Prof. Dr. Sinsi
|
Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...
Çelişkili bir biçimde, Locke’u Hobbes’tan ayıran şey, bireylerin “doğal hakları” na, Leviathan’ın yazarının tanıdığı köklü önceliği vermemesidir Hobbes’ta doğal yasa, sistemin tanımladığı bir düzen ortaya koyar; bu, “haklar”ın önce körlemesine, daha sonra bir sisteme dönüşen düzenidir İnsanların öznel hakları, Locke’da Tanrı’nın atadığı “doğal yasa”nın sonucudur:
Yaratıcım’a karşı görevlerim olduğu gibi, kendi üzerimde ve etkinliklerimin ürünleri üzerinde de kökene ilişkin bir güç taşırım; özgürlüğü ve geri alınamaz hakların “iyeliği”ni de bu sağlar ama bu, doğal yasaya hep boyun eğmek zorun da olmama bir engel değildir
Böylece ilk liberalizmde, genellikle gözardı edilmiş olan ve “hoşgörü” ile “vicdan özgürlüğü” ne ilişkin tam anlamıyla liberal anlayışta belirleyici olan bir ilahi boyut vardır “Kişisel”le “kamusal” arasındaki ayrımı, Hobbes’un siyasal bütünün yaratılışı ve perçinlenmesinin başarılı bir sonucu gibi gördüğü yerde, liberal gelenek kişisel alanın varlığını ilksel bir veri gibi görür Bu da Protestan esinli liberallere (Fransa’da Pierre Bayle gibi) “vicdan” haklarının, sivil yetkenin koyduğu ilkeler karşısındaki üstünlüğünü beraberinde getirir; kaldı ki, Locke’un, ilk metinlerinde savunduğu “Hobbes”cu kavramlardan uzaklaşması ölçüsünde bu temel nitelikli “vicdan özgürlüğü” kavramına aşamalı bir biçimde yaklaşması anlamlıdır Ama, “doğal yasa”ya duyulan bu güven sonsuz değildir, daha sonraları büyük liberallerin birçoğunun, neden, savlarına salt içkin bir kanıt getirmeye çalışmalarına açıklık getirir “Laik” modernliği “Hıristiyan” kaynaklarıyla birleştiren karmaşık ilişkinin dile getirdiği bu gerilim, Locke’da daha önceden vardır:
Ona göre törel kurallar “doğal yasa”nın sonuçlarıdır, ama aynı zamanda pratik kavramlar insan aklının yaratımları olarak da görür; bu da toplumsal dünyanın, salt insana özgü ya da içkin bir biçimde ayarlanmasını olanaklı kılar
Liberalizmin birliği ve çeşitliliği: Toplumsal sözleşme, güçlerin dengesi ve piyasa
Bütünü içinde ele alınan liberalizme belirgin niteliğini kazandıran şey, Devletle toplum arasındaki ayrımı doğal ve gerekli bir veri olarak ya da en azından modern “uygarlığın” kalıcı bir aşaması gibi görmesi ve hem Devletin toplum karşısındaki mutlak egemenlik düşüncesidir (“devletçi”) hem de siyasal örgütlenimin toplum içinde erimesidir (“anarşist”)
Ama, özellikle Devletle “sivil toplum” arasındaki ayrımı dile getiren bu düşünce, toplumsal bağın oluşum biçiminin ele alınması biçimine göre farklı biçimler de karşımıza çıkabilir: Liberalizm, bir toplumsal sözleşme doktrini, güçlerin dengesi ya da “ayrı mı” ve piyasanın dolaysız bir biçimde düzenlenmesine boyun eğen ekonomik sarmalın özerkliğinin düzenli bir biçimde savunulması içinde dile getirilebilir
Locke’un siyaset felsefesi, toplumsal sözleşmenin liberal kuramının klasik anlatımı gibi görünür: Sivil hükümetin sınırlarını, bireylerin “hakları”ndan ve bireylerin mutlaka peşinden koşmak zorunda oldukları amaçlardan çıkarsar Ama bu amaçların kendileri de karmaşık, birey haklarının birbirlerinden ayrı iki temelini ortaya koyan bir çıkarsamanın konusunu oluştururlar Bu temellerden bireyin korunma yollarını aradığı birincisi, en çıplak biçim altında doğal gereksinim içinde yer alır; bu bakış açısından, Locke, Hobbes’tan daha köktenci bir bireycilik anlayışını savunur: Ötekine duyduğu korkudan kurtulmak için Hobbes’un insanı gücü (insanlar arasında en az ilişkiyi varsayan) elde etmeye çalışmaktaydı, buna karşın Locke’un bireyi ilkel bir biçimde açlık tarafından devindirilir Bu da, çalışma yoluyla doğal iyeliklerin edinilmesine ilişkin, başlangıçta tümüyle “kişisel” bir süreci devinime geçirir (P Manent, 1987, s 95 ve dvm ) Bununla birlikte, bu doğal hak, kendisi ne anlamını kazandıran (insan kendini korumak zorundadır, kendini yok etmeye hakkı yoktur) ve “sivil hükümet” oluşturumunun her aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri yönlendirmek durumunda olan “doğal yasa”ca oluşturulmuş, daha önceden var olan bir ağ içine katılır; işte tam bu nedenle, Locke’ta hükümetin işlevi, kendisinin yapmadığı bir hukuk ve ilişkiler bütününü güvence altına almaktır
Sonuç olarak, Locke’un sözleşmeci kuramı, daha sonraları “Devlet”le “sivil toplum” arasında yaptığı ayrımı “doğal yasa”ya yaptığı gönderimle temellendirir Ama bu doktrinin kendisi de liberal kuramın gelişimine açıklık getiren güçlükler barındırır
Önce, “sivil hükümet”i ele alalım: Bu hükümet, ancak birleşmiş bireylerin aracı durumuna gelirse ve onların “haklarına” saygı gösterirse yasallık kazanır Ama aynı zamanda bireyler arasındaki anlaşmazlıklara kesin çözümler getirmek zorundadır, bunu da çoğunluk kuralı aracılığıyla gerçekleştirir; oysa, “iyelik” denli önemli bir sorun söz konusu olduğundan, çoğunluğun kararı, bireyin “kişisel rıza” (own consent) ile denk görülür: Burada, yalnızca liberal olmakla kalmayan, aynı zamanda daha baştan “demokratikleşmiş” bir mantık ortaya çıkar Öte yandan, yasamanın üstünlüğü, “yürütme” erkinin ya da “federatif”in belli bir özerkliği olmasına engel değildir ve bu özerklik erkler arasında temel sürtüşmelere yol açabiliremek oluyor ki “güçler dengesi” liberal mantığın özünden kaynaklanan bir zorunluluktur ve “anayasacılığın” gelişimine bu denge olanak tanıyacaktır Bireyler arasındaki ilişkilere gelince, ekonomik alışverişlerde ya da törel düşüncelerin iletişimi içinde ortaya çıktığı biçimiyle, kısa bir süre sonra “sivil toplum” adı verilen yeni bir dünya kurarlar
Liberalizmin, Locke ile Adam Smith arasında yön değiştirmiş olmasına karşın, klasik liberal düşünce köklü bir birlik içerir; bu da, ister siya set isterse ekonomi söz konusu olsun temel kav ramlar incelendiğinde hemen kendini gösterir Özellikle “İngiltere Anayasası” üzerine yürütülen düşünceler aracılığıyla geliştirilen güçlerin dengesi ve “ayrıması” doktrini, siyaset kuramının yenilenmesi yönünde liberalizmin getirdiği iyi bir örnektir Kökenini, Aristoteles, Cicero ve Polybus’dan bu yana monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin avantajlarını karşılıklı olarak bir araya getirmenin yolu gibi görünen “karma rejim” örneğinden alan Ingiliz rejimi bu tür hükümetin modern bir çevrimi olarak Kral, Lordlar ve Parlamento içindeki “Komün ler”i bir araya getirir Ama Montesquieu’nün ve onu izleyen düşünürlerin dehası, Ingiltere’de gerçekleştirilen ılımlılandırma ve denge kurmanın tümüyle yeni bir atılımdan kaynaklandığını anlamak olmuştur: “Olguların düzeni gereği erkin erk üzerinde belirleyici olduğu” (De l’esprit desbis, XI, 4) bu rejimde kurumların başarılı bir biçimde düzenlenmesi, bireylerin bağımsızlıklarını en üst düzeye çıkararak onları Özgür bırakmak olmuştur Üstelik, bu düzenlenim ancak siyasal güçlerin belli bir düzen içinde desteklenmesi durumunda başarıya ulaşır; bu düzen, yasama yetkesinin ve yürütme yetkesinin dengesini, kendilerini destekleyen taraflar arasındaki bağıntıya bağlar
Montesquieu ’deki “güçlerin ayrımı” nın sınırlarına ilişkin tüzel sorunun ötesinde, (Montesquieu yalnızca, “güçlerin ayrılması gerektiğini” söyler) “İngiliz Anayasası’nın” örnek niteliğinin, karma rejimin antik idealine bağlılıktan değil, modern özelliklerinden kaynaklandığı açıktır
Kaldı ki, bu nedenle Ingiliz ve Amerikan devrimleri sırasında en bilinçli liberal güçlerin, “erkin erk üzerinde belirleyici olduğu” siyasal düzenek düşüncesini ön-liberal düşünceden, sendika anlayışını andırır bir biçimde örgütlemiş kalıcı toplumsal güçlerin bir dengesi düşüncesinden açıkça ayırmayı arzuladılar Amerikalı Anayasacılar’ın dehası da Ingiltere’ye özgü çifte yandaşlı sistemden daha geniş “çoğulculuk”un bulunuşundan başka, bu değişimin, “anayasalcılığın” (eğer Özgürlük hükümet organları arasındaki ilişkiye bağlıysa, bunların konumlarını belirleyen düzen, bu organların her- birinden daha üst düzeyde yer alır) ve “halk egemenliği”nin (eğer farklı yetkeler, özel toplumsal güçlerden kaynaklanmıyorsa, bunların tümü kökenini “halktan” almak durumundadır”) ikili biçimde ilerlemesiyle bir bütünlüğe kavuşabileceğini anlamak olmuştur
|