olurlar Bundandır ki, “Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur” [Yunus Suresi, 10/65] Ve Allah’ın kelimeleri, mevcud aynlardan [ayan-ı mevcudat] başka bir şey değildir Böylece, değişmezliklerinden dolayı Allah’ın kelimelerine önceden olmaklık [kıdem] nisbet olunurken; varlıkları ve zuhurları dolayısıyla da onlara sonradan olmaklık [hudüs] nisbet olunur Bu tıpkı bir kimsenin, “Bugün bize bir adam veya bir misafir çıkageldi” dediğinde, bu adam bugün çıkageldi [hadis] diye, bu adamın çıkagelmesinden önce bir varlığı olmamasının gerekmemesi gibidir Aynı şekilde Allahu Teala, yüce kelamında –ki bu kadîm bir kelamdır– şöyle buyurdu: “Onlara Rabblerinden yeni bir kelam gelse [kelam-ı muhdes] dinleyip, hemen alaya alırlar” [Enbiya Suresi, 21/2] Ve yine şöyle buyurdu: “Onlara Rahman’dan yeni bir kelam gelse, ondan yüz çevirirler” [Şuara Suresi, 26/5] Ve rahmet, ancak rahmetle gelir ve rahmetten yüz çeviren azaba yönelir ve azap da rahmetin yokluğundan başka bir şey değildir
Ve Allah’ın, “Yunus kavmi müstesna, azabımızı gördüklerinde iman etmeleri kendilerine bir fayda vermez; Allah’ın kulları hakkında süregelen adeti budur” [Yunus Suresi, 10/98] sözüne gelince: bu söz, azabı görenlerin imanının kendilerine ahirette fayda vermeyeceğine işaret etmez Yüce Allah’ın bundan murad ettiği şey, onlardan azabın bu dünyadayken kaldırılmayacağıdır Böylelikle, Firavun iman ettiği halde azaba uğradı Eğer, eceli geldiğinde ölümünün kesin olduğunu bilen bir kimsenin içinde bulunduğu durumda olsaydı, bu böyle olurdu Ama, hal karinesi, Firavun’un öleceğinin kesin olduğunu bilmediğine işaret eder Çünkü, müminlerin, Musa’nın asası ile denize vurmasıyla, denizde açılan kuru yol üzerinde yürüdüklerini gördü Ve Firavun iman ettiği sırada, helak olacağının kesin olduğunu bilmiyordu — tıpkı, ölüm anında bulunanların tersine, ölümün kendisine dokunmayacağını uman kimseler gibi Dolayısıyla Firavun, ölümün değil, kurtuluşun kesin olduğunu düşünerek, İsrailoğulları’nın inandığına inandı İmdi, kesinlik sahibi olduğu şey (yani, kurtuluş) gerçekleşti — ama dilemiş olduğundan farklı bir şekilde Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardı ve bedenini korudu — ve O, buna ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: “Ardından gelenlere bir delil olsun diye bugün seni bedeninle kurtaracağız” [Yunus Suresi, 10/92] Çünkü, eğer Firavun, suretiyle görünmez olsaydı, kavmi “O gizlendi” diyebilirdi Ama, bilinen suretiyle ortaya çıkınca, ölmüş olduğu bilindi Böylece kurtuluşu, hem (ruhunun beden karanlığından kurtulmasıyla) duyumsal olarak hem de (ruhunun ahiret azabından kurtulmasıyla) manen genel oldu Kendileri için ahiret azabı sözü [kelime] zorunlu [vacib] olanlar, kendilerine bütün ilahi ayetler verilse bile, bu azabı görmedikçe iman etmeyenlerdir Öyleyse, Firavun bu sınıftan değildir Ve bunun böyle olduğu vahyedilen Kitap’ta apaçık olarak belirtilmiştir Böylece, biz deriz ki, onun (imanı) hakkındaki iş Allah’a aittir Çünkü halkın geneli onun isyankarlığı [şekavet] konusunda hemfikirdir — halbuki, bu konuda dayanabilecekleri hiçbir delilleri [nass] yoktur Firavun’un halkına gelince, onlar hakkındaki hüküm başkadır — ama bundan söz etmenin yeri burası değildir
Ayrıca şunu bil ki, Allahu Teala ölmek üzere olan bir kimsenin canını ancak, kendisine (o anda) gelen ilahi haberi doğrulayan bir mümin olarak alır Bundandır ki, ani ölüm ve habersizken öldürülmek kötü bir şey kabul edilmiştir Ani ölüm, nefesin verilmesi ve alınamaması demektir — işte ani ölüm budur ve bu, ölmek üzere olan bir kimsenin durumundan farklıdır Habersizken öldürülmek de tıpkı ani ölüm gibidir — farkında olmaksızın arkasından boynu vurulur Ve bu şekilde öldürülen bir kimse (öldürüldüğü anda) içinde bulunduğu hal neyse o şekilde, kafir veya mümin olarak ölür Bundandır ki, Resulallah (sav), “İnsan bulunduğu hal ne ise o şekilde öldüğü gibi, hangi halde öldüyse o şekilde haşrolunur” buyurmuştur Ölmek üzere olan kimseye gelince: Bu halde olup da şuhud sahibi olmayan kimse yoktur ve (o anda) gördüğü neyse ona iman eder ve ancak bu hal üzere (yani, gördüğü şeye iman etmiş olarak) ölür Çünkü (yukarıdaki Hadis’in Arapçasında geçen) “kane” (yani, “oldu”) varlıksal bir kelimedir [harf-i vücudî] ve zaman ile ilişkilenmesi ancak hal karinesi yoluyla olur O halde, ölmek üzere olduğunu bilerek ölen kafirle, yukarıda açıkladığımız şekilde ansızın ölen veya habersizken öldürülen kafir arasında ayrım gözetilir
Ve Allah’ın ateş suretinde tecelli edip Musa’yla (ateş suretinde)(Hakk’a) yakındır Ve her kim O’na yakınsa, o kimseye kendisi farkında olmaksızın, aradığı şeyin suretinde tecelli eder
Musa O’nu ateş olarak gördü — bu aradığı şeydi
Ama o İlah’tı, Musa bunu bilmedi

Ahmet Baydar

Alıntı Yaparak Cevapla