Prof. Dr. Sinsi
|
Kaza Ve Kader-1
KAZA ve KADER-1
TAKDİM
Ötedenberi “kader meselesi” ayakların kaydığı bir zemin telakkî edildiği için İslâm büyükleri, âyet ve hadîslerle icmâlen en temel ölçüyü tesbit etmişler fakat halkın, anlayamayacakları ayrıntılarda tereddüde düşüp boğulmalarını önlemek gayesiyle de derin ve teferruatlı yönleri ulu orta mevzuubahis etmemişlerdir Böyle yapmakla da bilhassa avam halkı bilmedikleri vâdilerde kaybolma tehlikesinden korumuşlardır
Fakat zamanla dünya çapında gelişen materyalist anlayış, bazı rejimlerin esası haline gelip, bütün dünyadaki eğitim sistemlerinin de temelini oluşturunca, tehlike çanları bizde de çalmaya başlamıştı Çünkü, ürettiği şüphe ve tereddütlerle tenkid gücünü geliştiren materyalizm, artık İslâm ülkelerindeki eğitim yuvalarında da bir moda gibi yayılma istidadı göstermişti Müslümanların, ele alırken hassasiyet gösterdikleri kader meselesinin, bilhassa üzerinde duran materyalistler, bu noktayı hücum edecek yumuşak bir karın saymışlar ve var güçleriyle yüklenmişlerdir
Dînî eğitimden tecrid edilen yeni nesiller teksif edilen bu hücumlar karşısında zayıf ve korumasız kaldıkları için, -tabir mazur görülsün- sersemleştiler Pek çokları, inkâr girdabına kapılmaktan kurtulamadılar Bu konuda cephemiz de hazırlıksızlığın şokunu yaşıyordu Asırlar önce yapılmış olan yığınaklar ise bugünün hücum silahlarına göre değildi Çünkü karşımızdaki cephe, evvelâ bir şahs-ı manevî halinde beynelmilel çalışıyordu İkinci olarak sadece yıkmayı hedefliyordu Halbuki tamir zordu Üçüncü olarak sarî bir hastalık gibi üniversite ve liselerde inkâr modası başını almış gidiyordu Güç dengesi olarak da onlar ağır basıyordu  Kahvelere kadar yayılan bu korkunç gelişme, vicdan ehli herkesi dehşete düşürüyordu
İşte böyle bir zamanda M Fethullah Gülen Hocaefendi, cami kürsülerinden kahvelere, bilhassa üniversite muhitlerine kadar geniş bir alanda sohbetlerini, soru-cevap şeklinde sürdürmeye başladı Bu hizmetlerin pek çoğuna bizim kuşak bizzat şahitti Her yerde her seviye insan, kafasına takılan veya birileri tarafından üflenen soruları çekinmeden kendisine soruyor ve cevabını alıyordu Bilhassa kader üzerine en muğlak ve mudill sorulara verilen açık ve parlak cevaplar, kalp ve kafaları her türlü fikrî teşviş ve teşevvüşten halas ediyordu Biz geliş ve gidişlerdeki farklılığı yani karşılaşma öncesi kayıtsızlık hatta zaman zaman şımarıklığın, neticede saygı ve hayranlığa döndüğünü bizzat görüyorduk
Verilen cevaplar, yapılan sohbetler teyp kasetlerinde tesbit ediliyor, tekrar tekrar dinleniyor, sonra çözülüp kağıda aktarılıyordu Pek çok genç bunlardan elde ettikleri donelere dayanarak yine kendi arkadaş çevrelerinin inkâr bataklığından kurtuluşuna vesile oluyorlardı
Çünkü söylenenler bir kuru mantığın ifadeleri değillerdi Evet bunlar, teslimiyeti kırılıp saygısı berheva olmuş bedbaht bir neslin, inkâr girdabında boğuluşunu seyreden yaşlı gözlerin ve hüzün dolu bir kalbin dualarının meyveleriydi Onun için niceleri, bu sımsıcak sözlerle kendine geliyor, alması gereken yeri alıyor ve şaşkınlık içinde kalmış arkadaşları için “Ben de onların elinden nasıl tutabilirim?” diye düşünmeye başlıyorlardı Evet soru sorma nezaketini bile bilmeyen gençlerin halini gördükçe derin bir ızdırapla kıvranan ve Kur’ân-ı Kerîm’in her derde deva olan atmosferinde çare arayan bir vicdanın ihtizazlarına ilâhî mesaj, feyizleriyle cevap yağdırıyor ve vâridât bir hekim-i hâzık dikkat ve ihtimamiyle ifadelere döküyordu Allah’ın izniyle de bunların gönül dünyalarındaki yankıları da güzel oluyordu
Kader konusu, tarif ve tanıtılma şekliyle çok genişçe ele alınıyor hatta Marks’ın bile tasdike mecbur olduğu noktalar muhataplara gösteriliyordu Geniş mânâsı ile atom ve kainat nizamından çekirdek ve tohuma, hatta spermlere varıncaya kadar, kader gerçeğinin cereyan sahası gözler önüne seriliyordu Jean’ın haklılığı tesbit edildikten sonra “Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaradılan her varlık yaratılışı ile birlikte programlanmıştır” hükmü veriliyordu Bütün bunların yanında aslında kader sırrının insanın vicdanında adım adım çözülme bahtiyarlığının da meselenin en mühim noktasını teşkil ettiği de ihtar ediliyordu Bu yüzden işin başındaki mübtedi ile, îmân, ihlâs ve ubûdiyetteki derinliği ile ilerleyip intihaya ulaşmış kişilerin kader mevzuunu anlama ve kavrama farklarına da dikkat çekiliyordu İlm-i simanın inceliklerine vâkıf olma ve ruhun mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olmakla keşfedilen bazı sırların yine kadere düğümlendikleri de ifade ediliyordu Öbür taraftan nisbî ve izafî bir varlığa sahip olan çelimsiz iradenin de hakkı veriliyordu İnsanın mes’uliyeti kabulde ve fakat gurur hakkı olmama mevzuunda vicdanın ele alınışındaki ölçüden, Elest bezminde dudağı “Bela” şerbetiyle ıslanmasına kadar yine vicdanın şahitliğinin gerçekliği basiret ehline tefhime çalışılıyor, sorulan bazı sorulara verilen cevapların enfesliği de ayrı bir güzellik arzediyordu
Şu anda derli toplu bir kitap olarak istifademize sunulan bu eserin ilk üç bölümü Muhterem Hocaefendi’nin “Kader” adı altında yapmış olduğu seri vaazları ihtiva etmektedir Bu vaazlar, önce dökümü yapılmış, sonra yazı diline çevrilerek, Hocamızın tashihine sunulmuş, tashih sonrası da ayet ve hadis tahriçleri yapılmıştır Kitabın dördüncü bölümü ise yine Hocaefendi’nin kader hakkında kendisine muhtelif vesilelerle sorulan sorulara verdiği cevaplardır Kitabın sonuna okuyucuların istifadesi adına karma indeks ilave edilmiştir Evet, “Kur’an ve Sünnet Perspektifinde Kader” kitabı aynı zamanda bir müracaat kaynağımızdır Günümüzde o sistemli hücumlar durmuş gibi görünüyor ama; nefis ve şeytanımızdan gelen ve iç dünyamızı zaman zaman karmakarışık hale sokan bazı ilkaat için bu şifa-bahş cevaplara şiddetle ihtiyaç hâsıl oluyor Aslında bütünüyle bu eser sadece bazı soruların cevaplarından ibaret de değil Evet bu hakikatler kalp, kafa ve vicdan itmi’nânımız için sık sık başvuracağımız nur hüzmeleridir
Ama esas hizmet, daha doğrusu cihanşümûl hizmet bundan sonra başlayacaktır Çünkü bunlardan hiç haberi olmayan başta Batı ve Amerika olmak üzere bütün dünya, ekmek-su gibi bu çeşit şifa-bahş eserlere muhtaçtır Onun için inşaallah çok kısa bir zamanda başta İngilizce olmak üzere, diğer dünya dillerine tercüme edilecektir
GİRİŞ
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp, bilen ve esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbir şey mevzuubahis olmayan Cenâb-ı Hakk’ın mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irade, kudret ve meşiet plânına geçirmesi, hâricî ve varlık âleminde göstermesi adına olup bitecek herşeyi daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin’de tesbit ve takdir etmesidir
İmanın altı rüknü vardır Bunlardan biri de kadere imandır İnsan nasıl Allah (cc)’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve öldükten sonra dirilmeye inanmak zorunda ise, kadere de aynı şekilde inanmak zorundadır Kadere imanı, imanın diğer rükünlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir
Yalnız insana ait, düşünce, davranış ve hareketlerdir ki, onlarda bir irade söz konusudur Zaten kader ile alâkalı bütün meseleler, insanın iradesinin söz konusu olduğu yerde bir kıymet ve değer ifade etmektedir Aksi halde kader hakkında konuşulan her şey malumu ilamdan öte bir şey ifade etmezdi Yani insanı ve insanın iradesini düşünmediğimiz zaman kaderi düşünmemiz âdetâ yersiz ve abes ile uğraşmak olurdu İnsan varlığı ile kâinata ayrı bir renk kattığı gibi, cüz’î irade de kader meselesini ehemmiyetli bir konu haline getirmiş, âdetâ meseleye ayrı bir renk katmıştır Onun için biz bu kitapta, insan iradesinin söz konusu olduğu kaderden bahsetmiş olacağız Netice itibariyle de, cüz’-i ihtiyarî hakkında eskiden beri zihinlere takılan bazı sorulara cevap arayacağız Sözün başında Rabbimizden niyazımız, bizi Ehl-i Sünnet anlayışı içinde bir kader anlayış ve anlatışına muvaffak kılmasıdır Zira bizi böyle bir mevzuda muvaffak kılacak olan sadece O’nun ihsanıdır Vesilemiz ise ancak aczimiz ve ihtiyacımızdır
1 KADERİN LÜGAT ve ISTILAH MA’NÂLARI
Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi ma’nâlara gelir Arapçada ò‚ӜӗÓå (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü ma’nâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi manaları vardır Kelime “Tef’il” babına nakledilince ò‚ÓœÒÓ—Óå (Kad-de-ra) olur ki o zaman manası “hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu” şeklinde olur İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak “Kader”e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir
“Kader, Allah (cc)’ın kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir ”
Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi te’yid eder mahiyettedir:
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir Karada ve denizde olan her şeyi bilir Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübin”dedir” (En'am, 6/59)
“De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar”(Yûnus, 10/49)
“Gökte ve yerde, görülmeyen herşey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir” (Neml, 27/75)
“Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz Herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır” (Yasin, 36/12)
“(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur’ân’dır”(Bürûc, 85/21-22)
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?” derler De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım ” (Mülk, 67/25-26)
Kaza ile kader bir yönüyle aynıdır Diğer ma’nâda ise, kader, Allah (cc)’ın takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyi eda etmesi ve hükmü yerine getirmesi demektir
Kader, herşeyi daha olmadan evvel ilmî plânda ve ilmî vücûduyla Allah (cc)’a vermektir Olma havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini almaya çalışan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları hâlinde, levh-i mahv ve isbatta, yine Allah (cc)’ın ilmi dahilinde olmak şartıyla, mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp kaydedilmektedir
Kader, insanın kesbiyle Allah (cc)’ın yaratmasının mukârenet ve beraberliğidir Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunur ve Allah (cc) dilerse o işi yaratır İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle eşyâyı olmadan evvel bilen Allah (cc)’ın yine olacakları daha olmadan evvel tesbit buyurmasıdır
Demek oluyor ki, kaderi, ilm-i ilahinin bir ünvanı olmasını nazara alarak, sadece bundan ibaret saymak doğru değildir Saha olarak kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, fakat aynı zamanda o, Cenab-ı Hakk’ın Sem’i, Basar’ı, İrade ve Meşiet’i de demektir Durum böyle olunca, kaderi inkâr, Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarını inkâr ile aynı ma’nâya gelir Onun için pek çok ehl-i tahkik kader meselesini Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetini, mütâlâa içinde ele almışlardır Onlar: “Kader için hususî bir bahis açmaya lüzum yoktur Zat-ı Ulûhiyetin ele alındığı yerde kader de ele alınmak zorundadır” demişlerdir Bu düşünce, bir yönüyle kaderi, iman rükünleri arasında kabul etmemeyi işmam ettiğinden biz onlar gibi demiyoruz Biz, nasıl Allah (cc)’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve haşre iman var, kadere de aynı şekilde imân var, diyoruz Tâ ki, icmalî veya tafsilî, şöyle veya böyle kaderi inkâr ma’nâsına gelebilecek bir söz söylemiş olmayalım Ama meselenin aslına gelince, İmam Ahmed b Hanbel, “Kader, kudretten gelir” diyor Binaenaleyh, kaderi inkâr eden, Zât-ı Uluhiyete ait pek çok şeyi de inkâr eder Ulûhiyet akidesi sarsık hâle gelir ve bütün düşünce sistemi ters-yüz olur Onun için kader çok önemli bir mevzudur Bu mevzuu, Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ele almayanlar hep sapıtmışlardır Mu’tezile’nin rasyonalizması da, Cebriye’nin cebrî determinizması da hep bu sapıtma cümlesindendir
2 KÂİNATTA HÂKİM OLAN CEBRÎ KADER
Kâinatta, kader, plân, program, ölçü ve denge hâ-kimdir
“Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir O’nun katında herşey bir ölçüye göredir Görüleni de görülmeyeni de bilir; büyüktür, yücedir O’na göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur” (Ra'd, 13/8-10)
“Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbirşey yoktur Biz onu ancak belli bir takdire göre indiririz” (Hicr, 15/21)
“O göğü yükseltmiş ve mizanı vaz’etmiştir” (Rahman, 55/7)
Âyetleri bize, plân, program, ölçü ve dengeyi anlatmaktadır
Kâinatta öyle şâmil ve geniş dairede bir kader vardır ki, onun dışında hiçbirşey tasavvur edilemez Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde muhît ilmiyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, yüzbinlere ulaşan eserleriyle bu nizam, bu ahenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar Marks’ın bile cebrî bir determinizmden bahsettiği yerde, kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu dost-düşman, inanmış-inanmamış herkes kabul edecektir ve etmektedir Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizmden bahsederler ve hatta bunu son dönemlerin batı düşüncesinde, meselâ “historizm”de olduğu gibi, toplum hayatına da teşmil ederler ama, biz Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ancak bu şartlarla alıp değerlendirebilir, kabul edebiliriz Bununla birlikte, insan iradesinin de dahil olduğu küllî bir kaderin herşeyde hâkim bulunduğunu da söyleriz
Bir saat veya bir bina yaparken dahi, önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmasında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeyin takdirâtını yaparız Öyle de, şu baş döndürücü sistemleri, atom âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerindeki şu ölçü ve dengeyi plânsız, programsız ve ölçüsüz olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Gördüğümüz bu baş döndürücü ahenk ve nizam bir saat veya binada gördüğümüzden daha aşağı mıdır ki, onlar hakkında kabul ettiğimiz plân ve projeyi diğerleri hakkında kabul etmeyelim?
Çekirdek ve tohumlar kader yüklü sandukçalardır Geçireceği her bir safha ve ağacın bütün hayatı çekirdekte kaydedilmiştir Yapı itibariyle birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek toprağa düştüğünde çeşit çeşit çiçekler, binler türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir Herbir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde, gören gözlere kendini arz eder Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, bir tek ağaca dahi böyle kusursuz bir elbise dikmeye muvaffak olamazlar Halbuki, dünya kurulduğu günden beri bütün ağaçlar, kendi elbiselerini kendileri yapmaktalar Bu yapılışı belli bir kadere vermeden izah etmek asla mümkün olamaz
Şu muhteşem kainat sarayına bak! Teleskobun başına oturan bir insan 5 milyon ışık yılı öteleri görüyor Yani, bir nebüloz sönse, sen ancak onun söndüğünü 5 milyon ışık yılı sonra anlayabilirsin Veya sen ışık olsan o yıldıza gitmeye kalksan oraya ancak 5 milyon sene sonra varabilirsin İşte bu koskoca kâinat, bu baş döndürücü nizam, insanı hayrete sevkeden bir âhenk içinde seyrinde devam edip durmaktadır Ayrıca bu makro âlem ile, insan denen yeryüzünün halifesi normo âlem arasında da çok ciddi bir münasebet vardır ki, bu münasebet her iki âlem arasındaki dengeyi en hassas ölçülerle ayakta tutan Zât ve O’nun sonsuz ilim ve takdirini göstermektedir İnsanın uzuvları arasındaki tenasübü bütün kâinatta müşahede etmek mümkündür Jean haklıdır: Atomlar âlemini, insanlık âlemini ve diğer bütün âlemleri kuran Zât, bunların hepsini hendesî ölçülere göre kurmuştur Kâinatta gözle görülür bir hendese hakimdir Acaba bu hassas hendese, kâinatı en hassas ölçülere göre kuran bir Ezelî İlâhı isbata yeterli değil midir?
İsterseniz meseleyi biraz daha avamileştirip anlatalım:
Siz, basit dahi olsa bir bina yaptıracak olsanız, evvela bu mevzuda selahiyetli olduğunu kabul ettiğiniz birisine müracaat eder ve onun düşüncelerini alırsınız Zira statik adına yapacağınız en küçük bir yanlışlık bazen daha bina yapılır yapılmaz yıkılmasına sebep olabilir Onun için yapacağınız binanın statik hesabını yaptırmanız gerekecektir Bu basit bina kendine göre bir plân ve bir proje istemektedir Siz bina yapımına ancak bir sürü ön hazırlıktan sonra başlayabilirsiniz Yapacağınız binanın, bulunduğunuz belde ile münasebetini koruyabilmeniz için de imar plânına dikkat etmeniz ve binayı gösterilen yerde ve gösterilen şekilde yapmanız icap eder Bütün bu hassasiyet sadece basit bir bina içindir Halbuki, bütün kâinatta incelerden ince bir ölçü söz konusudur Misal mi istiyorsunuz: Ağzınıza aldığınız bir parça elma ile sizin aranızdaki münasebetteki hassasiyete bakıveriniz Elmanın tadı ile ağzınız, elmanın ihtiva ettiği vitaminlerle vücudunuz hatta, ağacın gölgesi ile sizin gölgeye olan ihtiyacınız ve sizin dışarıya çıkardığınız zehirli gazı onun yutması ve onun temizlediği havayı sizin ciğerinize doldurmanız, bu münasebetten sadece birkaçıdır Halbuki böyle yüzlerce münasebet bulmak mümkündür
Meseleyi isterseniz bu kadar küçük dairede ele alın, isterseniz yıldızlar ve galaksiler çapında değerlendirin; her yerde en hassas ölçülerle ölçülmüş bir denge ve ölçü göreceksiniz
Bir sperm asla yalan söylemez Zira belli bir plân ve programa göre hareket etmektedir Kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağzı, dili, dudağı, gözü, kaşı, kulağı, siması, duygu ve kabiliyetleriyle pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu bellidir Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır Bu atomlardan yıldızlara kadar böyledir Levh-i Mahfuzda herşey tayin ve tesbit edilmiştir İşte biz buna kader diyoruz
Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda var: Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alâkalıdır Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda carî olan kaderdir Bu kader âlemşümuldür Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz Allah (cc) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz O Cebbar’dır Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır Fakat hikmet bağlayıcı değildir Zira Allah (cc) ·“O her istediğini yapandır”(Burûc 85/16) Dünya, yaratıldığı günden beri hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında bu cebrî kaderin sevkiyle dönüp durmaktadır Bu dönüşe hiç kimse “dur!” diyemez Güneş ile ay, amansız bir yarışa girmiştir Bu yarışa hiç kimse sed çekemez Çünkü bu hareket ve bu yarışta tamamen cebrî bir kaderin hakimiyeti vardır Herşey o kadere boyun eğmek zorundadır
3 KADER VİCDANÎ BİR MESELEDİR
Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Peygamberimiz (sav)’in peygamber oluşunu çeşitli ilmî delillerle isbat etmek mümkündür Hatta öldükten sonra dirilme meselesini dahi ilmî delillerle isbat edebiliriz Fakat kader öyle değildir O hâlî ve vicdânî bir meseledir İlmî ve nazarî değildir
İnsan kadere, îmândaki derecesine göre inanır ve kader meselesini kendi istiab ve kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder Nice insanlar vardır ki, bütün bir hayat boyu çok şey görüp geçirmişlerdir ama, kadere ait en küçük bir meseleyi dahi kavrayamadan çekip gitmişlerdir Vicdanlarında kader sırrını anlamaya hiç yer ayırmamış bu kişiler cidden kemtalih insanlardır Onlara acımamak elde değildir Fakat, “zarara kendi iradesiyle razı olan da acımaya müstehak değildir ” Bunlar, icraatlarının verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın icraatının mevcudiyetini sezememişlerdir Gözleri fersizdir, bakışları, yapacakları işlerin daha önce ilmî plânda Cenâb-ı Hakk tarafından tesbit edilmiş olduğu hakikatine ulaşamamış kimselerdir Bunların hayatları ibtidâîlik içinde geçer gider Böyle insanların i’tizâlî düşüncelere düşmemesi de çok zordur
4 KADER İNANCININ GETİRDİKLERİ
Kader meselesine vâkıf olan ve merhale merhale vicdanında kadere ait sırları düğüm çözüyor gibi çözen bir insan ise, neticede bütün herşeyi Cenâb-ı Hakk’a verir ve şu âyetinin anlattığı hakikata ulaşır Âyet: “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” (Saffât, 37/96) buyurmaktadır
Bizim her türlü fiilimizi yaratan Allah’tır Yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, düşünmemiz ve konuşmamız hep Allah tarafından yaratılmaktadır Aslında yaratılmış olarak ne varsa hepsi Allah’ın mahlûkudur İşte müntehî, bu hakikatı çok çıplak olarak görür Bir başkasının gün ortasında güneşi görmesi ne ise, müntehînin vicdânî sülûkuyla elde ettiği görüş berraklığı da aynı şekildedir Durum böyle olunca, müntehînin de cebre düşmemesi oldukça zordur
İş, Cenâb-ı Hakk’a verile verile, neticede teklif ve mes’ûliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer İnsana “Sen mes’ulsün” der, ona mes’ûliyetini hatırlatır Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer “Mağrur olma yapan sen değilsin!” diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır Böylece insan dengeyi kurar ve böyle yaşadığı müddetçe de hep dengeli kalabilir
İnsan kendisinden sadır olan güzellikleri sahiplenemez Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın plânıdır Aksi halde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah’tır İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez Elbette ki burada “güzel”den kastımız, bizâtihi güzel olan şeylerdir Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz Evet, nefis hakiki güzelin ve güzelliğin daima düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır Çünkü nefsin yapısı budur
Kötülüğü isteyen ise nefistir Öyleyse kötülüğe ait mes’ûliyet tamamen nefse aittir İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir” (Nisa, 4/79)
Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın Çünkü o mehasin bizzat senin değildir Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsanıdır İhsan ise şükür ve mahviyet ister Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz’î ihtiyarın bir şartı âdidir Öyle ise mes’ûliyet senin nefsine aittir Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hakk da onu yaratmıştır Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır Yani, içinden geçen meyile veya meyildeki tasarrufa tek şahid vardır; o da vicdandır Cenâb-ı Hakk, kendi ilmine ve kendi bildiğine senin vicdanını şâhid tutmuştur
Mübtedî, yani işin daha başında olan bir insan da kadere inanır, ama o, maziye ve başa gelen musibetlere kader açısından bakar ve binlerce belâ u musibetle çepe-çevre kuşatılmış olduğu bir hengâmda, “Cenâb-ı Hakk’ın benim hakkımdaki takdiri budur” der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur İstikbâl ve ma‘siyete bakarken de irade açısından bakar “Nasıl olsa elde edeceğim herşey kaderimde varsa olacaktır” deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vasıtası olarak kullanamaz Zira Cenâb-ı Hakk: “Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm 53/39) buyurmaktadır Evet, iyiyi de kötüyü de Allah yaratır Çünkü yaratma sadece O’na mahsustur Fakat kötülüğü kim isterse cezayı da o çeker Bu şekilde inanma işin başındakiler için bir esasdır Bunun ötesinde bir mübtedînin daha da ileri gidip, kader meselesini kurcalaması, teferruata ait meseleleri dile dolaması tecviz edilemez Zira kader, çok hassas ve ayakları kaydıran bir meseledir İmam-ı Azam, talebelerini, bu gibi meseleleri münakaşa etmekten men’ederdi Kendisine “Sen niçin konuşuyorsun?” dediklerinde “Ben, başımda bir kuş var da onu uçururum endişesiyle tirtir titreyerek konuşuyorum” buyururlarmış Yani demek istiyor ki, “sizler konuşurken hasmınıza galip gelmek için konuşuyorsunuz Hasmınızın yanılmaları sizi sevindiriyor Onun için de sizi böyle meseleleri konuşmaktan menediyorum ”
Bu mevzûdaki hassasiyet, anlatılan meselenin mantıkî oluşuna gölge düşürmez Fakat bazı meseleleri konuşurken ulu orta konuşmak doğru değildir Bilhassa kader mes’elesi, mahir bir kuyumcu veya bir kimyager titizliği istemektedir
5 KADER İLE İRÂDE BİRBİRİNE ZIT DEĞİLDİR
Esas itibariyle, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur İnsan irâdesiyle kader, omuz omuzadır İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vak’a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin te’yid edilmesidir Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevkeden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor İşte bu güç irâdedir Ve bu irâdenin var olması Allah’ın takdirine mâni değildir
Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize birşeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu isbat eder İster buna irâde, ister cüz’-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır
İlâhî takdirin ma’nâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hakk, insana şöyle demektedir: “Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum ” İşte bu, iradeyi te’yid etmek demektir
Evet, eşyayı yaratan Allah’tır Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarfedileceği Cenâb-ı Hakk tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır Öyle ise kader, insan iradesini te’yid ediyor, ibtal etmiyor Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor Bu ise iradeyi te’yid etmek demektir; ibtal etmek, nefyetmek değildir  
6 KADER İLİM NEV’İNDENDİR
Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir Birşeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz
Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev’indendir İlim ise daima ma’lûma tâbidir Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir Yoksa, ma’lûm ilme tâbi değildir Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor O’nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır -“Cenâb-ı Hakk’ın ilmine tâbidir” şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz -
Bir tren düşünelim Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu ma’lûmat matbû hâle getirilir İşte bu bilinen netice bir plân ve projedir Mes’eleyi, mevzûmuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna “Kader” deriz Şu kadar var ki, elimizdeki bu ma’lûmat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir Yani tren bu plân ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plân ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor Çünkü ilim malûma tâbidir Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzarı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar O’nun ilminde, sebep-netice, illet-ma’lûl, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye birşey yoktur Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır
İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir
“Her insanın amelini boynuna doladık ” (İsra, 17/13) âyeti†de†bize bu hakikati anlatmaktadır
Evet, insanın yapacağı herşey önceden yazılmıştır İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka birşey yapmamıştır Sonra Cenâb-ı Hakk, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir
Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum; ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler Yani misâlî bedenin yanıbaşında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler Zâten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği ma’nâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler Bunlar gaybı bilmek değildir Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakiki ma’nâda gayb bu kabil ma’lûmatla sınırlı tutulamaz Yâni bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmüne zıd değildir
Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işâret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi
Efendimiz (sav) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b Zeyd ile, Zeyd b Harise’ye baktırmıştı -Zeyd Efendimiz’in azadlısıydı Üsame de onun oğluydu Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu - Efendimiz, birgün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü ve sadece ayakları görünüyordu Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı” dedi Allah Resûlü (sav) de sevinçle Hz Âişe’nin (r anha) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsâme Zeyd’dendir ya Âişe” dedi 1 Fakat burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimâî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu
İRADENİN FONKSİYONU
Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir
Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi
Nasıl Cenâb-ı Hakk, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı Bizi bize sormadı Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes’ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi
Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı Halbuki burada durum böyle değildir İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz’-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir
İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hakk onun istediği fiili yaratır Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır
İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir “Cüz’-i ihtiyarî” veya “irade-i cüz’iye” dediğimiz bu plânın ifade ettiği ma’nâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plâna göre olmaktadır Zaten mes’ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur
Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz Yaratılmasına sebep olduğumuz “hasenât” ise mükafât kazanırız; yok eğer “seyyiât” ise cezaya çarptırılırız Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır Esasen kader mevzûunun en mu’dil mes’elelerinden birine girmiş olduk Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım:
Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma’kul bir münasebet görülmüyor Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi  
Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki “Yemek yedik ” Ben de diyorum ki “Hayır, yemek yemedik Allah bize yemek yedirdi ” Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz Fakat mes’elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş Nasıl mı? İşte bakın:
Lokmayı ağzımıza götürüyoruz O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?
Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor
Midenin faaliyeti çok daha komplekstir O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur Orada herşey alabildiğine sessizdir Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır Böbrekte süzülme olur Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır Öyleyse mes’eleyi tekrar edelim, “yemek yedim” demek mi doğrudur yoksa “Allah yedirdi” demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve “Yemek yedik” diyoruz Kelimeyi hakiki ma’nâsında kullanmamız gerekirse “Allah yedirdi” dememiz icap eder
İşte mes’eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz Onun için bir teşbihle mes’eleyi mucizeye benzetmiş olduk Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor Kalkıp da biri: “Bu sarayı bu karınca yaptı” derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır
Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor 2 Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor 3 Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir Her ikisini de yaratan Allah’tır “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor Bu mes’eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir
Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve “Her ümmetin, Mecûsileri vardır Bu ümmetin Mecûsileri ise ‘kader yoktur’ diyenlerdir”4 buyurmuştur Zira onlar hayır ve şerri Allah’a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler Önceleri “Kaderiye” ismi cebre kail olanlara verilmişti Ancak daha sonra hadîsin ma’nâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu Günümüzde “Kaderiye” yine Mu’tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir
İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur Fiilimizi yaratan Allah’tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz Öyle ise mes’uliyet bize aittir İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur !
8 İNSAN İRADESİ ve ALLAH’IN DİLEMESİ
İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir O’ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, herşey toz-duman olur giderdi
Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O’dur
Çeşmeler, çaylar O’ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar Taşlar, kayalar, O’nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar  Ovalar, obalar, O’ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar
O’ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız herşey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O’nu haykırır 
Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O’na karşı mülk da’vâsında bulunamaz Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O’nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O’nun servetinden sadece birer zerredir O’nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O’na mahsustur Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O’na ait olduğu gibi, insan-oğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O’na aittir İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O’dur O’nun inayetini tanımayan sa’y ve gayretler boş, O’nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir
Hizmetler, O’nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur  Bu mübârek ibadet de O’nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir “Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim ” gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur
En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun’un sarayını harap ettiren Allah’tır! Kâinatın her yanında O’nun mülkünün bayrağı dalgalanır O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar Yer-gök O’nun hükmü altındadır Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O’nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir Bütün bunlar O’nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O’na aittir O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl “ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız” diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O’nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O’nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır
Bundan dolayıdır ki, varlığı, O’ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O’nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir
Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, “Ben, ben” diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır teklif düğümünü azıcık çöz hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur !
|