Prof. Dr. Sinsi
|
Kalbin Amelinden Olan Bâtınî Şartlar
Rükû ve secdeye gelince, şüphe yoktur ki, bunlardan gaye Allah'ı tâzimdir Bu bakımdan eğer O'ndan gafil olduğu halde Allah'ı fiille tâzim etmek câiz olsaydı, önüne konan putu da tabiî fiilleriyle, bilmeyerek tâzimi de hâşâ mümkün olurdu veya kendisinden gafil bulunduğu ve tâzimini aklından bile geçirmediği, önündeki duvarı tâzim etmesi de sözkonusu olurdu
Gafletle yapılan rükû ve secdeden tâzim ruhu çıktıktan sonra, belini ve başını hareket ettirmekten başka bir mânâsı kalmaz
Böyle bir harekette imtihana değer bir meşakkat (eğer tâzim ruhu olmazsa) yoktur ki, bu hareket dinin direği, küfür ile İslâm'ın arasını ayırt eden alâmet olup, mertebece hac vesair ibâdetlerden önce gelsin; onu tembellikle terkedenin (had için) katli vâcip olsun Namaza verilen bu büyüklük ve önemin, sadece zahirî amellerinden dolayı olup bunda kendisinden kastedilen münacaatın rolü bulunmadığı kanaatinde değilim
Namaz derece bakımından oruçtan, zekât, hacc ve sair ibâdetten ve hatta, hakkında 'Elbette kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah'a erişmez (Allah katında makbul olmaz ) Fakat Allah'a sizden ancak takvâ ulaşır' (Hac/37) ayeti nâzil olan ve maldan eksiklik hesabıyla nefisle mücahede sayılan kurbanlardan da ilerdedir
Takvâ, kalbe üstün gelip Allah'ın yüce emirlerini yapmaya zorlayan sıfattır Allah tarafından makbul ve matlup olan da budur Hâl böyle iken nasıl olur da fiillerinden gafil olunan bir namaz emrolunur? Kalp huzurunun namazda mânen şart olduğuna delâlet eden delil, işte bu zikrettiğimiz gerçektir
Şayet "Kalp huzurunu namazın sıhhati için şart koşup bu huzur bulunmadığı takdirde namaz bâtıldır hükmünle, 'Kalp huzuru sadece tekbir alırken şarttır' diyen fukahânın icmaına muhalefet etmiş oluyorsun" dersen, bil ki, İlim bölümünde fakihlerin kalbe müdahale etmeye yetkili olmadıklarını, kalbi yarıp bakmaya ve âhirete götüren yolda söz söylemeye salâhiyetleri bulunmadığını, ancak dinin zâhir hükümlerini âzaların zâhir amellerine bina etmeye yetkili bulunduklarını kaydetmiştik
Amellerin zâhirî icrası, ancak ölüm cezasının kalkmasına, hükümdarın (icra organının) takbih ve ta'zir cezalarının düşüşüne kâfidir Fakat bu zâhirî amel âhirette fayda verir mi vermez mi, bu konu fıkhın hududu dışındadır Kaldı ki, huzur-u kalbin namazda sadece tekbir alınacağı sırada şart olup diğer zamanlarda şart olmadığında fakihlerin icmaı bulunduğunu iddia etmek de mümkün değildir Çünkü Ebu Talib el-Mekkî, Süfyan es-Sevrî yoluyla Bişr el-Hafî'den 'Korkmayanın namazı fasiddir ' hükmünü rivayet etmektedir
Hasan Basrî'nin 'Kalp huzurundan yoksun olarak kılınan namaz, rahmetten ziyade ceza ve ukûbâtı celbeder' dediği rivayet edilmektedir
Muaz b Cebel (r a) 'Namazda iken sağında ve solunda cereyan eden şeyleri anlamaya çalışan kişinin namazı, namaz sayılmaz' buyurmuştur
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul bazan namaz kılar; fakat namazın altıda biri, hatta onda biri kendisi için yazılmaz Kişinin namazından ancak anlayıp idrak ettiği kadarı kendisi için yazılır  83
Eğer bu sözü, Hz Peygamber'den başkası söylemiş olsaydı, muhakkak bir mezheb ittihaz edilirdi Kaldı ki Hz Peygamber'den gelmiştir, nasıl olur da kabul edilmez?
Abdülvahid b Zeyd84 (r a) 'Ulemanın ittifakıyla sabit olmuştur ki, kişinin namazından ancak anladığı kadarı defterine yazılır' buyurmuştur Dikkat edildiğinde görülür ki; Abdülvahid de ulemânın, kalp huzurunun namaz boyunca şart olduğu hususunda ittifak ettiğini nakletmektedir Muttakî fakihlerin ve âhiret âlimlerinin bu konudaki hükümleri sayılamayacak derecede çoktur
Hak, şer'î delillere dönmektir Bu şartın gerekliliğini belirten eser ve haberlerin açık olmasına rağmen zahirî teklif hususunda fetvâ, halkın kusurlu olduğu gözönünde bulundurularak takdir edilir Her insana, namaz boyunca kalp huzuru şart koşulamaz; çünkü müstesna bir azınlık hariç, bu yükün taşınmasında bütün insanlar âciz kalır
Zaruretten ötürü namaz boyunca huzur mümkün olmadığı takdirde buna katılmaktan başka çare bulunmaz Ancak bir lahza da olsa huzur ismini taşıyan bir halin bulunması şart koşulmuştur
Huzurun bulunması için en müsait zaman da tekbir getirilme vaktidir Bunun için biz de ancak bu vakitte huzur ile mükellef olduğumuzu kaydederek kısa kestik Buna rağmen ümidimiz şudur ki: Bütün namazı boyunca gafil bulunan bir kimsenin hali, namazı büsbütün terkedenin hâli gibi değildir; çünkü gafil, namazını zâhiren edâ edip bir an için de olsa kalp huzuruna varır Nasıl böyle kabul edilmesin ki? Halbuki unutarak abdestsiz namaz kılan bir kimsenin namazı, her ne kadar fasid ise de, ibadet yaptığından dolayı, kusuru ve özrü kadar da olsa bir ecri vardır Bu ümide rağmen gaflet ile namaz kılanın halinin büsbütün terkedenin halinden daha şiddetli olmasından da korkulur
Korkulur; çünkü padişahın hizmetinde bulunup, huzuru ihlâl edici ve küçük düşürücü gafilin konuşması ve gevşek hali, hizmetten tamamen kaçanın halinden daha berbattır Korku ve ümit sebepleri çatıştığı ve durumun tehlike arzettiği bir zamanda ihtiyatlı ve müsamahakâr davranmak sana aittir; istediğini seçebilirsin Bütün bunlarla beraber fukahanın gaflet ile kılınan namazın sahih oluşuna dair verdikleri fetvâya muhalefet etmek niyetinde de değilim Daha önce işaret edildiği gibi, bu hüküm fetvânın zaruretindendir
Namazın sırrını bilen, gafletin namaza zıt düştüğünü de bilir Fakat akaid kaideleri bahsinde zahir ve bâtın ilimlerinin farklılığını belirtirken, şeriatın görünen her sır ve hikmetini söylemeye mâni olan sebeplerden birinin de halkın anlayışındaki kusurun olduğunu söylemiştik
Bu konuyu, bu kadarla kapatalım Çünkü âhiret yolunun yolcusuna bu kadarı yeter de artar bile Fazla mücadeleye hevesli olan münakaşacıya gelince, biz şimdilik ona hitap etmeye niyetli değiliz
Kısacası kalp huzuru, namazın ruhudur Bu ruhun idamesi en azından tekbir alındığı zaman bulunmasına bağlıdır Tekbir anında huzurun eksikliği ruhun helâk olması demektir Huzur, namazın parçalarında ne derece ise ruh da o nisbette gelişir
Ölüye yakın nice hareketsiz diri vardır Bütün namaz boyunca gafil olup sadece tekbir alınırken huzura kavuşanın namazı, hareketsiz diriye benzer Allah'tan yardımını talep ederiz
80) Nesâî, İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den; hasen bir senedle)
81) Irâkî, merfû olarak görmediğini söylemektedir
82) Buhârî ve Müslim, (Enes'den)
83) Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban, (Ammar b Yâsir'den)
84) Abdülvahid, Basralı olup tâbiîn ulemasından müttaki ve âlim bir zâttır
|