Prof. Dr. Sinsi
|
Nefs Hakkında Bütün Konular
Egonun Özellikleri
1- Ego, kâinat ve insanda görülen sıfat, isim ve fiilleri tartan ve ölçen bir ölçüm cihazıdır Egonun en önemli özelliği budur Bir örnekle bu özelliği özetleyelim: Sınırsız ve her şeyi kuşatan bir güzelliği, seyredenlerin kavrayabilmeleri için, ya o güzelliğin zıddı ile mukayese edecek (ki, bu gerçekte bir sınırlamadır; demek, o güzelliğin dışında kalanlar var), ya da kendisinde o güzellikten bir numune olacak ki; şöyledesin: “benim güzelliğim buraya kadar, bundan sonraki onundur” İşte ego, her ikisini de yapar Önce kendisinde bir sahiplik farz eder Onunla kendi dışındakileri karşılaştırarak kendi sınırını anlar Diğer taraftan kendi kusurlarını görerek, kendi dışındakilerin isim, sıfat ve kudretini anlar Kendi sınırlılığını, noksanlığını fark ederek hem kendi türündeki insanları, hem diğer varlıkları ve hem de sınırsız olan Yaratıcıyı kavrar Bu nedenle Allah’ı bilmenin esas şartı, kendini bilmektir
Kendini bilemeyecek kadar benlik sınırları belirsiz bir kişi, Allah’ı bilemediği gibi, eski Yunan filozofları gibi, benliği şişen bir insan da, diğer insanlarla, canlılarla ve tüm evren içinde ne varsa onlarla herhangi bir uyum geliştiremez Kendini onların sahibi sanır Biraz daha ileri giderek, ilâh/tanrı yerine koyar tüm âcizliğiyle birlikte kendini “Kendi hevâsını (kötü duygularını) ilâh/tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (45/Câsiye, 23)
Benliğin bu yapısı nedeniyle, sınırsız ve mutlak olan bir varlığı anlamak için var olduğu anlaşılır İlk çağlardan beri, insanoğlunun bir şeye muhakkak inanması ve bu inanma gereksiniminin kaynağı işte buradadır Kâinatta, nesnelerin algılanma şartlarından biri, zıddının olmasıdır Ya da zıt sıfatların birbirine müdahalesidir Nisbiyet (rölavitive) Einstein tarafından fark edilen en önemli fizik kuralıdır Gerçekten eşyanın kendini fark ettirmesinin en önemli şartı nisbiyettir Ego, bu yönüyle ruhun bir nisbiyet cihazı gibidir Nisbîliğin tersi mutlaklıktır ve sınırsızlıktır Öyleyse egonun esas var oluş nedeni mutlak olan Allah’ı bilmektir
İnsanoğlunun müşâhedeleri göstermiştir ki, kâinatta her şeyin zıddı vardır; nisbîliğin de zıddı vardır, o da mutlaktır Mutlak olan, madde olamaz; öyleyse mutlak ve sınırsız varlık Allah’tır Nisbiyet, eşyalar arasındaki bağlardır Yani, iki eşya arasındaki nisbîlik, bir nesnenin diğerine karşı kendi kuralının dışına çıkmasıdır Ona karşı durum almasıdır Bu nedenle, evrendeki kurallar kadar da nisbiyet kuralları sözkonusudur Bu nisbiyet kuralılıyla ego, insanları anlar, onların varlığını fark eder, diğer insanlarla ilişkilerini sağlar Böylece insanlar arası sosyal bir sistem oluşur Ego, aynı zamanda gerçeği değerlendirme ve ölçme cihazıdır
2- Ego, kendini dünyada ebedî/sonsuz zanneder Başkalarının başına gelen birçok ölüm olayının kendi başına gelebileceğini kendiliğinden düşünemez Bunun sebebi, dikkatsizken ve ortalık sisliyken kendi sınırlarını aşırı genişletmesidir Ancak, ruhun koruyucu kuvveti olan akıl, dikkatli bir incelemeyle bunun kavrar Bu duruma ego itiraz edemez
İnsan hayatına dikkat edildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşılır: Âdeta insan 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan, müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir Bu idam ve ölüm kanununun dışına hiç kimse çıkamadı, çıkamaz Bilimsel gelişmelerle -olması kesinlikle mümkün değildir ya- farz-ı muhal dünyada ölümsüzlüğün yolu bulunsa, o zaman da dünyanın zenginlikleri o nüfusa karşılık vermeyecek ve bazıları azla tatmin olmayacaktır O yüzden, insanlar arasında çıkacak büyük savaşlarla yine hüküm aynı olacaktır İnsan, akıl ve mantığıyla konuya dikkat ettiğinde, bu gerçeği kavrar Ancak egonun rengiyle konuya bakıldığında, ego kendini ebedî sanır Sonuçta bir çelişki doğar Buna temel çatışma denir Bu temel çatışma, birkaç yoldan çözülebilir, ya da kişinin inanç durumuna göre hiç çözülemez Sonuçta, çözülemeyen bu çatışma, insanlarda temel bir mutsuzluğun nedenidir Çatışmanın birinci ve en sağlam çözüm şekli, biyolojik ölümün gerçekte bir ölüm olmadığını kabul edip âhirete yakînî bir şekilde iman etmektir İslâm, bu temel çatışmayı âhiret inancıyla tamamen çözmüştür
Egonun kendini ebedî/sonsuz sanmasıyla, akıl kuvvetinin aksini (ölümü) kavraması sonucu doğan temel çatışmanın ikinci çözümü, akıl kuvvetini yok sayma yoludur Bu ise, zevk ve eğlence ile ölümü hatırlamak istemeyip unutmak, alkol gibi sahte keyif veren ve bağımlılık yapan maddelerle aklı ortadan kaldırmakla yapılabilir Zaten insanların bir kısmı da böyle yapmaktadır Ancak, bu yol, maksadın aksine, azap ve elemlerle doludur Çözmek için çabaladığı çatışma, çok daha kompleks hale gelip başka çatışmaları doğurur En huzurlu ve doğru yol, egonun şu itirafıdır: “Ben, sonsuz ve ebedî değilim, başkasının varlık vermesiyle hayattayım O, benim varlığımın ebedî olmasını isterse ancak o zaman sonsuz olurum O, dünyada duyu ve algılarla koyduğu gereksinimlerimin hemen tamamanı karşıladığı gibi; içimdeki ebed arzusunu da âhirette karşılayacaktır” İşte bu inanç ve itiraf, temel çatışmanın tek gerçek çözümüdür
3- Egonun diğer bir özelliği; ego haz ve lezzetin kaynağıdır Ego, yani bir şeye sahip olmayı ölçen cihaz olmasaydı; lezzet ve haz sadece bir bilgi olarak kalırdı Bu haz bilgisi, lezzet alana ait olmazdı Eğer insan, gereksinimi olan bir şeyi, tek Yaratıcı’dan bilmezse, hem ihtiyaçlarının kendine ulaşmasında cimrilik, yavaşlık, düzensizlik, zorluk, pahalılık ve karmaşa olacağı düşüncesini yaşayacaktır; hem de ihtiyaç maddelerini rahat kullanamayacaktır Meselâ; bir meyve, insan teknolojisiyle yapılsaydı, siz onu zevk ve haz alarak yiyebilir miydiniz? Bunun imkânsız olduğunu, vitamin haplarından rahatlıkla anlayabiliriz Bundan daha büyük haz, kalbin huzur ve mutluluğudur, o da Yaratıcı’nın kabulü ve O’na itaat edilmesiyle gerçekleşecektir Ego, mutlak tek Yaratıcı’yı kabul ederek, sınırsız sayıda sahte tanrıya kul ve köle olmaktan kurtulup, huzur-ı kalbe ulaşır, gerçek mutluluğu yakalar Ego, tek Allah’a inanmadan fıtratının istediği gerçek saâdeti yakalayamaz
4- Egonun bir özelliği de, ödül gördüğü zaman “keşke ben de öyle yapsaydım, böyle olsaydım” demesidir Ego, bu düşünceyle de yetinmeyip biraz daha ileri giderek o ödüle sahip çıkar Hizmet ve ceza ile muhâtap olduğu zaman ise, hiç üzerine almaz, görmezlikten gelip “bana ne” deyip hizmetten kaçmak ister, cezayı üstüne almaz Ödül dağıtılağında hemen hazır olduğu halde, hizmet zamanı yoktur Ego, bu özelliğiyle sorumluluktan kaçar Hem sorumlu olmasın; hem de bazı değer ve ödüllere sahip olsun ister Yani ego, bencil ve benmerkezcidir Egoya göre, başkaları hizmet için, kendisi ücret için vardır Ego, iman ve akılla dizginlenmezse, onun şu istekleriyle yer fesada uğrayacaktır: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne?”, “Sen çalış, ben yiyeyim”
5- Egonun kendine özel ve çok geniş bir dünyası vardır Bu dünyanın esasını arzu ve emelleri, ümitleri, yakın çevresi ve ihtiyaçları oluşturur İnsanın ihtiyaçlarının bitmesi demek, hayat ve dünya ilişkilerinin kesilmesi demektir Her insanın hayalî dünyası kendine özeldir
6- Ego, içte olanın hükümleriyle dışta olanın hükümlerini karıştırır Egonun bu sıfatı, insanı haktan, gerçeklerden uzaklaştırır Böylece hayalde olan ya da olduğu farz edilen ile dıştaki olaylar sübjektif şekilde bencillikle yorumlanmaya çalışılır ve hata edilir
7- Ego, sabırsız ve acelecidir Her şeyin ânında vukua gelmesini ister Yer-zaman sınırlarını tanımaz
8- Ego, kendine hiçbir yararı olmayan işlerle uğraşmayı sever Bu nedenle de esas sorumluluklarına zaman bulamaz Ego, yetenek yönünden tüm hayvanlardan üstün olduğu halde, gereksinimlerini karşılama yönünden en küçük bir kuştan dahi geridir Çünkü kuşun ihtiyaç ve arzuları sınırlıdır İnsanınki ise, sınırsızdır İnsanoğlu, hayvanlardan farklı olarak terakki etmek, öğrenmek, olgunlaşmak zorundadır
9- Ego, kendi zaafları yüzünden, gerçekleri kavramak istemez İstemediğine ve işine gelmeyen doğrulara karşı kör ve sağırdır
10- Ego, zayıf, âciz, fakir ve tembeldir Ego, menfaatin kaynağıdır
Ego, tasavvuf geleneğinin ve halkın “nefis” dediği, ruhun bir alt sıfatlar kümesi olarak tanımlanmaktadır Egonun, bütün bu çelişki ve çatışmalardan kurtulması, yanlışlardan kaçınıp neticede kendisinin zarar göreceği hususlardan sakınması için; ilim, irâde ve kudreti sonsuz olan Allah’a inanıp güvenmesi ve O’nu sevmesi, sevdiğini göstermesi ve O’nun kendisini sevdiğini, merhametiyle davrandığını kabul etmesiyle mümkündür Bu, ruhun bir görevidir Nasıl ki, beyin, beş dış algı verilerini toplar; bunları işler ve bütünleştirir Sonuçta net bir değerlendirme ortaya konulur Burda, görme ya da işitme duyusunun bütünleyici, birleştirici ve uyum sağlayıcı rolünden bahsetmek mümkün olmaz
Ego da içten ve dıştan verileri alır Hatta bunları, çoğu zaman kendi zaafları istikametinde çarpıtarak ve ruhun gerçeği görmesini gölgeleyerek yapar Bu veriler ruhun kendisinde toplanır Fıtratının sağlamlığı veya bozulması ve imanı oranında ruh bu verileri değerlendirir; İnsanın mutluluğu ya da elemleri, ruhun tercihi doğrultusunda gerçekleşir Nefis veya benlik de dediğimiz “ego”, ruhsal uyumları temsil eden bir özellikler bütünü değildir Bu uyuma yarayan cevapları toplayıp dengeleyen ve faydalı bir âhenk meydana getiren, ruhun kendisidir Ruh, bir taraftan ego kavramı altındaki sıfatları toplarken; diğer taraftan, fıtrat, vicdan ve iman kavramı altındaki özellikleri değerlendirir ve tümünden bir sonuca ulaşır Şuur ve irâdesiyle davranışa hazır hale gelir Bu analiz ve değerlendirme sonunda beyindeki davranış tuşlarına basılır: Böylece konuşulur, yürünür, uyunur, saldırılır, ya da kaçılır Yani Allah’a teslim olmuş ve O’na her an kulluk içinde huzurlu bir hayat yaşanır veya egonun kulu veya egonun arzu ve seçimiyle başkasının kulu ve kölesi olunur (17)
Hayat: Yer ve gökteki yaratıklar, direkt veya dolaylı olarak insana hizmet etmekte Ama insanın fâni maddesine değildir bu hizmet Madde, asıl amaç değildir ki, varlık ona hizmet etsin ve ona tâbi olsun Eğer öyle olsaydı, ölü ve meselâ 80 kg olan insanın cesedi, 3 kg olan bebekten daha önemli olurdu Ama gerçek böyle değildir Biz o cesedin önemli olmadığını, onu bir an önce toprağa vererek insanlık tarihi boyunca fiilen göstermekteyiz Bu örnek, bize maddenin mânâya hizmet ettiğini, o mânânın da ruh ve ruhun ışığı olan hayat ve hayatın nuru olan şuur olduğunu; hayatı, ruhu, şuuru ve aklı olanlara açıkça gösteriyor Madde, hayat ve ruhun gösterdiği yönde hareket eder
Evrenin en önemli neticesi ve yaratılış hikmeti hayattır Elbette bu hakikat, geçici, kısa, noksan, elemli dünya hayatına münhasır değildir Olsa olsa, bu hayat ağacının gâyesi, neticesi ve o ağacın büyüklüğüne lâyık meyvesi, ebedî hayattır Yoksa, bu önemli cihazlarla techiz edilen hayat ağacı ve şuur sahibi insan; meyvesiz ve faydasız bir şekilde yokluğa karışacak ve belki mutluluk yönüyle bir serçeden daha aşağı olacak, zelîl ve bîçare yaşayıp yok olup gidecek Halbuki insan, cihaz ve sermaye yönünden yeryüzünün halifesi/efendisi makamındadır İşte bu dünyada başlayıp esas şekliyle âhirette yaşanacak hayat, ruhun bir çeşit görünümüdür
Varlığın mükemmelliği hayat iledir Esasen varlığın hakiki varlığı hayat iledir Hayat, varlığın nurudur Şuur, hayatın ışığıdır Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır Hayat, her şeyi bir hayat sahibi olan şeye mal eder Bir şeyi bütün eşyaya mülk ve sahip hükmüne geçirir “Ey iman edenler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü’ne icâbet edin ve bilin ki Allah, gerçekten kişi ile kalbinin arasını açar ve siz O’na haşrolunacaksınız” (8/Enfâl, 24)
Ruh, hayat kaynağı olduğu gibi, vahy/Kur’an da insanı ihyâ eden, mânen ölü durumundaki canlı cesetleri dirilten hayat menbaıdır
Güdü: Eskiden “sevk-i tabiî” , yani sevk eden doğal kuvvet denilen güdü veya içgüdü, mekanik ve maddesel olmayan gereksinimlere doğru yönelen davranış demektir İnsanın daima mazluma acıması, güvendiği ortama doğru meyletmesi ve haklıya sahip çıkma eğilimi, güdüye örnek verilebilir Bu sebeple haklı olanlar, ümitli olmalıdırlar Hal-i hazırda insanlar onu desteklemeseler, onu rencide etseler ve ona bir zâlim gibi davranıp zindanlarda dolaştırsalar da, bir zaman gelip insanlardaki doğruya ve hakka olan güdüleri nedeniyle onun saflarına geçeceklerdir
Bu gerçeği bilen ve insanın fıtratını iyi tanıyan insanlığın zirveleri, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir Dıştan onu gözleyen insanları da onların bu halleri şaşırtmıştır O hal-i hazırda tektir, fakirdir, âcizdir ve tüm dünya onun karşısındadır Ancak o şöyle söylemektedir: “Gecelerimiz çok karardı ve karanlık gecelerin sabaları pek yakın olur”
Güdü, nice zamanlar, bulunduğumuz durum itibarıyla, farkında olmadan, esasen aksini istememiz gerekmesine rağmen, farklı tercihler yapmamızdır Ancak, bu tercihlerin belki yıllar sonra en uygun yönelimler olduğunu kavrarız Şöyle deriz: “Neden böyle yaptığımı bilmiyorum Ancak, en güzelini yapmışım Daha doğrusu bana yaptırıldı”
Doğada itme ve çekme kanununun olmaması durumunda, hayat nasıl mümkün değilse, insanda da vicdana ait fiiller olmazsa, sosyal ve ferdî hayat mümkün değildir Demek, davranışlarımızın en önemli kaynaklarından biri de, doğada olan itme ve çekme kanunlarının karşılığı olan sevme, sevdirme ve aşk gibi duygulardır Vicdanda dört ana unsur vardır: İrâde, zihin (beyin aktivitelerini içermeyen), his ve latifeler, duyular üstü idrâk Vicdan bu dört öge ile mutlak mutluluk olan mutlak gerçeği arar
|