Konu
:
Bir Sarıkamış Şehidinin Son Anları
Yalnız Mesajı Göster
Bir Sarıkamış Şehidinin Son Anları
07-26-2012
#
1
Prof. Dr. Sinsi
Bir Sarıkamış Şehidinin Son Anları
sarıkamış şehidi - sarıkamış şehitin hikayesi - sarıkamışlı şehit
Rüzgâr uğuldadı yine
Gün ortasıydı ve gökyüzü güneşsizdi
Etraf dalgalı beyaz bir deniz
Hava uğultulu buslu serpintili ufuksuz boğuk bir aydınlık
Rüzgar yine uğuldadı
Rüzgârın her uğuldayışında dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası yükseldi
Bin üç yüz onuncu uğuldayışıydı rüzgârın
Karlı tepeler savrulup savrulup üzerlerinde geliyordu
Soğuk hep soğuk yalnızca soğuk
Allahuekber Dağlarının soğuğu ne de yamandı böyle
Bedenleri karlı tepelerde dolaşırken yürekleri tevekkülün yamaçlarında dolaşıyordu ve bundandır ki yürekleri ürkmüyordu tipiden
Çarığının içinde parmağını oynatmaya çalıştı
Hissetmedi ayak parmaklarını
Ufka baktı acı acı
Ufuk görünmüyordu
Yok yok görünüyordu aslında
Ufuk hemen önlerindeydi
Rüzgârın acı acı uğuldaması tüylerini de ürpertmiyordu
Çünkü tüylerinin ürperişini de hissetmiyordu
Rüzgârın bin yedi yüzüncü uğuldayışını duydu ve hissetti
Bunu hissetmemesi ne mümkündü
Her taraf rüzgâra ve yerden savrulan karın sesine teslim olmuştu
Yer yer uğuldayan kurtlar çakallar ve bilumum yabani hayvanların sesi de duyulmaz olmuştu
Rüzgâra ve tipiye direnen sadece birerli kolda ilerleyen ve takati tükenmek üzere olan Türk askerleriydi
Zemin değişkendi ürkütücüydü yutucuydu renksizdi
Satılmış’ın ayaklarında karıncalanma ve sinirlerinde uyuşma vardı
Birliğin epey gerisinde kalmıştı
Hızlanmalıydı
Herşey umutsuzluğu fısıldıyordu ama direnmeli ve hızlanmalıydı
Zemin dipsiz beyaz bir kuyu… Zaman; yelkovansız akrepsiz ve rakamsız
Sıcak bir ocağın başında olsaydı şimdi
Yumuşak minderin üzerine kurulsaydı ocağın başında
Ateşin yalazı yüzünü yalasaydı
Ocağın üstünde çorba kaynıyor olsaydı
Bir de bir de sevdikleri olsaydı ocağın başında
Rüzgâr kaçıncı kez uğuldamıştı unuttu bu kez
Unutmamak ne mümkün? Dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası daha düşmeden diğeri uğulduyordu rüzgârın çünkü
Yine uğuldadı rüzgâr acı bir anne feryadı gibi
Zira rüzgârın her uğuldayışı bir annenin yüreğine figan düşürüyordu
Rüzgârın her uğuldayışında bir ana kuzusu dizlerinin üzerine çöküp kar ortasında işaret taşı gibi öylece kalakalıyordu
Uykusuz gecelerin isyan eden sesi gibiydi rüzgârın uğultusu
Aslında bir de hırt hırt eden zeminin sesi vardı
Her adımda biraz daha seyrelen
Her hırt hırt sesinden sonra
bir yiğidi daha bağrına emen…
Kuruyan adımları bağrına gömen…
Ve nafile yakarışlar serzenişler çırpınışlar
Birçoğu evliydi askerin
Her adımın karlı zeminde susuşu birkaç yetimin de ağlayışı demekti aynı zamanda
Umutlar buz tutar mıydı? Umutlar buz tutuyor buz oluyordu işte
Nice umutlar Allahuekber Dağları’nda buz olup kalakalıyordu öylece
En son uğuldayış; bir uğultu muydu yoksa teninde hissettiği bir ürperiş miydi ayırt edemedi
Her yanı sallanan yaşlı ahşap bir yalı gibi sendeledi
Bacakları titredi Satılmış’ın
Kolonlarından darbe alan bir bina gibi titredi bacakları
Birden umutları da sarsıldı bedeni gibi
Rüzgârın uğultusunu duymaya çalıştı
Çünkü bu uğuldayış da hayatın sesiydi
Rüzgârın yeni bir uğuldayışını duyunca mutlu oldu bu kez
Yine ‘’Allahu Ekber!’’ nidası döküldü dudaklarından belli belirsiz
Tam da kendini koyuverecekti ki; bu ‘’Allahu Ekber!’’ nidası kalorifer borularına yürüyen sıcak su gibi geldi tenine
Rüzgâr uğuldadı zemin aktı zaman savurdu
Durmamalıydı
Zaman gecenin ayazına gebeydi ve galiba akşam oluyordu
Çünkü zemin biraz daha solgun oluyordu gitgide
Ya da gözlerinin feri sönüyordu
Gecenin ayazı tenlere daha saldıracaktı
Aç kurtlar uluyacaktı sonra tenlere saldırmak umuduyla
Kurtlar
uluyorlardı işte
Rüzgârın ve zeminin sesine bir de kurt sesi eklenmişti
Evet galiba gece oluyordu
Kurtların uluması iyi aslında diye düşündü
Beyaz bir döşeği andıran zeminde uyuma hissini insanın içinden alan bir sesti kurt sesi
Ölümü hatırlatan ürperten bir ses
Geride donup kalmış arkadaşlarının cesetlerini yiyen kurt görüntüleri hiç aklından gitmiyordu
Çölün akbabaları neyse karın kurdu da oydu
Donma tatlı bir uyuşukluk ve karşı konulması güç tatlı bir uyku hâliyle başlıyordu
Askerler bu tatlı uyku haline karşı koymakta güçlük çekiyorlar ve bu rahatlığa kendilerini bırakıveriyorlardı
Bu bir gönüllü ölüm değildi cenneti arzulayış değildi bu bambaşka anlatılmaz bir şeydi
Hani Mevlana’ya ‘’Aşk nedir?’’ diye sorduklarında ‘‘Ol da gör’’ demişti ya işte öyle bir şeydi bu
Anlamak için donmak gerekti
Rüzgâr yine bilmem kaçıncı kez uğuldayıp sustu
Islık çalmaya çalıştı
Önündekilere bir şeyler diyecekmiş gibiydi
Bir keresinde; ’’Ben ardınızdan ıslık çalarsam bilin ki donmak üzereyim demektir
O zaman bana yardım edersiniz’’ demişti
Dudaklarını ıslık çalma vaziyetine getirdi
Ama yapamadı
Göğsünden kopup gelen hava olduğu gibi ağzında çıkıverdi ve buhar oldu
Tıpkı hayat gibi
Dudakları uyuşmak üzereydi
Silahını tuttuğu elinin parmaklarını oynatmak istedi
Parmakları silahının kayışında kilitlenmişti
Uğuldayan rüzgâr mı yoksa kar mıydı? Yine havada bir uğultu
Kar etrafta baş döndürücü hızla savruluyor kamçı olup yüzlere değiyordu
Arz askerlerin adımlarını merkezine çekiyordu
Lakin bir adım duraklasa bir daha yürüyemeyecek haldeydi
Bir daha öndekilere yetişememe endişesi vardı içinde
Yürüyüş kolundan kopmak demek ölmek demekti
Herkes kendi derdindeydi
Düşene el vermek yeniden doğrulamamak demekti
Sonra eller hissedilmiyordu ki düşene el verilsin
Düşen karlı zeminde kalıyor ve tatlı bir uykuya dalıyordu
Uyandırmalıydı kendisini
Yarı açık bilinci böyle diyordu
Kendini boğulmakta olduğu kendi gölünden el vererek kurtarma çabasına düştü
Emanetin hakkını vermek için çabaladı yani akîbeti için çabaladı
Evet bu tatlı uykunun ardında şahadet vardı
Tatlı bir hayat vardı
İçindeki önü alınmaz bir güç onu tatlı uykuya ve tatlı hayata bundan dolayı çekiyordu sanki
Ama yaşamak için direnmezse bu intihar olmaz mıydı? İnsan bile bile ölümün kucağına nasıl atlayabilirdi ki? Böylesi bir mücadelede kazanma kuşağında kaybetmek de vardı
Direndi
Sonra rüzgâr kaçıncı kez uğuldadı yine kestirmek ne mümkündü
Katılaşmış buza kesmiş elbise tabutunun içinde kaputunun karalığına tutunmaya çalışan şekilsiz başını oynattı
Görebiliyor muyum acaba düşüncesiyle buzdan kaputunun bir yerlerinde karalık aradı
Etrafı görmediğini sandı
Her tarafın boydan boya beyazlıklar içinde olmasından kar körlüğü denen göz donmasına tutulmaktan korkuyordu
Önce gözleri sonra kendisi donan bir arkadaşının serzenişi hiç gözünün önünden gitmiyordu
‘’Neden hemen gece oldu?’’ diye sızlanmaya başlamıştı arkadaşı
Gözleri donmuştu oysa
Buz tutan elbisesinin bir yerindeki karalığı görünce sevindi
Başını yeniden oynattı ve hafif göğe dikti
Kar yağıyordu yok savruluyordu aslında kar
Veya binlerce beyaz akbaba dönüyordu başında
Kirpiklerini buza tutmuş bakışlarını kaputunun karalığından kaldırdı
Vücudunun kimi yerlerini hissetmiyordu
Uyandırmalıydı yüreğini çocukluğunu gençliğini uyandırmalıydı
Rüzgâra ıslık çalmalıydı
Islık çalmaktan hoşlanmazdı ama şimdi çalmalıydı
Rüzgârın uğuldayıp uğuldadığını duymadı bu kez
Gecenin beyaz mağarasında buzdan bir taş oluyordu ayak izleri
Yürüyüş kolunda epey geride kalmıştı
Zaman ak kefeninin üzerine kara elbisesini giymişti
Gecenin sayısız kar oyukları sayısız yiğidi yutmuş bir daha geri vermemişti
Allahuekber Dağları boydan boya kabristan olmuş zemindeki karlar şehitlere kefen olmuştu
Rüzgâr habire oyuklar açıyordu zeminin bağrında
Rüzgâr açtığı her bir oyuğa yeni bir askeri çağırıyordu
Rüzgârın ölüme davet eden sesi sustu sonunda
Bulutlar bir bir çekildi semadan
Zemin bağrını ayaza gerdi bu kez
Vakit azaldı çok çok azaldı vakit
Gözlerinin önüne çocuklarını getirdi
Rüzgârın daha önceden açmış olduğu beyaz oyuğa buzdan bir heykel gibi düştü
Allahuekber Dağlarının zemini bir şehidi daha aguşuna aldı
Gözleri açık kaldı
Yüzünde tatlı bir tebessüm gözlerinde çocuk masumiyeti vardı
Buzdan bir Dağ buzdan bir Dağ’ı daha yutmuştu
Rüzgâr artık hiç uğuldamıyordu
Ruhu Şâd ola
Prof. Dr. Sinsi
Kullanıcının Profilini Göster
Prof. Dr. Sinsi Kullanıcısının Web Sitesi
Prof. Dr. Sinsi tarafından gönderilmiş daha fazla mesaj bul