Yalnız Mesajı Göster

Nefs Hakkında Bütün Konular

Eski 07-28-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Nefs Hakkında Bütün Konular




Nefs; Anlam ve Mâhiyeti

Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin özünü, kendisini belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır Kur'an'da zamir biçiminden başka; ruh, can, iç, kalp anlamlarında kullanıldığı da görülür Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ruh karşılığında kullanılmaya başlandı; Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konusu durumuna geldi
Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür Sözgelimi,
"Gelin kendimizi (enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım” (3/Âl-i İmran, 61) âyetinde; "kendimiz = enfüsenâ" Hz Peygamber, "kendiniz = enfüseküm" ise Hz İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hristiyanlar dile getirilmektedir Kelime, "Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem" (5/Mâide, 116) örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah'ı, bir âyette (25/Furkan, 3) ilâhları, bir âyette de (6/En'âm, 130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın" (6/En'âm, 93) âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı âyetlerde "kötülüğü emreden" (emmâre) (12/Yusuf, 53), "kınayan/levvame" (75/Kıyâmet, 2) ve "huzura eren/mutmainne" (89/Fecr, 27) nitelikleriyle kullanılır " Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı" (12/Yusuf, 77) ve "Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir" (2/Bakara, 235) örneklerindeki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır
Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur'an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı Kur'an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen selefe göre nefsin mâhiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi
Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Müslüman bilgin ve düşünürler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden sonra nefs konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri sürmeye başladılar Aristo felsefesinin Yeni Eflâtuncular tarafından yorumlanan biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin mâhiyeti, nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu gibi konularda çok sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı
Nefs konusuyla uğraşan bilgin ve düşünürler, insan gerçekliğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan mantıkî ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimallerden birisine dayandırmışlardır Buna göre, sözgelimi bir insan "düşündüm", "yaptım" dediğinde, buradaki "ben"le anlatılmak istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel bir şey (âraz ya da kuvvet), ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir Diğer bir seçenek de bu şeyin ne cisim, ne de cisimsel olmamasıdır Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine kuran Müslüman düşünürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar Birinci fırkaya göre nefs cisim ya da cisimsel olmayan soyut bir varlıktır İkinci fırka ise nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim ya da cisimsel bir varlık olduğunu savunmuştur
Nefsin soyut bir varlık olmadığını savunan düşünürler, nefsin mâhiyeti konusunda birbirinden farklı çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir:
1 Nefs bir atomdur İbn el-Ravendi'nin savunduğu bu görüşe göre soyut mümkünlerin olması imkansızdır Nefs ya da ruh, kendi özüyle var olan bir cevherdir Bu cevher basit varlıkları kavrar Yeri kalptir Bu nefs insanın özünü oluşturur
2 Nefs, bedenle birlikte ortaya çıkan canlılıktır Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre insan, bedenle birlikte var olan bu hayattan ibarettir İnsanda, beden dışında birşey yoktur
3 Nefs, beyinde güç, kalpte fiildir
4 Nefs üç ayrı cisimden oluşan bir bileşiktir Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisimdir Yeri kalptir Hayvan bu nefsle varlık kazandığı için nefs-i hayvanî ya da rûh-ı hayvanî adı verilir İkincisi, yine latif, buhar gibi bir cisimdir Bunun yeri karaciğerdir Buna da nefs-i tabiî ya da rûh-ı tabiî denir Üçüncüsü de yine buhar gibi latif bir cisimdir Yeri beyindir Buna da nefs-i insanî ya da rûh-ı insanî adı verilir
5 İnsanın gerçekliğini oluşturan nefs, insanın maddî bedenidir Bazı Kelâmcılar bu görüşü benimsemişlerdir
6 Nefs, kemiyet ve keyfiyet bakımından dört sıvının mûtedil ölçüdeki bileşiminden oluşur Bu görüş de eski hekimler arasında yayılmıştır
7 Nefs, mûtedil ölçüdeki kandır
8 Nefs, mâhiyet bakımından maddî bedene muhâlif, ama gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz Maddî beden oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman bu nûrânî latif cisim bedene nüfuz eder, yayılır Beden bu yayılmaya uygun olduğu sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar Birçok büyük Kelâmcı bu görüşü benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse ilişkin olarak yazdıkları müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş, Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü belirtmiştir
Muhakkik Kelâmcılarla İslâm filozofları ve mutasavvıflarının bir bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu savunmuşlardır Bunlara göre insanın mâhiyeti ne cisimdir, ne de cisimseldir Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir Ne var ki bunlar da kendi içlerinde iki fırkaya ayrılmışlardır Muhakkik Kelâmcılara göre insan, bu nefs cevheriyle bedenin birleşmesinden oluşur İkinci fırkayı oluşturan filozoflarla mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla birleşir Nefs bedenin, beden de nefsin aynısı olur Birleşmelerinden sonra ikisinin toplamı insanı oluşturur Ölümle bu birlik bozulur Nefs kalır, beden ise yok olur
Tüm İslâm fırkaları nefsin kadim olmadığında, sonradan yaratıldığında görüş birliği içindedirler Buna karşılık nefsin bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden olmuştur İslâm filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra, yani ceninin ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır Bazı ifadeleri Gazalî'nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir Ne var ki, Gazâlî'nin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren ifadeleri de bulunmaktadır Kelâmcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu ise nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir
Nefsin mâhiyeti konusundaki düşüncelerinde Yunan felsefesinin yoğun etkisinde kalan Müslüman düşünürler, özellikle Aristoteles'in izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu olduğunu kabul etmişlerdir Buna göre nefs nebatî, hayvanî ve insanî nefs olmak üzere üçe ayrılır Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan nebatî nefsin üç gücü vardır el-Kuvvetü't-tegazziye (beslenme gücü), el-kuvvetü't-tenmiye (büyüme gücü) ve el-kuvvetü't-tevellüdiyye (üreme gücü) denilen bu güçler yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin devamını sağlar Hayvan ve insanlarda ortak olan hayvanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır Bunlar hareket ve algı güçleridir Hareket gücü, el-kuvvetül-bâise (harekete geçiren güç) ve el-kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır el-Kuvvetül-bâise, yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi, sinir ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır Algı güçleri de el-havassu'z-zâhire (dış algı güçleri) ve el-havassu'l-bâtıniye (iç algı güçleri) olarak ikiye ayrılır el-Havassu'z-zâhire beş duyudan oluşur el-Havassu'l-bâtıniye de hiss-i müşterek (ortak duyu), musavvira (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal gücü), vehim (sezgi gücü) ve hâfızadan (hatırlama gücü) meydana gelir Yalnız insanlara özgü olan insanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır Bunlar el-kuvvetü'l-âtime (bilici güç) ve el-kuvvetü'l-âmile (yapıcı güç) adlarını taşır Nefs-i nâtıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i aklî (aklî nefs) denen insanî nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri algılaması bakımından ilk olgunluğudur
Hemen hemen tüm Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında gelişen psikolojinin (ilmü'n-nefs) temellerini oluşturur Ama bu nazariye Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş, özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine yerleştirilmiştir (1)

‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir
‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır Şeriat ilminde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan içteki, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi
Nefsin İşlevi: ‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir
İnsan şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın,sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir Çünkü nefsin yapısı buna uygundur
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücâdele etmede şekilleniyor İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti kişiye bu mücâdeleyi öğretmektedir İslâm'ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar O noktada kendini ve işlevini unutur Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8) Ancak insan bu noktada sınanmaktadır
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir Çünkü insan böyle yaratılmıştır Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor Kur’an diyor ki: “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur Onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette ziyan etmiştir (yıkıma uğramıştır)” (91/Şems, 9-10)
Kur’an, kötülüğü emreden nefse dikkat çekiyor “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder” (12/Yusuf, 53) İtmi'nan bulmuş (tatmin olmuş, doymuş) nefisler, Allah onlardan râzı, onlar da Allah’tan râzı olarak kullarının arasına ve O’nun Cennetine girerler (89/Fecr, 27-30) Bu nefis, ya sağlam bir imana ermekle, ya korku ve üzüntüden güven içinde olarak, ya Allah’ı hakkıyla zikrederek, (Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur (13/ Ra’d, 28), doyar ve kurtuluşa erer
Kişinin müslümanlığının işareti, nefsinin isteklerinin Kur’an’a ve Peygamberimizin koyduğu ölçülere uygun olmasıdır Nefislerin; iman, ibâdet, itaat, duâ ve Allah yolunda çalışma ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir
Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması, ‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması veya ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’ çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır
Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir (2)

İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız Nefs Arapçada "insanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir
Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun) Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır" (91/Şems, 7-10)
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücur" ilham etmiştir Fücur Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü"
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir
Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır
İşte mü'minlerle inkarcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir Bu nedenle Kuran'da, Bakara Sûresi'nin 87 âyetinde inkârcı yahûdilere seslenilirken " size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" denildiği bildirilmektedir
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur
Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar Bu nedenle de nefislerindeki fücura teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar
Kuran'da haber verilen Hz Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhamet edendir" (12/Yusuf, 53) sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücur" kısmını inceledik Aynı âyetin devamından nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır
Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur Allah, bağışlayandır, merhamet edendir Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur" (9/Tevbe, 91-92)
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir
İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır" (64/Teğâbün, 16)
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir" (79/Nâziât, 40-41)
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön Artık kullarımın arasına gir Cennetime gir" (89/Fecr, 27-30)
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe yemin ederim Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim" (75/Kıyâmet, 1-2) (3)

Alıntı Yaparak Cevapla