Prof. Dr. Sinsi
|
İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader
1 İLM-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA ve KADER
Bu mevzûa bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum Yukarıda da geçen bu hadîste Efendimiz (sav): “Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın”1 buyuruyor
Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hakk, insanın cennetlik mi, yoksa cehennemlik mi oldugunu biliyor Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arzedelim:
Allah (cc), her şeyi bilir Bildiğini tayin ve takdir eder Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (cc) atâda bulunur Hakkımızda hükümler verir Husûsiyle Kur’ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir Nefislerimiz onları sevimli bulmaz Ama Allah (cc), her şeyi bilen Allah’tır Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz’ eder Ve, işte O’nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir Biz bilmiyoruz ama Allah (cc) biliyor Allah’ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukârin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir Her zaman Cenâb-ı Hakk’ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder Allah (cc) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir Ancak, O’nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır O hem Alîm’dir, hem de Hakîm’dir Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir
“Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah ”
Hikmet daima O’nun ilmine râmdır Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerîh görürüz Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibariyle güzel olduğunu idrâk edemeyiz Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibariyle çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır şerlere gelince onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır  
Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir: “Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir Siz bilmezsiniz, Allah bilir ”(Bakara, 2/216)
Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm’ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı Kitab’ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerîh gelebilir Ama size bir kanun söylüyorum: nice kerîh görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir
Demek oluyor ki, nice dış yüzüyle çirkin görünen şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat’edip mescidlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, zahiren çok zordur; fakat bu zorluğun verasında adım adım cennete yaklaşmak ve merhâle merhâle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yanaşmak vardır Nefse hoş gelen, insanı şehvet alemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım cehenneme yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmaktır
Hz Ömer (ra) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır Şöyle der: “Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir ”
Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyad etmektir Evet bize vacip olan hayra koşmak, hayra niyet etmektir Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olmalı, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmamalıyız
Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur’ân’ın ifadesi içinde bir “Feth-i Karîb-Yakın fetih” olarak karşımıza çıkar
Hakikaten Hudeybiye’nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir  
Hakk uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar, Hakk’a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyic sahabenin Ka’be’yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Ka’be ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi  Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Rasulü’ne sığınan Ebu Cendel’in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi Ve, işte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Rasûlü, iç âlemi itibariyle nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor ve âkıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün ma’nâsı da buydu Hz Ömer’in dahi kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu neden sonra nâzil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve Ashab’ın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti Evet, Hudeybiye bir fetihti
Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti
Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Ka’be’nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu Bu düşünce diğer kabîlelerin de cesaretini artırdı
Hudeybiye ile varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabîleler akın akın İslâm’a girdiler Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu 2
Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz Yusuf (as)’dan: Mısır’a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş Hz Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verasında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti
Allah Rasûlü de mi’râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı Hâdiseler hep aleyhindeydi Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti Artık Hz Hatice ve Ebu Talib cismanî hayatta Allah Rasûlü’nün yanında olmayacaklardı Taif’e gitmiş fakat kabul görmemişti 3 İşte tam bu esnada Allah Rasûlü’ne gökten bir davet geldi Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O’nu seyretmekle yetindi Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi 4
Hz Mûsa (as)’nın çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı Sonra Allah (cc) onu, hem kendisine hem de Mûsa'ya en büyük düşman olan Firavun’un sarayına yerleştiriyordu Bir kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı (Kasas, 28/1-35) Zira İsrailoğulları gibi şeytan bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu
Hz Mesîh (as) göğe nasıl yükseldi Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı O korkunç bir tarassud altında sıkışıp kalmıştı İşte o anda ona gökten bir el uzandı (Nisa, 4/ 158) ve doğuşu mu’cize olan bu zât’ın, dönüşü de mu’cize ile noktalandı
Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hakk, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona ferecler, kurtuluşlar ihsan edecektir
İşte İlm-i İlâhî’de her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır Yani, Allah (cc) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir Ve kader de O’nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır
2 KİTÂBET AÇISINDAN KAZA ve KADER
İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait İlâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a’mâliyle alâkalı bir kitâbettir Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır Biz buna da “yevmî tayin ve takdir” diyoruz
İmam-ı Mübîn’den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitâb-ı Mübîn’e kaydedilen ve Kur‘ân-ı Kerim’de: “Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler”(İnfitar, 82/11-12) şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır
âyeti bize bunu anlatmaktadır: “Her insanın işlediklerini boynuna sararız Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız ”(İsra, 17/13) fehvasınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir
Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliği dahi olmadığı müşahede edilecektir Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir Çünkü ikinci kitâbet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır
Mahkeme-i Kübra’da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir Bu mukabelede melek “Ben şunları yazdım” diyecek, Cenâbı Hakk da bir kitap gösterecek ve “Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım” diyecek Ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı  Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğerini ise Allah’tır (cc) O melek ki, adı Cenâb-ı Hakk tarafından “Kirâmen Kâtibîn” olarak tesbit edilmiştir Şânı çok yüce meleklerdir Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler Kötülük semti melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür
Evet, Allah (cc), evvela bütün hâdiselerin plânını çizer; ilmî bir vücud verir Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder Binaenaleyh, evvela herşey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder Bu defa da onları melekler yazar
Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izâha çalışalım: “Kasem olsun Biz, Zikir’den sonra Zebur’da da şunu yazdık: ‘Yeryüzüne benim salih kullarım vâris olacaktır ”(Enbiya, 21/105)
Zikir, ya öğüt ve nasihat demek veya burada Tevrat ma’nâsına gelir Ya da daha şümullü bir ma’nâ ile “Levh-i Mahfûz” demektir bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim sâlih kullarım vâris olacaktır
Yerin hakiki ve uzun süreli hâkimi sadece sâlih kullardır Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir Yeryüzünde, dâimi bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak sâlih kullar ve sâlih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş sâlih milletler ve sâlih topluluklar olacaktır Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir Evet, Hz Davud’un eline verilen tahrif olmamış Zebur’da böyle İlâhî bir kanun vardır
Cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrid insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan ve Kur’an’da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hakimiyettir Diğerlerinin geçici galebe ve hakimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir Bu ilahî bir kanundur ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir
Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hakimi onlar olacaktır Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız O bütün bir hayat itibariyle nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır Böylece sonsuzu yakalayabilen insan hakiki ma’nâda salahı da yakalamış olandır
Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkarını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakiki ma’nâda aslâ bu hakimiyeti kuramayacaklardır Birgün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır ve birgün mutlaka çizgisini bulacaktır Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı ma’nâsına gelir Halbuki Allah (cc): “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir”(Ra’d, 13/11) buyurmaktadır
Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir: “Allah’ın yarattığında değişiklik yoktur ”(Rûm,30/30)
Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz Bir millet başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir Bu müsbet ma’nâda da, menfi ma’nâda da böyledir Öyle ise evvela “Nefsinizi koruyun!” Nefsinizde derinleşin İçinizi fethetmeye çalışın Eğer fâtih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın İç dünyasında fâtih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur
Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir Bu sırrı kavrayanlar maiyet-i ilahîye girmiş, demektir Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır ve ferdin, benliğinin esiri olmadan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır Bir diğer ma’nâda o, tüm salaha ermektir 
Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik Asıl meselemiz Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz’da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim Bu âyette de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Allah içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar fâsıkların tâ kendisidir ”(Nur, 24/55)
Allah (cc), iman edip sâlih amel işleyenlere va’dediyor Bu va’d, sözünden dönmesi muhal olan Allah’ın va’didir O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir Ve O, herşeyin yegane hakimidir Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını va’deden Allah (cc), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir
O zaman içtimaî hayatın dizgin ve ipleri sizin elinize geçecek, iktisadî hayat sizin tanziminizle yeniden şekillenecek, ferdî ve ailevî terbiye yeniden düzene sokulacak evet işte o zaman cihanı siz idare edeceksiniz Söz sizde bitecek Yuvarlak masaların etrafında dünyayı kendi aralarında taksim edenler, bundan böyle karar alırken sizin yüzünüze bakacak ve sizin buyruğunuz doğrultusunda içtimaî coğrafyaya yeni yeni şekiller verecek, sizin jest ve mimiklerinizden ve sizin bakışlarınızdan ma’nâ kapmaya çalışacaklardır ve siz yine tarihinizde olduğu gibi tâclar giydirip tâclar çıkartacaksınız Krallar sizin kapınızda kapıkulu muamelesi görmeyi hayatlarının en şerefli payesi bilecek ve ağzınızdan çıkan her sözü emir telakki edecekler Siz bir şeye evet, dediğinizde o iş olacak, hayır, dediğinizde de tekliften ve yürürlükten kaldırılacak Çünkü o gün yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği sultan siz olacaksınız  
Bunu, ütopik birer ümniye olarak kabul etmeyin Zira mazide salahı elde edenlerin hepsi bu zirvelere ulaşmıştı; zira bu ilâhî kanun bütün zaman ve mekanlar için geçerlidir Siz salahı elde ettiğiniz gün, aynı neticeler sizin için de muhakkak ve mukadder olacaktır
Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi Levh-i Mahfuz’a kaydedilip yazılanlardır ki, herşey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır İkincisi ise teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir Burada ise eşya ve hadiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır Ve, bunlardan iradî olan fiilerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir
Şu âyet her iki yazılışı da birden zikretmekte ve bir bakıma anlatılanların esasına parmak basmaktadır: “Muhakkak ki, ölüleri dirilten, işlediklerini ve geride bıraktıklarını yazan Biziz Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır ”(Yasin, 36/12)
İnsanın yaptığı bütün ameller ve geride bıraktığı sadaka-i cariyeler hep bir bir yazılır İşte bu ikinci yazılıştır Fakat herşey daha önce ilmî vücuduyla yazılmıştır İşte: âyeti de bize bunu anlatmaktadır
Levh-i Mahfuzda herşeyin yazılmış olduğunu ve hiçbir şeyin ihmale uğramadığını da şu âyetde gayet açık bir şekilde izah etmektedir: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir Kitap’ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır ”-(En’-am, 6/38)
Müfessirlerin bir kısmı bu âyette geçen Kitab’ı, Kur’ân şeklinde anlamışlarsa da onların büyük ekseriyeti Kitab’a, Levh-i Mahfuz ma’nâsını vermişlerdir “Allah vardı ve hiçbir şey yoktu Tasavvur ve düşünce olmadığı için, yokluğu düşünmek de yoktu Arşı mâ üzerindeydi (Allahu a’lem Rahmanın arşı esir maddesi üzerindeydi) Ve Allah Zikir’de herşeyi yazdı, tesbit etti Sonra o program üzerine de kainatı yarattı ”5
Bu birinci kitabeti, iradî fiilerde ikinci bir kitabet takip ediyor Herşey oluş sırasına göre yazılıyor Ve bu kitabet de kaderin ikinci vechesini meydana getiriyor
3 MEŞÎET-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA ve KADER
A Âyet-i Kerimelerde Meşîet-i İlâhî
“Şâe-Yeşâü-Meşîeten” “dilemek” ma’nâsına gelen bir kelimedir Ve Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biri de budur Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir boyutunu meydana getirmektedir
Eşya ve hâdiselerin zuhur ve vukuunda meşîet-i ilâhî esastır Kur’ân birçok âyetiyle bize bu hakikati anlatır Şimdi meşîet-i İlâhi’ye delalet eden âyetlerden bazılarını ele alalım:
a “Herhangi bir şey için ‘Ben onu yarın yapacağım’ deme ‘Ancak Allah dilerse’ de Unuttuğun zaman hemen Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yakın olana eriştirir ”(Kehf, 18/23-24)
Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvela meşîet-i ilâhîyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk haline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır
Bu âyet münasebetiyle Allah Resûlü bize şöyle birşey anlatır: “Hz Süleyman, ‘bu gece yüz cariyemle mübaşerette bulunacak, bunların her biri de Allah yolunda savaş eden bir erkek çocuk doğuracak’ diye yemin eder Fakat ‘İnşaallah’ demeyi unutur Neticede sadece bir kadın düşük meydana getirir ” Ve Allah Resûlü ilave olarak şöyle der: “Eğer ‘inşaallah’ deseydi yemininde hânis olmaz ve her bir kadın Allah yolunda savaşan bir çocuk meydana getirirdi ”6
Evet insan kat’iyen inanmalıdır ki, Allah dilemedikten sonra hiç kimse hiçbir şey yapma güç ve kuvvetine malik değildir Eşya ve hadiselerin ledünniyatına vakıf olan ve kendi iç âlemini dinlemesini bilen bir insan bu gerçeğe, hem de aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanır, inanmalıdır da
Evet, eşya ve hadiselere ve kendimizin bunlarla olan münasebetlerine baktığımız zaman kat’i bir yakîn ile görür ve biliriz ki, Allah dilemedikçe bizler yerden bir çöp kaldırmaya dahi muktedir olamayız Hatta bazen bir iş için bütün mukaddemeleri hazırlar, enine boyuna etraflıca düşünür, plânlar ve bize göre bütün şartlar tamam, deriz; ama bir de bakarız ki, belirlibelirsiz bir yerde küçük bir ihtimal, bir sızıntı her şeyi berbat edivermiş Hatta her şey tamam Ancak meşîet-i ilâhî bizim istediğimiz gibi taalluk etmediği için veya Allah (cc) o işi bizim istediğimiz istikamette dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir ve böylece bizim plânlarımız altüst olmuş Zaten âyet de bunu anlatmıyor mu? “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30) dileseniz de O istemezse, sizin gayretleriniz bir şey ifade etmez O dilemedikçe, her türlü sa’y ve gayret boşunadır Ne var ki, O çok defa âdet-i sübhanisiyle esbap ve sizin iradelerinizi birer dua kabul edip lütufta bulunabilir İşte meşîet-i ilâhînin eşya ve hâdiselere taalluku herşeyle bu kadar iç içedir
Evet, meşîet hayatın bütün cephelerinde ve insanın hayatının hemen her safhasında kendini gösterir Bunu ifade eden ikinci âyet ise şöyle:
b “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık Onlardan Allah’ın kendilerine hitâb ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik O’nu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi Fakat Allah istediğini yapar ”(Bakara, 2/253)
Allah’ın meşîeti olmasaydı siz hiçbir şey yapamayacaktınız Meselâ, eğer Allah dileseydi, siz aranızda mukatele yapmayacaktınız Ama yapıyorsunuz Öyle ise sizin müsbet veya menfî mükatele hayatınız, sizin leh veya aleyhinize olması yönüyle tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır Allah neyi murad buyurursa onu yapar O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sormaz Zaten: “Allah ne dilerse o olur O’nun dilemediği ise asla olmaz”7 hadîsi bir kaide-i mukarreredir
Allah neyi dilerse o keynunet kazanır, oluverir Neyi dilemezse, yani neyin olmamasını dilerse o da olmaz Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var O da Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve yok’a da taalluk etmesi meselesidir Durum böyle olunca, Allah (cc) neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz Evet meşîet-i ilâhî yok’a da var’a da taalluk eder
Yoksa, bazılarının dediği gibi, “meşîet-i ilâhi taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz”, gibi bir düşünce doğru değildir Yani meşîet-i ilâhinin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz Çünkü, yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır
Mu’tezile ve Cebriye Allah Rasûlü’nün ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi Zira her iki durumu da Efendimiz “Keynûnet” ile anlatmaktadır
İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır ” Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içdeki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur İşte delili:
c “Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”(Yunus, 10/99)
Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle herşeye hakim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi Ve bu konuda bir diğer âyet:
d “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı Sen câhillerden olamazsın!”(En’am, 6/35)
Efendimiz’in (sav) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu Vicdanı apaydın olan bu insanlar îman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi Ama meşiet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı
e “Ey Habibim! Kur’an’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir O halde hayırda yarışın Hepinizin dönüşü Allah’adır O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir”(Mâide, 5/48)
Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı Fakat meşiet-i ilahî bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler halinde zuhur ettiler  
Devletlerin hakimiyeti, hakimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşiete bağlıdır Bunu gösteren âyet ise şöyle:
f “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahidler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz Allah zulmedenleri sevmez ” (Al-i İmran, 3/140) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır
Her ne kadar bu âyette, meşiet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşieti ifade ediyor Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz” diyor İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşiet-i ilâhi ile alâkalı yönünü inceliyoruz Meşîet-i ilâhî hakkında bir başka âyet:
g “Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok†eder ve başkalarını getirir Allah buna kâdirdir ”(Nisa, 4/133)
Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir Allah buna muktedirdir Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi  Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mani olmuştur? Meşîet-i ilâhînin vaz’ettiği şart-ı âdilere riâyet nisbetinde var olma, hakim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır Bu da değişmez ilâhî bir kanundur
Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür Ancak mevzumuzu aşması itibariyle o hususa temas etmeyeceğiz
Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en büyük bir davadır Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır
İnsanların, hakiki ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler Dinden yüz çevirmiş kavimler manevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibariyle de altüst olmuşlardır Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz Zira meşîet-i ilâhînin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:
ğ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kafirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler Bu Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir Allah Vâsi (herşeyi kuşatan)dir ve Alîmdir ”(Mâide, 5/54)
Ayette geçen (İrtedde-Yerteddu) fiili geriye dönmek, dinden rücu etmek ma’nâsına gelir Bu duruma göre Kur’anın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı ma’nâlara gelir
Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya cemaat bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme ma’nâsının bir tehdid olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder Çünkü hizmette kazanılan merhaleler onun için hep ilâhî lütuflardır Eğer o şahıs veya cemaat şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya cemaata gördürür
Dini, hayatı hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdid bütün bir milleti alâkadar eder Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, başaşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar  
“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir Ancak onların belli vasıfları vardır Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kasdedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir O kavmin vasıfları şunlardır:
Birinci vasıf: “Allah onları sever ” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin” diye nida etmiştir Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur Hadîsin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur 8 Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar  Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir Teklifleri emir kabul edilir Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda ma’kes bulur
İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever ” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmekdir Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır
Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler ” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir
Dördüncü vasıf: “Kafirlere karşı olabildiğince onurlu ve azizdirler; aslâ onlar karşısında bel kırıp boyun bükmezler ve onlarla devamlı bir mücadele içindedirler ” Mü’minlere karşı ne derece mütevazi iseler, kafirlere karşı da o derece onurludurlar
Beşinci vasıf: “Allah yolunda mücadele ederler ” Burada meselenin fiil cümlesiyle anlatılmasında -Allahu a’lem- şöyle bir nükte var: Onlar bu cihadlarını her zaman değişik bir buudda ve yenileyerek sürdürürler Evet Arapçada fiil cümleleri daima teceddüt ve yenilenme ifade etmesi itibariyle, onların cihadları da daima yenilenme içinde ve günün şartlarına, zaman ve zeminin durumuna göre cereyan eder, yani onlar basiretli ve firasetli davranırlar, demektir
Altıncı vasıf: “Kınayanların kınamasına aldırış etmezler ” Çünkü onlar, sadece Allah’tan korkarlar Başkalarının onlar hakkında, diyecekleri onların hiç umurunda değildir Onlar, her zaman Allah’ın emir ve hoşnutluğunu düşünürler
İşte ideal cemaatın altı vasfı bunlardır Kim bu vasıflarla vasıflanırsa Allah kudsî emaneti onlara verecektir Bu ilâhî bir kanundur hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir
Arap sahip çıkarsa bu emanet onundur Türk sahip çıkarsa bu emanet ona verilir Kürt, Boşnak, Arnavut, kim sahip çıkarsa bu emanet onlarındır Sahip çıkmanın ilk şartı da yukarıda sayılan altı vasıfla vasıflanmaktır
Bu konuda çok umumi kaideleri ve evrensel prensipleri ihtiva eden bir diğer âyet-i kerime:
h “Ey Habibim de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın Bütün hayır Senin elindedir Doğrusu Sen her şeye kâdirsin ”(Al-i İmran, 3/26)
Bir milletin, onları temsil edebilecek melikleri yok ise, o millet dağılmaya mahkumdur Melikler kalblerini, Mâlikleri olan Allah’a bağlamamışlarsa yine o millet uzun süre ayakta duramaz Burada, sanki, bir taraftan irade göstermeme zilleti, diğer taraftan da sadece iradeyle ortada kalma gibi bir mahrumiyet ifade edilmiş oluyor Gösterilen irade, hakimiyetimizin simgesi olacak; ve her işde Cenâb-ı Hakk’a iltica ile de hâkimiyetimiz korunacak İşte bu dengeyi bulma kader ve irade meselesini ve bilhassa kaderin üçüncü buudu olarak söylediğimiz, meşiet-i ilâhî meselesini tam anlayıp kavramaya bağlıdır
Buraya kadar naklettiğimiz âyetlerde gördük ve anladık ki, meşiet bütün hayatı çepeçevre sarmış ve ihata etmiştir Evet, O’nun dilemesi ve meşieti her şeyi kuşatmıştır Yokluk dahi O'nun meşietinin, o yönde tecelli etmesine bağlıdır (Hud, 11/107; Bürûc, 85/16) yani istediğini yapan tek hâkimdir O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey olamaz
Meşiet bazen merhamet, bazen de azap istikâmetinde tecelli eder İşte şu âyet bize bu hakikati ders veriyor:
ı “Rabbiniz sizi daha iyi bilir Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder (Ey Habibim) Biz seni onlara vekil olarak göndermedik”(İsra, 17/54)
“Rabbiniz sizi herkesten daha iyi bilir Çünkü insanı O yaratmıştır ve O, insana şah damarından daha yakındır”(Kâf, 50/16) “Kalbî meyilleriniz ve başkasından gizlemeye muvaffak olduğunuz düşünceleriniz Allah katında malumların en malumudur Sizin arzu ve isteklerinizi bildiği için O, zâhire göre değil sizin bu durumunuza göre muamele eder Bu durumda da isterse size azap eder isterse sizi rahmetiyle yarlığar”(Bakara, 2/284)
Nebiler, hep meşiet-i ilâhîyi terennüm edip dile getirmişlerdir Kur’an-ı Kerim, nebilerin bu terennüm ve şehadetlerine şöyle şahidlik etmektedir:
i “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi Ben sadece inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim”(A’raf, 7/188)
Ben kendime ne zarar ne de fayda getirebilirim Değil başkasına faydalı veya zararlı olmak, kendi öz nefsime dahi fayda veya zararım söz konusu değildir Ancak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği müstesna Yani her işte olduğu gibi, benim kendime fayda veya zarar getirmemde de esas olan Allah’ın meşietidir  
Allah Rasulü, meşiet-i İlâhîye o kadar teslimdir ki, bir gün şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz ” Sahabi sorar: “Sen de mi Ya Rasulallah!” Cevap verir: “Evet, ben de; ancak; Rabbim’in beni rahmetiyle kucaklaması ve her tarafımı rahmetiyle sarması neticesinde kurtulabilirim ”9
|