Prof. Dr. Sinsi
|
İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader
İşte Allah Rasulü’nün ölçüsü ve bize öğrettiği budur Herkes kendi manevî enini ve boyunu bu ölçüye göre değerlendirmelidir
Evet bir peygamber dahi “meşîet” karşısında böyle olursa, diğer insanlar nasıl olmalıdır düşünülsün  Bu anlayış ve teslimiyet iledir ki insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar  Ve başı semanın ufuklarında dolaşır Şimdi “dünya kadar hayır işledim Yerim herhalde cennettir”, “cennete bizim gibiler girmeyecek de kimler girecek?”, gibi kibir ve gurur ifadelerini tekrar edip duranlara, yukarıdaki hadîsi ve Peygamberimiz (sav)’in bir peygamber olduğu halde sergilediği tavrı örnek almalarını tavsiye ederiz Demek ki meşîete gösterilen teslimiyet, insanı kibir ve gururdan da kurtarmaktadır Öyleyse mü’min, bütün işlerini meşîet ağırlıklı, meşîet yörüngeli kabul etme mecburiyetindedir
Zira, Cenab-ı Hakk’ın meşîeti, herşeyi zahir ve batınıyla kuşatıp içine almıştır O’nun meşîeti haricinde birşey düşünmek imkânsızdır
Evet, ilâhî meşîeti, istenen ölçüde anlamak da belli bir seviye işidir Bu seviyeyi yakalayamayanların “meşîet” meselesini anlayıp idrak etmeleri imkânsız denecek kadar zordur Zaten bütün peygamberlerin, içinde yaşadıkları toplumlarla çatışmaya düştükleri hususlardan birisi de bu meseleyi o toplumların anlayamamaları değil mi?
Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet, “meşîet”i değişik vecheleriyle peygamberler ve kavimlerden misaller vererek izah etmektedir Kur’ân’a göre bu konunun itikadî, tasavvurî ve amelî pek çok buudları vardır Hz Nuh (as) da bu konuda ayrı bir misaldir Kur’ân Hz Nuh’a başkaldırmış bir cemaati, onun tehditlerini hafife alanları bizlere anlatırken der ki:
j “Dediler ki: ‘Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin Hem bizimle mücâdelede çok ileri gittin Eğer doğrulardan isen, haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getir!” (Hûd, 11/32)
Bunun üzerine Hz Nuh onlara şu karşılığı verdi:‚ “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu âciz bırakamazsınız Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz O sizin Rabbinizdir O’na döndürüleceksiniz ” (Hûd, 11/33-34)
İşte bu ifadeleriyle Hz Nuh, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesinin herşeyin üstünde olduğu hakikatine işaret ediyor ve kavmine şöyle demek istiyordu: O azabı, başınıza musallat edecek ben değilim Zaten ben dilediğime azab edebilseydim -ki bu elimden gelmez- hiç kimsenin itiraza takati kalmaz ve imtihan sırrı yok olurdu Halbuki siz Allah’ın verdiği cüz’î iradenizi kullanarak ya teslim-i silah edecek veya yüz çevireceksiniz Ayrıca, eğer O sizi imtihan ederek saptırırsa, benim sözlerim birer cevher olsa da -ki aslında her nebinin sözleri birer cevherdir- yine de size faydası olmayacaktır Çünkü O’nun meşieti bütün takdir ve tekliflerin üstündedir O Rabbinizdir Dilediğini, dilediği gibi evirir çevirir Siz istemeseniz de neticede O’na döneceksiniz Bana gelince, benim tebliğ ve irşaddan öte elimden birşey gelmez Meşiet karşısında ben de sizler gibiyim  Bu ve benzeri ayetler, peygamberlerin meşiet ufkunu elvan elvan resmetmektedir
Hz İbrahim (as) de kavmine tevhid dersi verirken meşiet-i ilâhiyeyi talim ediyordu:
k “Kavmi onunla tartışmaya girişti (O onlara) dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır Hâla öğüt kabul etmez misiniz?”(En’am, 6/80)
Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden endişe edici değilim Ben ancak Rabbimin dilediği şeylerden korkarım Yani ben O’nun hakkımda korkulacak bir hüküm vermesinden korkarım Yoksa, bütün kâinat bela olsa başımda patlasa beni zerre kadar korkutamaz Çünkü biliyorum ki, Rabbim dilemedikçe bana zerre kadar dahi olsa hiç kimse zarar veremez
Hz İbrahim de verdiği bu tevhid dersinde meşiet-i ilâhîye parmak basmaktadır
l Hz İsmâil, babasının teklifine karşı: “Babacığım emrolunduğun şeyi hemen yerine getir” (Sâffât,37/102) dedikten sonra, yine meşiet-i ilâhîye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın ”(Saffât, 37/102) Yani Hz İsmail de sabredebilmeyi, Cenab-ı Hakk’ın meşietine bağlıyor Ancak O dilerse ve ancak O’nun dilediği ölçüde sabredebiliriz demek istiyor
m Hz Mûsa, Hz Hızır ile seyahata çıkarken, Hz Hızır’ın: Î “Sen benimle seyahata güç yetiremezsin”(Kehf, 18/67) demesine mukabil hemen meşiet-i ilâhîyi dile getiriyor ve şöyle diyordu:“İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim ”(Kehf, 18/69)
Görüldüğü gibi peygamberlerin ifadeleri ne kadar da birbirine benziyor Hemen hepsi de aynı duygu ve düşünceyi paylaşıyor, aynı şeyleri dile getiriyor ve herşeyi aynı ritimden söylüyorlar Çünkü onların meşiet-i ilâhiyeye karşı tavır ve teslimiyetleri aynıdır
n Ve Hz Yusuf (as) senelerden sonra kavuştuğu anne ve babasını şehre davet ederken, şöyle demiş ve meşiet-i ilahîyi nazardan uzak tutmamıştı: “Allah’ın dileğince güven içinde Mısır’da yerleşin ” (Yusuf, 12/99)
Nebilerden hangisine baksanız, O’nun îtikat ve düşünce silsilesi içinde meşietin gergef işlenir gibi ele alındığını ve işlendiğini görürsünüz Tabiî bunu nebilere de Cenab-ı Hakk talim etmiştir
İlâhî meşiet herşeydir ve insan iradesine göre esastır Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir
B Hadîs-i Şeriflerde Meşîet-i İlâhî
a Ahmet b Hanbel’in, Hz Aişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var Tufeyl diyor ki:
“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum Onlara: “Siz kimsiniz?” diye sordum Onlar da “Biz Yahudi cemaatiyiz” dediler Ben de “Siz ne güzel bir cemaatsiniz Keşke Uzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz” dedim Bunun üzerine onlar da: “Siz de ne güzel cemaatsiniz Keşke (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz” cevabını verdiler
Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm Onların yanına gittim Kim olduklarını sordum Nasara olduklarını söylediler Ben de yine: “Siz ne güzel cemaatsiniz Keşke Mesih Allah’ın oğlu demeseydiniz” dedim Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, “Siz de ne güzel cemaatsiniz Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz” dediler Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz Aişe’ye naklettim O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış Efendimiz beni çağırarak, “Bu rüyayı kimseye anlattın mı?” diye sordu Ben de: “Anlattığımı söyledim ” Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitde toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: “Ey insanlar şimdiye kadar size bir meseleyi haya ifadesi olarak söylememiştim Sizin bu sözünüz beni mes’ul etmese de sizi sorumlu hale getirir Sakın bundan böyle, “Allah ve Muhammed dilerse” demeyin Belki “Allah dilerse”, deyin “O tektir ve O’nun şeriki yoktur” dedi ”10
Bu hâdise ve hadîsden de anlıyoruz ki, meşiet-i ilâhi esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir
b Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi Efendimiz hemen ona: “Böyle deme Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de” diye ferman etti 11
İşte Rasul-i Ekrem (sav) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu
c Hiç şüphesiz Allah Rasulü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım Kalbimi dininde sabit kıl ”12
Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasulü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor Aldığı cevap aynen şu oluyor: “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır Nasıl isterse onu o tarafa çevirir ”13
Nevvas b Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir: “Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır ”14
Zaten Cenâb-ı Hakk da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir: “Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın ”(Âl-i İmrân, 3/8)
Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşietini isbat eder Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini itiraf ma’nâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşiettir Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz  
C Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer’î Meselesi
Aynı konuyla ilgili ayrı bir hususa daha temas etmek istiyoruz Böyle bir televvünle yorucu bu mevzuyu da mümkün mertebe avamileştirip bir kere daha anlatmak niyetindeyiz Anlatmak istediğimiz hususa şu âyet bir mukaddime olabilir Âyette şöyle denilmektedir: “Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir ” (A’raf, 7/54)
Emir ve yaratma Allah’a aittir Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır
Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî
İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î
Kainatta, cebrî emir hâkimdir Cenâb-ı Hakk yarattığını hep cebrî olarak yaratır Hiç kimse bu cebir karşısında birşey diyemez Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir
Cenâb-ı Hakk, Mâlikü’l-Mülk’tür Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar
Emr-i dinî ve şer’î’de ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafi bir yetki ve selâhiyet verilmiştir Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin ma’nâ ve muhtevasını da anlamış oluruz
Âyât-ı Tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar Emr-i Şer’î’de ise, Cenâb-ı Hakk, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir Her iki emirde de hem O’nun meşieti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur
Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir Peygamberlerin yaptıkları da öyledir Salih kulların sâlihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hakk, hoşnuttur, râzıdır 
Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir
“Allah, kullarının küfre girmesine râzı değildir”(Zümer, 39/7),
“Allah, fesad çıkaranları sevmez” (Kasas, 28/77),
“Allah, müsrifleri sevmez ” En’am, 6/141),
“Allah, haddi aşanları sevmez ”(A’raf, 7/55),
“Allah, cimri ve kibirlileri sevmez ”(Nisa, 4/36) gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir
Allah (cc) fesadı yaratır Yaratması meşietinin taalluku ile olur Fakat O’nun fesâda rızası yoktur Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zâviyeden bakalım:
Cenab-ı Hakk buyuruyor: “Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz ”(İsrâ, 17/16)
Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir Ama acaba gerçekten öyle midir?
Mütrefîn, ruhda, ma’nâda ayak takımıdır Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle  İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir
Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir Yoksa şer’î emir değildir Zira Cenâb-ı Hakk hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez “Allah fuhşiyâtı emretmez” (A’râf, 7/28) âyeti bunun en açık delilidir Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’i, diğerinin ise emr-i tekvinî olması keyfiyetinde gizlidir
“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” (Râd,3/11) mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvinî bir emri dile getirmektedir
İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimâî hayat ve medeniyet dünyasının da talihi tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere, gerisin geriye döner ve söner giderler
Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkar etmiş ve sapık bir yola düşmüştür Mu’tezile de iradeyi esas alarak, “kul kendi fiilini kendisi yaratır” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki: Emr-i tekvînîde de, emr-i şer’î’de de esas olan meşiet-i ilâhîdir Fakat emr-i şer’î’de kulun iradesine, o şartı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir Ona meşiet taalluk etmezse hiçbirşey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir Hatta, kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşieti taalluk eder Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker
Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıdır Kur’an-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir: “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyete açar Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır ”(En’am, 6/125)
İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir İnsan böylece huzur ve saadeti tadar Bu da ona doyumu mümkün olmayan bir haz verir ve sadrı genişledikçe genişler O bu imânı sayesinde, insanlığın kemâl noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi haline gelir İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir Belki gücü herşeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır Zira, akıl ve zekaca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behîmi arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşietin hikmet yüklü bir eseridir
Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hılkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz Evet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir Mümkün görünen şeyleri bazen gayr-i mümkün kılan; gayr-i mümkün görünenleri de imkan sahasına sokan yegane kuvvet O’dur O’nun güç ve kuvveti zâtındandır Onun için de biz O’na, kuvvetin tâ kendisi olarak bakıyoruz Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşiet ve dileme sadece O’nun hakkıdır Hidayet ve dalalet hususunda da durum aynıdır Hâdî ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır
O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Rasulü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir
Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet arayan A’şa gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı birşey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir 
Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir Ayrıca, bu binanın plânını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu plânı Levh-i Mahfuza kaydetmiştir Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir ve onun gönlünü İslâmiyete ısındırır ve hakikatın tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür Görünür de hakikata karşı hahişkarlık duyar Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar (Müddessir, 74/48-51) ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır
Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır O da insanın iradesidir Birşey yapma veya yapmamaya karar verme duygusu esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir Dolayısıyla da vicdanen kendisini mes’ul sayar İrade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir Cenâb-ı Hakk yaratacağı herşeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır
Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız? Servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız Herşeyinizi o yolda sarfettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız yani iradeden beklenen herşeyi ortaya koydunuz İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşieti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir Evet sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir Bu ilahî bir kanundur ve asla değişmeyecektir
Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır Hiç kimse de O’na birşey sorma hakkına sahip değildir Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hakk’dan isteyeceksiniz Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait herşeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (cc), sizin ma’kus talihinizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır
Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hakk da ona şehidlik bahşediyor Bu payeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşahede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor
Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, hârikulâdeden, ne Heraklit, ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin Cenâb-ı Hakk, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanisini sizler için değiştirecek değildir Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur
Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir  Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır” denmiştir Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır: “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır ” (Bakara, 2/214)
Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, yan gelip yatılacak bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede evet işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman Küllî İrade kendine düşeni yapacaktır Yani idbarınız ikbâle, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir 
Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını tersyüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır Madem ki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz Zira İlâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir 
Kader’in meşiet-i ilâhî açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:
Cenâb-ı Hakk, herşeyi kuşatan ilmiyle, ilerde bizim iradelerimizle yapacağımız herşeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor sonra da bunları birer plân halin de Levh-i Mahfuza kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Allah dilerse birşey olur, Allah birşeyin olmamasını murâd buyurursa o şey de olmaz kanaat ve inancını taşıyoruz
4 YARATMA AÇISINDAN KAZA ve KADER
Herşeyi yaratan Allah’tır “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur Biz de, amellerimiz de buna dahiliz Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de: “Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır”(Sâffât, 37/96) buyurulmaktadır
Efendimiz de bir hadîslerinde: “Her sanatkârı ve sanatını yaratan Allah’tır”15 ihtarında bulunmaktadır
Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir?
İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre bir nisbet bulmak mümkün değildir Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanıbaşımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür
Yaratan Allah’tır Kur’an, sünnet ve inkişaf etmiş vicdanlar bunun böyle olduğuna şâhidlik etmektedir Bu sebepledir ki, Allah Rasulü ve O’nun ümmeti olarak bizler, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için iyi şeyler yaratmasını, kendi irademize dayalı olarak değil de rahmet kaynaklı olmasını isteriz sadece bir fikir vermek için burada biriki duayı zikretmek istiyorum:
Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte Efendimiz, istihâre duası olarak bize şu duayı talim etmektedir:
“Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum
Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey bilmem Sen “Allâmü’l-Guyûb” (Bütün gizlilikleri bilen) sin
Allah’ım eğer bu iş (burada işini zikreder ) benim dünya ve ahiret kazancım adına, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdir buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl Ve yine Sen biliyorsun ki, bu iş benim din, dünya ve âhiretim hesabına başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdir et Sonra da takdirine beni hoşnut eyle  ”16
Efendimiz bu dualarıyla bize, kadere ait bazı sırları öğretmenin yanında bizi hayra kavuşturacak ve yine bizi şerden uzak tutacak yegane güç ve kuvvet sahibinin Allah (cc) olduğunu gösteriyor O’dur ki, şerrin kötülüğünü vicdanımıza acı acı duyurur ve bizi ondan uzaklaştırır Hayır hakkında da içimize bir inşirah, bir meltem salar ve vicdanımız bu inşirahla dolar taşar ve biz de bütün benliğimizle o hayrı kucaklamaya çalışırız Zaten »ğÍÓœğÁğ†«‰ÚŒÓÍÚ—Ô “Hayır O’nun elindedir ” Başkasının bize hayır vermesine veya gelmekte olan hayrı bizden uzaklaştırmasına imkan ve ihtimal de yoktur
Hz †Yusuf’a musallat olan belayı Allah defetmiştir Gördüğü bürhan nedir? Burada onun münakaşasını yapacak değiliz Ancak ihlasın özü haline gelmiş bir peygamberi Cenâb-ı Hakk, bir kadının şerrinden korumuş ve muhafaza buyurmuştur Onun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de meselenin bu yönü anlatılırken şöyle denmektedir: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik Doğrusu o bizim muhlasîn (ihlasa erdirilmiş) kullarımızdandı ” (Yu-suf, 12/24)
İşte burada, kötülükle, iradenin meyli arasına Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı giriyor ve ferdi, kötülüğe meyletmekten kurtarıyor Şu kadar var ki, Hz Yusuf hakkında söylenen “O bizim ihlas sahibi kullarımızdandı” ifadesi, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanını celbeden Hz Yusuf’un ihlasıdır Bu ma’nâyla irtibatı bakımından Efendimiz’in şu mübârek sözleri de çok mânidar ve çok mühimdir; O, şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğunda bütün beden iyidir O bozulduğunda da, bütün beden bozulur Dikkat edin, o kalbtir ”17
Evet, kalbin ihlasa ermesi ve Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbetle, saygıyla dolup taşması, üst üste kavisler halinde gelen belaları defetmeye bir vesile ve vasıta sayılmaktadır
Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîste, Efendimiz, bir dualarıyla, herşey gibi fiilleri yaratanın da Allah olduğu hususunu dikkatle hatırlatır Bilhassa sabah namazlarında bazı imamların iftitah duası olarak okudukları bu duanın bir bölümü şöyledir: “Allah’ım, Sen’in verdiğini geri çevirecek yoktur; Sen’in menettiğini de verecek Sen’in yanında iltimas olmaz Bütün şeref Sen’indir ve Sen’den-dir ”18
Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimse geriye çeviremeyeceği bu duada talim edilmiş bulunuyor Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir
Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz İşte bizdeki bu teslimiyet, Meşîet-i İlâhînin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve marifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz Cenâb-ı Hakk, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! (Amin)
Sözün başında da dediğimiz gibi, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir ve bunların vücud bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve yaratmasına bağlıdır
Kur’an-ı Kerim’de bu husus tafsilatıyla ele alınmıştır Biz sadece misal olması bakımından bir-iki âyete temas edeceğiz:
“Kimi Allah hidâyete erdirirse o hidayete erer Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın ”(Kehf, 18/17)
“Allah kimi hidâyete erdirirse ancak o hidâyettedir ”(İsra, 17/97)
“Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur Allah azîz ve intikam alıcı değil midir!”(Zümer, 39/37)
Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak herşeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum
Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibari dahi olsa, onları mevcud iradenin istek ve talebi üzerine yaratır Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (cc) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha suresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: “Allah’ım bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme”(Fatiha, 1/7) deriz Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, sapık olanlar da Hristiyanlardır”19 buyurmuşlardır Mevzuyu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidâyetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir Tâ ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!
1) Müslim, Kader 7
2) İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 188-202
3) İbn Kesîr, a g e III, 151-166
4) İbn Kesîr, a g e III, 135-145
5) Buhârî, Bed’ül-Halk, 1; Tirmizî, Tefsir-i Sure (5) 3
6) Buhârî, Nikah 119, Cihad 23; Müsned, II, 229,275,506
7) Ebu Davud, Edeb, 106
8) Buharî, Bed’u-l’Halk, 6; Müslim, Birr, 157
9) Müslim, Sıfatu’l-Münafıkîn, 76
10) Müsned, V/72
11) Müsned, I/214
12) Tirmizi, Kader, 7
13) Müslim, Kader, 17
14) İbn Mace, Mukaddime, 13
15) Kenzü’l-Ummâl, I/263
16) Buharî, Teheccüd, 25; İbn Mâce, İkâme, 188
17) Buharî, İman, 39
18) Buharî, Kader, 12
19) Müsnedl, IV, 378
|