Yalnız Mesajı Göster

Yöresel Efsaneler...

Eski 07-16-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Yöresel Efsaneler...



Tunceli yöresel efsaneleri

Munzur Baba Efsanesi

Zamanın birinde bir pir varmış, onun da bir tek kızı Kızı bir gün ölür Dede birkaç gün üst üste kızını rüyasında görür Kızı, “Baba” der “Benim mezarımı aç Bende bir emanet var onu al” Dede gördüğü rüyayı taliplerine anlatır Bunun üzerine karar verilip mezar açılır Kızın tabutunun içerisinde beşiğe benzer bir şeyin içerisinde bir çocuk şahadet parmağını emmektedir Çocuğu oradan alırlar Dede rüyasında tekrar görür kızını Kız, rüyasında babasına, “Çocuğun adını ‘Munzur’ bırakın” der

Gel zaman git zaman Munzur, yedi yaşına gelir ve Tunceli’nin Ovacık İlçesine bağlı Koyungölü civarında yaşayan bir ağanın koyunlarını gütmek için yanında çobanlık yapmaya başlar

Munzur’un ağası hac zamanı geldiği için hacca gitmiş Ağasının hacda olduğu bir gün Munzur ağanın hanımının yanına gelir ve;
-Hanımım, ağamın canı sıcak helva ister Helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm, der
Ağanın hanımı önce şaşırır, sonra herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, doğrudan söylemeye dili varmıyor, utanıyordur Ağasını da bahane ediyor Kendisine bir helva yapayım da yesin, der Helvayı pişirir, bir bohçanın içine bağlar ve Munzur’a;
-Al evladım götür, der
O sırada ağa hacda namaz kılmaktadır Namaz sırasında sağa selam verirken bir de bakar ki sağ yanında elinde bir bohça ile Munzur dikilmiş duruyor Namazını bitirip Munzur’a;
-Hoş geldin evladım, burada ne arıyorsun? Nedir o elindeki? der Munzur’da;
Ağam canın sıcak helva istemişti, onu sana getirdim, der
Elindeki bohçayı ağasına uzatır Ağası bohçayı açar ve bakar ki içinde sıcacık helva paketlenmiş duruyor Ağa hayretler içinde Munzur’a bir şeyler söylemek için başını çevirdiğinde bir de bakar ki Munzur yanında yok
Ağa hac görevini tamamlayıp köyüne döndüğünde komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya giderlerMunzur’da götürecek başka bir hediyesi olmadığından bir çanağın içerisine koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider
Ağa Munzur’u görünce yanındakilere;
-Asıl hacı Munzur’dur Öpülecek el varsa Munzur’un elidir Önce ben öpeceğim der ve Munzur’a doğru koşar
Munzur bu konuşmaları duyduğunda;
-Aman ağam Allah aşkına Böyle bir şey olmaz Ben yıllarca senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm Sen nasıl benim elimi öpersin Ben sana elimi öptürmem, der ve kaçmaya başlar

Munzur önde ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlar
Şimdiki Munzur ırmağının çıktığı ilk yere geldikleri zaman Munzur’un elindeki süt dolu çanak dökülür ve sütün döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır Munzur kırk adım daha atar Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler Munzur da bu dağlarda kaybolur gider
Yöre halkının efsaneleştirdiği Munzur ile, Tanrının varlıklı ve sözü geçen kişiler yanında bir çobanın da keramet sahibi olabileceğini, çoban olsa bile Tanrının sevgisine mahzar olabilecek temiz yürekli, imanlı insan olabileceği belirtilmekte, Munzur’u bu inançla efsaneleştirmektedirler

Gelin Pınarı Efsanesi

Gelin Pınarı ya da diğer adıyla Gençlik Şelalesi Nazımiye İlçesinin kuzeyinde, İlçeye 13 Km uzaklıkta Dereova Bucağının yanında bulunmaktadır 30-40 metre yükseklikteki kayalardan sarkıtlar ve dikitler yaparak ince ince akan sular, alışılmış bir şelale görünümünün dışında buraya bir efsane havası vermektedir Yazın bunaltıcı sıcaklarında şelalenin 50 metre kadar yakınına varıldığında bir an da sanki binlerce vantilatörün çalışarak meydana getirdiği bir serinlik insanın bedenini sarar Kayalardan aşağıya iplik iplik akan suların gerek sesi, gerek serinliği ve gerekse manzarası görülmeye değer bir doğa harikasıdır
Tunceli’de her güzelliğe bir efsane yakıştırılmıştır Buranın da kendisine özgü efsanesi şöyledir
Bu yörede yaşayan ailelerden birinin genç oğlu ile genç kızı evlendirilir Yeni gelin yöre adetlerine göre belli bir süre evde kaldıktan sonra, bir gün kaynanası kendisine;
-Haydi gelinim, şu bakracı al sağım yerine getirilen hayvanlarımızı sağ ve sütü al getir, der
Gelin bakracı alır, köyün diğer genç kızları, gelinleri gibi o da sağım yerine gelir ve kendilerine ait bütün sütlü hayvanları sağar, bakracını sütle doldurur Ancak en son sağdığı kara keçi birden ayağını bakraca vurur Süt dolu bakracı devirir, bütün süt akar gider
Gelin birden şaşırır, çok üzülür Ağlamaya başlar “Daha yeni gelinim Bana elinden iş gelmez, beceriksiz gelin diyecekler Benimle alay edecekler, diye sızlanır Bir yandan da kara keçiye beddualar yağdırır
O sırada gelinin geciktiğini gören kaynana, yüksekçe bir yere çıkarak acele gelmesi için gelinine seslenir Gelin mahcup ve üzgün bir şekilde, önündeki boş bakracı, boş götürmektense yaratana sığınarak yanındaki pınardan su ile doldurur ve ağzına da bir bez kapatarak, o şekilde eve getirerek sepetin altına koyar
Bir müddet sonra sütü kaynatıp mayalamak için, bulunduğu yerden almaya gelen kaynana, bezi kaldırdığında bakracın içindeki su süt olmuştur Bir kenarda durarak olanları üzüntü ile seyreden gelin, kendisini mahcup etmediği için Tanrıya şükreder
O gün, bugündür bu pınarlardan akan sular koyunlar sağılmaya başladığında, süt renginde akarlar Koyunların sütü kesilince de tekrar doğal rengine döner

Düzgün Baba Efsanesi

Şah Haydar Seyyid Mahmud-i Hayrani’nin oğludur Zeve yakınlarında bulunan Zargovit tepesinde hayvanlarını otlatmak için bir ev yapar Burada hayvanlarıyla meşgul olur
Kışın zemherisinde keçilerinin gayet güzel beslendiklerini gören Seyyid Mahmud-i Hayrani “Acaba Şah Haydar bu kışın ortasında bu hayvanlara ne yediriyor ki hayvanlar bu kadar güzel besleniyorlar” Diye merak eder ve Şah Haydar ile hayvanların bulunduğu yere gider Bir de bakar ki Şah Haydar elindeki çubuğu hangi meşe ağacına değdiriyorsa o ağaç hemen yeşeriyor Taze filizlerle süsleniyor, keçiler de bu filizlerden yiyerek besleniyorlar

Seyyid Mahmud-i Hayrani bu durumu görünce sesini çıkarmadan geri dönmek ister Ancak o sırada bir keçi, birkaç kez üst üste hapşırır Şah Haydar ne oldu babam Derviş Mahmud’umu gördün ki bu kadar hapşırırsın, der ve arkasına baktığında babasının kendisine görünmeden gitmek istediğini görür

Babasına bizzat ismi ile hitap ettiği için mahcup olur Mahcubiyetinden kaçıp halen Düzgün Baba Dağı olarak söylenen bir tepeye çıkar ve burada mekan tutar Rivayet olunur ki Şah Haydar babasına ismen hitap ettiği için mahcubiyetinden ötürü kaçtığı zaman ayağında kışın karda giyilen hedik veya leken varmış Bu hediklerle Zargovit’ten Düzgün Baba tepesine kadar (Takriben 5 Km) üç adım atmış, bastığı her yerde hedikler taşa iz bırakmıştır Bu izler hala durmaktadır

Şah Haydar bir iki gün eve gelmeyince annesi endişelenir Durumunu öğrenmesi için Şah Haydar’ın babasına rica eder O da yanındaki müritlerine “Gidin bakın bakalım bizim Şah Haydar ne alemde?” der

Müritlerden birkaç kişi 2500 metre yükseklikteki dağın tepesine çıkıp Şah Haydar ile görüşürler Durumunun iyi olduğunu ve herhangi bir sorununun olmadığını öğrenerek tekrar Zeve’ye dönerler Seyyid Mahmud-i Hayrani’ye, Şah Haydar’ın durumu düzgündü, merak edilecek herhangi bir şey yoktur Selam ve hürmet eder ellerinizden öper derler

Bu işi düzgündür sözü dilden dile dolaşır ve asıl adı Şah Haydar olan bu zata artık bir süre sonra Düzgün Baba olarak bir isim atfedilir O günden, bugüne Düzgün Baba olarak söylenir

Taş Gelin Efsanesi-tokat

Yaylacık Dağı Akbelen (Bizeri ) yaylasındaki taş gelin hikayesi

Erbaa’nın yaylacık dağına yakın bir köyünden Kazova’nın bir köyüne, çok güzel, sevimli, ahlaklı saygılı bir kız gelin verilir Beyi çok sevecen olgun efendi biriymiş Fakat kayınvalidesi, kayınbiraderleri pek fena imişler Geline iyi davranmamışlar

Gelin sabırla onlarla iyi geçinmiş kendini sevdirmeye çalışmış Mutlu yuvası varmış Fakat gönlü sıla hasretiyle yanmaktaymış çünkü anne ve babasını beş yıl boyunca görememiş köyüne ziyarete göndermemişler Köyünün havası suyu burnunda tütmektedir Bu halde iken hamile kalır Yine köyüne gönderilmemesi için bahane çıkmıştır

Bir oğlan çocuğu doğar, evladının sevgisi baba ocağına olan sevgisini azaltmaz bilakis daha fazla özlem duyar Evlat sevgisi bu isteğini engeller Zaten kayın validesi bu duruma çok sevinir Köyüne göndermeyen o dur

Canı kadar sevdiği oğlu altı aylık olunca köyüne gitmekte ısrar etmiş Tam gelini köyüne götürecekleri zaman aniden beyi hastalanır Yine sıla ziyareti ertelenmiştir Ne yapsın o sevgi dolu yüreğine taş basmış beyine iyi bakıp hastalıktan iyileşmesine çalışmış Fakat hastalığı iyileşeceğine daha da ilerlemekte imiş Aradan üç ay geçmiş beyi vefat etmiş

Hayat arkadaşını kaybetmenin üzüntüsüyle evine kapanmış, günlerce ağlamış Onu sevenleri üzüntüsünün azalması için köyüne ziyarete gönderilmesini söylemişler Beyinin yakınları onu kovmak için iyi bir sebep ortaya çıktığını söylemişler

Nihayet bunca yıl sonra kayınvalidesi ve kayınbiraderleri bu güzel kadını çocuğu ile birlikte çeyizlikleriyle beraber bir ata bindirip Topçam dağı üzerinden kestirme yoldan gitmesi için zorlamışlar Talihsiz gelini dağın zirvesine kadar getirip buradan sonraki yolu kendin git deyip geri dönmüşler Güzel kadın aldatıldığını anlamış fakat ne yapsın çaresiz yoluna devam etmiş , Yaylacık dağı kırına geldiğinde içi biraz ferahlamış çünkü ormanlık alandan çıktığından kendini güvende hissetmiş bu sevinci çok sürmemiş yaylanın kıyısında gürgen ağaçlarının altında oturan eşkıyalar bu güzel gelini görmüşler hemen bunu yakalamak için peşine düşmüşler atını koşturmuş kaçmaya çalışmış kırda hayli atını koşturmuş atı koşmaktan çatlayıp ölmüş zavallı gelin çocuğu kucağında oturmuş ağlayarak şöyle ağıt söylemiş:

Topçam’ada çıktım başı dumanlı
Eşkıya da yoluma çıkmış eli kanlı
Kurtar Allah’ım kurtar bu gelini
Katilde merhamet yok ben ise gamlı

Eşkıyalar gelinin yanına yaklaşırken başlamış Allah a dua etmeye Ellerini kaldırıp “Ya Rab beni bu zalimlerin ellerine düşürme, namusuma leke getirme, bu darda kalmış kulunu koru, ya beni taş et , ya da kuş et uçurda bana dokunamasınlar” diye duasına devam eder Allah hemen onun bu duasını kabul edip o anda kendini ve çocuğunu taş kesiverir

Eşkıyalar yanına geldiklerinde geline ellerine uzatırlar gelin ve çocuğu taş kesilmiştir Kızarlar bellerindeki hançerlerini çıkarıp gelinin taş kesilmiş vücuduna vururlar Çizdikleri her yerinden kanlar akar Al kanlı taş gelin kayası asırlarca Yaylacık Dağı’nda Avlunlar yaylasıyla ile Akbelen yaylasının arasında bulunmaktadır Eşkıyalar onun yanındaki kıymetli eşyalarını almışlar, fakat namusuna dokunamamışlar Taş gelin hikayesi sabır, doğruluk ve metanetin simgesidir Gelin kayası bakıldığında aynen bir kadın ve göğsüne bastırılmış bir çocuk halindedir Vücudunun bazı yerleri kırmızı lekelidir Define avcıları 1992 yılında altın bulmak için bazı yerleri kırılmış tahrip edilmiştir
alıntı

Kiralık Fayton -akbelen

Kurtuluş savaşı yıllarında bir aile şehre (Tokat) odun-kömür taşımak ve ticaret yapmak için meşe kömürü yaktırıp hazırlamışlar Tonlarca kömürü ve meşe odununu Tokat’a dört yıl boyunca taşımışlar Fakat satamamışlar Kendi kendilere şöyle demişler "herhalde nasiplerimiz kurudu" diye üzülüp hayıflanmışlar En sonunda bir yer kiralayıp depo yapmaya karar vermişler Komşuları kendilerine kömürü ne yaptıklarını sorduğunda "Sakla samanı gelir zamanı " diye cevap verirlermiş

Meydan semtinde bir han kiralayıp deposunu tıka basa pelit kömürü ve pelit odunuyla doldurmuşlar Han'ın sahibine de kira parasını peşin ödeyip Boyalı köyüne gitmişler O yıl kış hafif geçmiş kimse odun ve kömürü sormamış Satın alan olmamış Tam beş yıl boyunca yapılan onca emek ellerinde kalmış bu duruma çok kederlenmişler, adeta bu hali hatırlamak bile istememişler Konuşulmasını da yasaklamışlar

İşte böyle bir ruh hali içindeyken sonbahar gelmiş Tokat'a geldiklerinde Han’ın sahibine şöyle tembih etmişler Eğer odun ve kömürü satın almak isteyenler çıkarsa bize mutlaka haber ver deyip köye dönmüşler

Kış başlarken birden çok fazla kar yağmış yollar kapanmış Köylerden hiç kimse şehre gelip gidememiş Metrelerce yağan kar şehirde yaşayanları gafil avlamış kışın yakacakları olmayanlar çare aramaya başlamışlar Şehrin önde gelenleri hemen valiye müracaat etmişler, kendilerine yakacak temini istemişler Halkı bu kadar mağdur eden kış tüm ülkede de hayatı durdurmuş Hatta rivayetlere göre Haliç buz tutmuş İstanbul halkı Haliç’i yürüyerek buzun üzerinden karşıya geçmişler Ülkenin bu hali yüzünden insanlar perişan iken valilik çare aramaya başlamış

Halka yapılan ilanda “çevrenizde odun ve kömür gibi yakacağı çok olanların veya deposunda yakacak bulunduranların yerleri ve sahiplerini belediye başkanlığına bildirilmesi” Bu ilanı tellallar herkese duyurmuş Bu haberi duyan hanın sahibi hemen belediye başkanının yanına gitmiş, kendi hanında çok miktarda odun ve kömürün bulunduğunu bildirmiş Bu habere çok sevinen belediye başkanı hemen hanın sahibini yanına alıp valinin yanına çıkmışlar Bu kişinin hanında çok fazla yakacak bulunduğunu söylemiş Bu habere vali de çok sevinmiş, hemen hana gitmişler kapıları açmışlar zabıtaları görevlendirmişler İhtiyaç sahiplerine kömür ve odunu satmaya başlamışlar Bu arada kömürün sahibini şehre çağırmışlar

Bu haber fayton köyde oturan iki kardeşe iletilir Bu habere çok sevinen Hacı Ahmet ve Hacı Süleyman hemen Tokat'a gelmeye karar verirler Kardeşler şehre gelinceye kadar depodaki yakacakların yarıdan çoğunu belediyenin görevlileri satmışlar Paralarını da belediye'de emanete almışlar Kendilerine bu haber geldikten dört gün sonra Tokat'a ulaşan kardeşler doğruca hana giderler Görevliler bize valilik emretti Halkın ihtiyacı olan yakacakları biz satıyoruz derler

İşte paralarınız Bakarlar ki umduklarında daha fazla para var Bizde bu kadar odun ve kömür elimizde kaldı diye üzülüyorduk Allah’a şükürler olsun diye dua ederler Kendileri de zabıtalarla beraber yakacakları satarlar Çoban çantasıyla tam iki sırt çantası paraları olur Handa iki hafta kalırlar yollar açılır Boyalı köyüne gitmek için fayton kiralarlar

Yola çıkarlar Bindikleri faytonla Akbelen (Bizeri ) kasabasına kadar giderler Fakat Boyalı köyüne çıkamaz Faytondan inerler geriye kalan 6 km’lik yolu yürümek zorunda kalırlar Birbirlerine şöyle söylerler "Dünya kadar paran olsa yinede yol olmadığından yaya gitmek mecburiyetindeyiz" diye kızarak boyalı köyüne ulaşırlar Sırtlarından para çantalarını çıkarıp otururlar Ailesi ve köylüleri bu kadar çok parayı görünce şaşırırlar Köyde mevlit yaparlar Fakir fukaraya yemek ve erzak dağıtırlar Allah’a sonsuz şükrederler “Sabır , azim, cesaret bizi bu nimetlere kavuşturdu” derler

Bir kaç yıl sonra Akbelen ovasındaki 3000 dönüm araziyi devlet ihale ile satışa çıkarır Bu ihaleye katılıp büyük miktarda arazi satın alırlar
alıntı

Yalancı Köprüsü- Tokat

Tokat havalisi ve Akbelen (Bizeri) ovasını fetheden Melik Gazi – Hüseyin Gazi –Hasan Gazi Komutanların fetih esnasında yazın geçtikleri zaman yalancı ırmağında su görmemişler, ertesi bahar Yalancıya geldiğinde ırmak çoşkun akmaktadır, su sel olarak aktığından geçemezler Melik Ahmet Gazi “Ey yalancı ırmak beni kandırdın” dedikten sonra hemen buraya bir köprü yapılmasını emreder Bu köprüde çalışan işçiler her sabah sorulduğunda yalancı ya köprü yapmaya gidiyoruz derler O günden sonra buranın adı Yalancı kalır Halkın diline de yerleşir

Tokat’ta bulunan Hıdırlık köprüsüyle aynı mimari üsluptadır Köprü 1982 yılına kadar orijinal haliyle duruyordu Fakat yalancı köprüsünde çok trafik kazası olduğu için köprüyü genişletme ihtiyacı doğdu 1982 yılında köprünün korkulukları yıkılarak yanlara ikişer metre sündürme yapılmıştır Tarihi görüntüsü bu nedenle değişmiştirYalancı köprüsü en son Halil Rıfat Paşa zamanında tamirat görmüştür

Geyik izi Efsanesi-Akbelen

Karadeniz dağlarının yaşamaya en elverişli yerlerinden birisi olan Topçam Dağı ve Yaylacık dağı üzerinde elliye yakın yayla ve etrafında da yüze yakın yerleşim yeri vardır Bu dağlar çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır

Yaylacık dağı üzerinde bulunan Akbelen yaylası yakınında Kalayyeri ve Çiftlik mevkileri bulunmaktadır Bu mevkilerde eskiden köyler bulunurmuş Burada yaşayan insanlar Karadenizin kuzeyinden gelip yerleşen çerkezler imiş Çok iyi geçimleri varmış Rahat bir yaşam sürmekteymişler Düşmandan korunmak için üç yere gözetleme yerleri yapmışlarBir tanesi Çaltepe denilen mevkide Bir diğeri Ağca Dede denilen mevkide , sonuncusu da Akbelen yaylasının yukarısında bulunan Bağ Gölleri mevkisindeymiş Bu üç mevkide bir birini gördüğü için kendi aralarında işaretlerle anlaşarak güvenliği sağlıyorlarmış

Buralarda gece-gündüz daima düşman gözetlenir, bir yabancı kalabalık görüldüğünde ateş yakılıp gerideki birliklere ve yakındaki köylülere haber verilirmiş Gerekirse düşmanı oyalayıcı çabalar sergilenir hatta onlarla savaşırlarmış Böyle bir durum olmadığı zamanlarda da eğlence ile vakitlerini geçirirlermiş

Bu eğlenceyle geçirilen vakitlerin birinde beyleri adamlarını çağırıp:

“Yarın Güllüönü bölgesine eğlenceye gideceğiz Herkes hazırlıklarını yapsın” demiş

Bütün ahali hazırlıklarını yapar Mevsim ilkbahardır Her yer yemyeşil olmuş, kırda mavi ve sarı çiçekler sanki bir örtü gibi yerlere serilmiştir Bu renk cümbüşü arasında kırmızı dağ laleleri mis gibi kokular yaymaya başlamışlardır

Bu güzelliklerin tadını çıkarmak için herkes Güllüönü mevkisine gelip çadırlarını kurmuştur Avcılar dağlara yayılmış, avdan ava koşmaya başlamışlardır Kimisi yaban kazı, kimisi ördek, kimisi dağ keçisi avlamıştır

Avcılar arasında birisi vardır ki geyik yavrularını vurmaktadır Arkadaşları bu kişiyi sürekli “yapma bu zalimliği , onlar henüz avlanacak kadar büyük değil” diyerek uyarmalarına rağmen o ısrarla yavruları avlamaktadır

Bu avcı “ama bunların etleri daha lezzetli oluyor” diye kendini savunur

Artık herkes avlarıyla çadırların yanına döner Bir taraftan taze ekmekler pişmekte bir taraftan da yeni hamurlar hazırlanmaktadır

Köy halkını yöneten Beyin çok güzel bir hanımı ve birde iki yaşında oğlu vardır Kadın yapılan hazırlıkları izlerken ekmek yumakları hoşuna gitmiş, bir yumaklara birde oğlunun tombul ayaklarına bakmış Çocuğun ayak izini pişen ekmeklerin üzerinde görmek istemiş Çocuğunu tutup ekmek yapılacak yumakları çiğnetmeye başlamış Çiğnene ekmeklik hamurlar, taş kesilmiş Kimse görmesin diye taş kesilen hamurları şu anda Geyik İzi diye bilinen mevkiye dökmüşler Biraz sonrada geyik sürüsü oradan geçmiş Özellikle yavruları öldürülen geyikler orada ağlaşır gibi sesler çıkarırlarmış Buradan geçen geyiklerin izleri henüz tam katılaşmamış hamurlara çıkmış

Aradan çok zaman geçmez ki pırıl pırıl hava kararır Çok şiddetli yağmurlar yağmaya, şimşekler çakmaya başlar

Orada bulunan Allah dostlarından birisi durumu anlar Başlar Allah’a yalvarmaya Yanındakilere “bu gün çok büyük bir günah işlendi Bu bizlere Allah’ın bir cezasıdır Herkes Allah’a dua etsin Af dilesin” der

Kötü hava şartları bir çok insanın ölmesine, pek çok hayvanın telef olmasına neden olmuştur Kalayyeri ve Çiftlik mevkilerine ulaşanlar ekmeğe saygısızlığın ve henüz yavru olan geyiklerin canına kıymanın nelere sebep olduğunu çok iyi kavrarlar

Beyin iki yaşındaki oğlu büyüyünce etrafındakileri alarak başka bir yöreye göç etmişlerdir

Geyik İzi denilen yeri bölge insanlarından çocuğu olmayan kadınlar ziyaret ederlermiş Çocuğu hasta olanlar ise buraya gelip Allah’tan şifa dilerlermiş

Niksar'ın Fetih Öyküsü

Danişmend Gazi, Malatya'yı, Sivas'ı, Tokat ve çevresini hakimiyetine aldıktan sonra Ordusuyla birlikte Amasya'ya doğru yürür Amasya yakınların da, Yeşilırmak'ın kenarında kurduğu ordugahında komutanlarıyla birlikte, yeni hedefler ve stratejiler üzerine çalışırlarken; Tokat'ta bıraktığı komutanı Abdurrahman Şah'tan bir ulak geldiği haber verilir Derhal içeri alınmasını emreder Ulak saygıyla eğilir ve getirdiği nameyi, otağının köşesinde mütevazı minderinde oturan Danişmend Gazi'ye sunar Özenle mektubu açan Danişmend Gazi; sessizce mektubu okur Mektupta, "Komanat (Gümenek)'ın tekrar Neocaesarea (Niksar) Beyi Mihael'in eline geçtiği, hemen sefer düzenlenip, geri alınmasının gerekliliği" vurgulanmaktadır Komanat, önemli nüfusa sahip, stratejik konumda bir yerleşim merkezidir Danişmend Gazi başını iki yana çevirir, "fesuphanallah" der ve hemen sağ yanındaki komutanı Abdullah Tokadî'ye emreder; "- ordumuzu hazırlayın, sabah ezanı yola çıkıyoruz Önce Komanat'ı ardından da Neocaesarea'yı alacağız"

Ertesi gün, sabah namazları kılınır ve yola çıkılır İki günlük yolculuktan sonra; Tokat'taki güçleriyle birleşen Danişmend ordusu; Komanat üzerine yürür Mihael'in 70 bin kişilik ordusunu; Danişmend Gazi, 20 bin kişilik kuvvetiyle yenerek; Komanat'ı geri alır Neocaesarea Beyi Mihael çarpışmalarda ölür, yerine komutanı Theodor Gabras geçer Gabras, Neocaesarea istikametine doğru geri çekilir Artık Neocaesarea'nın yolu açılmıştır İki gün Komanat'ta konaklayan Danişmend kuvvetleri, yeni seferin hazırlıklarını yapar O devirde; Neocaesarea büyük ve ünlü bir yerleşim merkezidir 700 Ruhbanın görev yaptığı nüfusça kalabalık bir kale kenttir "Neocaesarea'ya hakim olan Orta Anadolu'ya ve Karadeniz'e hakim olur" kanaati yaygındır

Danişmend Gazi, Neocaesarea'yı alıp başkent yapmayı, ta başından beri planlamakta, ancak uygun zamanı kollamaktadır İşte, o uygun zaman gelmiştir Orduya hazır ol emirini verir ve ertesi sabah hareket başlar Neocaesarea'nın yeni Beyi Gabras, Trabzon Beyi Matrobite'nin gönderdiği destekle takviye ettiği ordusuyla; Cincife önünde beklemektedir Danişmend Gazi, ileri hamlesinin ardından uyguladığı ricat taktiğiyle, Gabras'ın kuvvetlerini üzerine çeker ve Sarıyaprak'ın güneyinde pusuya düşürerek perişan eder Gabras, büyük zayiat verdiği savaştan sonra, az bir kuvvetle Neocaesarea'ya döner

Danişmend Gazi emin adımlarla ilerler Dönekse deresinden girdiği Neocaesarea Ovası bataklık ve göllerden ibaret olup, geçit vermemektedir Fatlı boğazından Kelkit ırmağını geçer ve Erekderesi-Yataklar Mevkiinde ordusunu konaklar Bitirici hamleyi yapmak için komutanlarıyla birlikte taktikler geliştirir Neocaesarea engebeli bir arazide kurulmuş, muhkem kalesiyle fethi zor bir şehirdir Gabras, Kuzeydeki Hıristiyan beyliklerden yardım istemiştir Bu yardımların ulaşması engellenmelidir Danişmend Gazi, Komutanlarından Abdullah Tokadî'yi 5000 kişilik bir kuvvetle Arguslu-Ketenderesi bölgesine gönderir

Böylece, Hem Gabras'ın Kuzeyden lojistik destek yolları kapatılır, hem de Kale'den kaçacak güçlerin yeniden toparlanma imkanı bulmaları engellenir
Danişmend Gazi, üçer gün arayla iki defa kaleye sefer düzenler, ama, kapıları açmaya muvaffak olamaz, geri çekilmek zorunda kalır Yine bir akşam, alternatifli planlar üzerinde durulurken; Danişmend Gazi'nin komutanlarından Artuhî'nin, Rumca bilen eşi Efrumiye hanım; "bir planı olduğunu, bu plan sayesinde kapıları açtırabileceğini" söyler Danişmend Gazi ve komutanları Efrumiye hanımın önerisini kabul ederler Ertesi gün akşamı alaca karanlıkta; Efrumiye hanım Ruhban kıyafeti giyer ve Kale kapısına varır

Nöbetçilere; "Trabzon Beyi Matrobite'den name getirdiğini, Gabras'la görüşeceğini" söyler Kapı açılır içeri girer, Gabras'ın huzuruna varır Mektubu uzatır Gabras mektubu dikkatlice okur "Bir-iki gün içinde 300 kişilik tam teçhizatlı bir kuvvetin, mühimmatla birlikte Neocaesarea'da olacağı, geldiklerinde bekletilmeksizin kale kapılarının açılması gerektiği," yazılıdır Gabras sevinir, yüzünde tebessüm belirir Efrumiye'ye teşekkür eder, ikramda bulunur Efrumiye, bir-iki saat Kale'de dinlenip, Trabzon'dan gelecek kuvvetleri karşılamak üzere yola çıkacağını söyler ve Gabras'tan izin ister Kale'nin içinde bir güzel dolaşır Halkın nabzını tutar; halk arasında Danişmend Gazi'nin efsaneleri anlatılmaktadır

Halkın önemli bir kısmı, Gabras'ın baskılarından kurtuluş olarak Danişmend Gazi'yi beklemektedir Gabras ve askerleri zengin ama, halk yoksuldur Su ve gıda stokları yetersiz ve insanlar tedirgindir Geçmiş zamanlarda Tamatorgos adında bir rahip, Kale içine bir kilise yaptırır ve bir tılsım hazırlayıp kilise içine saklar Neocaesarea halkının ve askerlerinin inanışına göre; "bu tılsım bozulmadan ve çalınmadan Neocaesarea'yı hiç kimse teslim alamaz" Efrumiye'nin bir diğer amacı bu tılsımı yerinden almak ve Gabras'ın askerlerinin moralini bozmaktır Kale içinde kaldığı iki saat içinde Tamatorgos kilisesine gider, tılsımı saklandığı yerden bulup yeleğinin cebine koyar ve Kale'den ayrılır

Efrumiye ertesi gün, gün ağarma vakitlerinde, Matrobite'nin askerlerinin kıyafetine bürünmüş, iyi eğitilmiş 300 kişilik Danişmendli kuvvetiyle Kale kapısına dayanır Zaten, yardımın gelmesini bekleyen nöbetçiler gelen kuvvetleri derhal içeri alırlar Danişmendli askerleri hazırlıksız yakaladıkları nöbetçileri bertaraf edip tüm kale kapılarını açarlar, Tamatorgos Kilisesini ele geçirirler ve sihrin yerinde olmadığını herkese duyururlar Tılsımın çalındığını duyan Gabras'ın askerlerinin morali tamamen bozulur Bu esnada, hazır bekleyen Danişmend Gazi'nin dışarıdaki kuvvetleri de kaleye girer Kısa bir çarpışmadan sonra kale düşer

Gabras, bir kısım askeriyle birlikte Kale'nin kuzey kapısından çıkar ve Arguslu istikametine doğru çekilir Gabras(Gavra) Kayası civarında Abdullah Tokadî komutasındaki Danişmendli kuvvetleriyle karşılaşır, çıkan çarpışmada, Gabras ölür, kalan askerleri teslim olur Danişmend Gazi'nin en iyi komutanlarından Abdullah Tokadî'de burada şehit düşer İlkindi vakti harp bitmiş, kesin zafer kazanılmıştır O gün, yani kutlu fethin günü; takvimler 24 Ağustos 1077'yi göstermektedir

Gabras'ın oğulları Nikola ve Yorgi ile birlikte Neocaesarea halkının ve askerlerinin büyük bir kısmı İslamiyet'i seçer Danişmend Gazi, pırıl pırıl akan Çanakçı'nın kenarında, şimdiki Ulu Camiinin yerindeki yemyeşil düzlükte, kavlağan ağaçlarının koyu gölgesi altında; komutanları, askerleri ve Müslüman ahaliyle beraber, Fetih sonrası ilk Cuma namazını kılar Yüksekçe bir taşın üzerinde ezan okunur, Danişmendli Sancağı altında hutbe irat edilir

Danişmend Gazi, Mihael ve Gabras'ın kalede gizlediği devasa hazineleri ortaya çıkarır Bir kısmını askerlerine dağıtır Diğer kalan kısmını da, Neocaesarea'nın Müslüman ve gayri Müslim tüm halkının refahı ve şehrin imarı için harcanmak üzere devlet hazinesine irat kaydettirir Dinine, mezhebine bakılmaksızın, tüm halkın can ve mal güvenliğinin devletinin güvencesinde olduğunu herkese duyurur Kiliseleri açık tutar ve Fethin anısına Kale'nin merkezine Fetih Camii'ni inşa ettirir Neocaesarea'nın adını Nikhisar yani güzel hisar olarak değiştirir ve "Danişmendli Beyliğinin Başkenti" ilan eder

O günden bu yana, barış ve huzur beldesi olarak yaşaya gelen Nikhisar, zaman içinde Niksar olarak kısaltılmış biçimiyle anılmaya başlar Niksar, 929 yıldır, bir saniye bile, Müslüman Türk hakimiyeti dışına çıkmaz Niksarlı, tüm vatan topraklarını düşmandan korumanın asli görevi olduğu bilincini ise, her zaman belleğinde ve yüreğinde diri tutar

İzmir'in işgaline, miting düzenleyerek ilk tepki gösteren şehir Niksar'dır İstiklal harbinde; 7'den 70'e seferberlik ruhunu kuşanan Niksar; hep en öndedir ve en kayda değer katkıyı veren kentlerin en başında yer alır

Bu gün yine Niksar; tarihine layık bir şehir olmanın onurunu taşıyor
Kaynak: Niksar Haber

Deli Dumrul Efsanesi -Niksar

Aniden Azrail Dumrul’un karşısında belirdi At ürktü, sırtından Dumrul’u fırlattı, havada birkaç parende atan Dumrul kıçının üstüne yere düştü Ne olduğunu anlayamadan Azrail tepesine çöktü:
--Salavat getir… Sıran geldi demiştim sana, dedi

Dumrul:
-- Bre Azrail aman! Ne yaptığımı bilemedim, yiğitliğe doyamadım, delilikten usanmadım, mafya hayatını pek sevdim, ne olur benim canımı alma , diyerek aman diledi…

Azrail:
-- Bre deli dana, bana niye yalvarıyorsun, Tanrıya yalvar, ben emir kuluyum, dedi

-- Tanrının birliğine yoktur şüphem ama canı alan da veren de tanrı mıdır?

-- Evet O’dur
Bunun üzerine Dumrul Azrail’e çıkıştı:

-- O zaman sen ne demeye araya girersin, çık aradan, ben tanrımla çözeyim sorunumu, dedi ve Tanrıya şöyle hitap etti:

Bülbül senim lisanınla ötüştü
Bir gül için can evinden tutuştu
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü
Yangınını söndürmedi kar senin

Niceler sultandı, kraldı, şahtı
Seninle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylersin taç ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerin var senin

Kamil iken cahil ettin alimi,
Vahşi iken yahşi ettin zalimi,
Yavuz iken zebun ettin Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor sensin

Yeryüzünde sen ürettin veremi
Lokman Hekim bulamadı çareni
Aslı için kül eyledin Kerem'i
İbrahim'in atıldığı kor sensin

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di
Hatırın için yüce dağlar delindi
Bilek gücün Ferhat ile bilindi
Kuvvet sensin, kudret sensin, fer sensin

İlahinle Mevlana'yı döndürdün
Yunus'unla öfkeleri dindirdin
Günahınla çok ocaklar söndürdün
Hayır sensin, şer sensin (*)
Bu sözler Tanrıya hoş geldi, Azrail’e buyurdu;
-- Madem deli oğlan benim maharetlerimi bu kadar güzel dillendirdi Onun canını bağışladım!
Ancak, yerine can verecek başka birini bulsun, bu suretle yaşamasına izin verdim…

Azrail tanrının buyruğunu Dumrul’a iletti

Dumrul:
-- Ben şimdi nerden can bulayım, bir kocamış anam, bir ihtiyar babam var, hadi gidelim, ikisinden birisi belki benim için canını verir, sende alırsın, benim canımı bana bırakırsın, dedi

Dumrul babasının yanına geldiğinde meramını anlattı ve canını kurtarması için canını istedi
-- Ak sakallı canım babam, asi davrandım, kırıcı söz söyledim, tanrının gücene gitti, bu Azrail’i gönderdi, tatlı canımı almak ister, baba senden can dilerim, verir misin ; yoksa oğlum diye ağlar mısın?

Babası Dumrul’un söylediklerine çok şaşırdı, vaziyetin çok ciddi olduğunu onun çökmüş ruh halinden büyük bir sıkıntı içinde olduğunu anladı, üzüldü, istediği şey de öyle sıradan bir şey değildi ki!
Candan geçmek kolay mıdır? Bir kendine bir oğluna baktı Yaşını yaşamış, dişini dişemişti Dünyaya olan bağlılığı azalmıştı, çok gün görmüştü Oğlunun yaşı daha gençti Yaşaması münasipti Fakat kendi canından geçmek, dünya nimetlerinden kopmak zordu…
Oğluna şöyle seslendi

Maşrapanın kalayı,
Budur işin kolayı
Azrail’e posta koy gel
Baban çeksin belayı

Dumrul da babasına:

Tahtalar oymadın mı
Canlara kıymadın mı
Beni kınama babam
Sen cahil olmadın mı! dedi

İhtiyar adamın gözlerinden kanlı yaşlar süzüldü Babasının durumuna hüzünlendi Dumrul Bakamadı kanlı yüzüne, başını önüne eğdi, hoş gördü ihtiyarı…
-- Bir de anama gidelim, varıp anlatalım derdimizi, dedi

Anası ocak başında aş pişiriyordu, sevindi oğlunu görünce koşup boynuna sarılmak istedi Dumrul onu durdurdu…

-- Rahatını bozma güzel anam, bir şey danışmaktır niyetim Hem de vardır bir isteğim…

-- Oğul oğul nedir derdin bileyim, varsa derman olayım, dedi anası

Dumrul yalandı yutkundu gırtlağına yapışan isteğini aynı babasına söylediği gibi aktardı

Anası durakladı, oğlunun içinde bulunduğu durumu anlamaya çalıştı Karnında taşıyıp doğurduğu, emzirip doyurduğu, büyütüp yiğit ettiği, canının bir parçası olan oğlu kendinden can istiyordu Etrafına bakındı, yaşadığı ortamı süzdü, bırakıp gitmek zor idi, feryat etmek istedi, yumruğunu sıktı gözlerinden yaşlar süzüldü Oğluna şöyle seslendi:

Kayalar yarılmasın
Gözlere görülmesin
Azrail’e kızıp da
Oğul bana darılmasın

Karnını doyurduğum
Altını süpürdüğüm
Hiç incinip üzülme
Canına tükürdüğüm

Mani maniye kelam
Ahrete benden selam
Dilde söylenir ama
Önce can sonra canan

Bunun üzerine Dumrul anasına şöyle seslendi:

Anamın dili tatlı
Mani söyler gayratlı
Can istedim vermedi
N’yaman canı gıymatlıDumrulun Azaril’le hesabı, aileye uymadı Ne anası, ne de babası Dumrul’a canını vermeyi kabul etmedi
Azrail’de sözleşme gereği, bitkin vaziyette düşünmekte olan Dumrul’un canını almak için annacına dikildi

Deli Dumrul, Azrail’den aman diledi Son bir dileğini yerine getirmesi için izin istedi…
-- Hasretim var son kez göreyim, iki çift lafım var söyleyeyim, dedi

Azrail sordu
-- Hasretinde kim ola deli ?

-- Talaz’dır adı, helalimdir, benim köprünün mimar başıydı, yetim kalınca sahiplendim, kendime eş tutum İki oğul verdi bana, onlara emanetim var, helalleşip koklaşayım, sonra da canımı alırsın, dedi
Azrail kabul etti birlikte gittiler Hatununun karşısına çıktı Dumrul

Coştum coştum duruldum
Can peşinde yoruldum
Gayri candan vazgeçtim
Azrail’e yenildim

Talaz ne demek istediğini anlamayınca Dumrul anlattı başından geçenleri… Anasının ve babasının canını kurtarmak için can vermediklerini Hayıflandı ve ekledi; gözün kimi tutarsa evlen, iki çocuğumuz yetim kalacak ama hiç değilse öksüz koyma, dedi
Devam etti:

Köprüye mani yazdım,
Hem yazdım, hem de çizdim,
Ben Talaz’ın derdinden
Deli oldum köyde gezdim

Esir kaldım sözlere,
Diken oldum gözlere,
İşte geldim, gider oldum,
Köprüm kalsın sizlere

Talaz bu sözleri işitince dayanamadı gözlerinden kanlı yaşlar süzüldü Vardı Dumrul’a sarıldı Ellerini sıktı Ona şunları söyledi

Köprüye küpler koydum
Akçe akçe dolacak
Deli Dumrul çok yaşayıp
Baş mafya olacak

Sepetimde üzüm var
Bende senin özün var
Senden başkası haramdır
Dünya ahret sözüm var

Bu kiraz budak budak
Olur mu, kiraz dudak
Aaa Niksar’ın delisi
Canımdır sana adak!

Ve canını kocası için vermeye hazır olduğunu Azrail’e söyledi
Bunu duyunca deli Dumrul’un gönlü coştu, gözlerinden Kelkit çayını kıskandıracak seller boşandı Öyle bir haykırdı ki, Buz köylüler bile duydular Anasının, babasının kıyıp veremediği canı, bir yastığa baş koyduğu çocukalarının anası, köprüsünün mimarbaşı, sevgili karısı Talaz Hatun, hiç gözünü kırpmadan veriyordu Buna nasıl razı olabilirdi Ellerini gök yüzüne açıp şöyle yalvardı

Var mı seni içimizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır sensin
Kalmasa da şöhretini duymayan,
Kimliğini tarif etmek zor senin

Kimsesizsin hısımın da yok, hasımın da
Görünmezsin cismin de yok, resmim de
Dil üzmezsin, tek hece var ismimde
Barınağın gönül denen yer senin… (*)

Dedi ve ekledi, beni bağışla imaretler yapayım senin için, aç görürsem doyurayım, çıplak görsem giydireyim Alırsan ikimizin canını da birlikte al, almazsan ikimizi de bağışla…

Bu içten yakarış, Yüce Tanrıya hoş geldi Azrail’e buyurdu Deli Dumrul’un anasının ve babasının canlarını al, karısı ile kendisine daha uzun ömür verdim, dedi

Bunun üzerine Azrail hemen Dumrul’un babası ve anasının canını aldı

Deli Dumrul, köprü başındaki çadırını kaldırdı, dinamitle havaya uçurduğu yeri eskisinden daha sağlam olarak Talaz Hatunla birlikte çelik malzemelerle yaptı Üstünden gelip geçene bir daha dokunmadığı gibi yorulanlara su, acıkanlara aş, çıplak gelenlere esvap ikram etti İki çocuklarıyla çok yaşadılar

Boy boyladı, soy soyladı, Deli Dumrulu’un soyundan günümüze Niksar’lı Deli Ziya ulaştı, Deli Ziya da Deli Dumrul gibi köprünün başına çadır kurmaya yeltenecekti ama büyük dedesinin ibret dolu destanı aklına gelince buna cesaret edemedi…

Talaz’ın Köprüsü’nün altından çok sular, üstünden babayiğitler ücretsiz geçti ve geçmeye devam ettiler… Deli Dumrul’un efsanesini değil de deliliğini örnek alanlar , ücretli köprüler kurdular, paraları kırdılar, kırmaya da devam ettiler…

Analı Kızlı Kaya Efsanesi (Tokat/Başçiftlik)

Derleyen 1: Metin SEZER
Derleme tarihi: 17052006
Kaynak kişi 11: Recep GÖKÇE
Mesleği: Tokat/Başçiftlik Belediyesi Başkanı
Doğum yılı ve yeri: 1947, Tokat/Başçiftlik
Kaynak kişi 12: Ahmet YILDIZ
Kaynak kişi 13: Emin ŞEN
Kaynak kişinin efsaneyi kimden öğrendiği: Yaşlılardan, babasından
Derleyen 2: Yaprak Pelin YILMAZOĞLU
Derleme tarihi: 07052006
Kaynak kişi 21: Feriha AKPINARLI
Mesleği: Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi El Sanatları Bölümü’nde yardımcı doçent
Doğum yılı ve yeri: 1950, Ankara
Kaynak kişi 22: Süreyya DEMİR
Mesleği: Ev hanımı, Tokat/Başçiftlik
Doğum yılı ve yeri: 1964
Kaynak kişi 23: Recep GÖKÇE
Mesleği: Belediye Başkanı
Doğum yılı ve yeri: 1959, Tokat/Başçiftlik
Kaynak kişi 24: Ahmet KAPISIZ
Mesleği: Başçiftlik İl Genel Meclisi üyesi ve tüccar
Doğum yılı ve yeri: 1948, Tokat/Başçiftlik
Kaynak kişinin efsaneyi kimlerden öğrendiği: Annesinden, babasından, dedelerinden

Analı Kızlı Kaya, Tokat ilinin bir ilçesi olan ve Canik Dağları’nın güney eteklerinde yer alan, 1500 mt yüksekliğindeki Başçiftlik’in, “Yeni Yayla” adındaki yaylasında bulunmaktadır Kayanın tamamı, üç ana kaya ve birçok kayacıktan meydana gelmektedir Halk arasındaki efsaneye göre bu üç büyük kaya anne, baba ve kızı temsil etmektedir Küçük kayalar ise, onların otlatmaya çıkarttığı koyun sürüsüdür Kız olduğuna inanılan yanında, yatık şekilde duran bir kaya daha vardır ki, bunun da bu sürünün çobanı ya da ailenin yardımcısı olduğunu söyleyenler vardır; ama kesin bir şey bilinmemektedir

Genelde bu yatık kaya hakkında ortak görüş, onun da sürüdeki hayvanlardan biri olduğu yönündedir (F:70) Yöre halkının bu kayalarla ilgili anlattığı efsane şöyledir:

Yörede “geçginci” olarak adlandırılan ve Nisan-Mayıs aylarında sürüleri ile birlikte yaylalara çıkan kişiler vardır Analı Kızlı kayanın kahramanları da, sürüsünün yanlarına alıp yaylaya çıkmış; baba, anne ve kızdan oluşan geçginci bir ailedir Bu geçginci aile, Yeni Yayla mevkiinde bir tufana yakalanır

Kurtulma şanslarının olmadığını fark eden aile, hep bir ağızdan “Allahım, bizi ya taş et, ya da kuş et!” diye bağırırlar Bunun üzerine ilk dilekleri “taş et” olduğu için aile, koyun sürüsü ile beraber taş kesilir (F:71)

Kanlı Taş Gelin Efsanesi (Tokat/Avlunlu kasabası)

Derleyen: Sibel SEVİNÇ
Derleme tarihi: 17042006
Kaynak kişi: Mehmet KOÇAK
Mesleği: Avlunlu Belediyesi’nde çalışıyor
Kaynak kişinin efsaneyi kimden öğrendiği: Babaannesinden

Tokat iline bağlı Avlunlar kasabasında “Al Kanlı Gelin” adında bir taş vardır
Bu taş, 1700 râkımlık Topçam Dağı’nda bulunmaktadır Buraya her an çıkılması mümkün değildir; çünkü sadece yayla zamanlarında çıkmak kolaydır
Bu taşın oluşumuyla ilgili yöre halkı şöyle bir efsane anlatmaktadır:

Genç bir kız, kendi köyünden çıkıp başka bir köy olan Kazova köyüne gelin gider Çok uzak olmasa da, gurbet, gurbettir ve sıla hasreti onun için acıdır Adam, karısını çok sevse de, kayınvalide ve kayınbiraderler bu iyi yürekli gelini bir türlü sevemezler Zavallı gelin, baba ocağını ziyaret etmek ister; ama bir türlü gidemez Bu arada hamile kalır ve bir süre sonra bebeği olur Çocuğunu göstermek için de kendi köyüne gidemeyen gelinin ansızın kocası hastalanır ve onu da yalnız bırakamaz Onu iyileştirmek için her yolu denese de, yeterli olmaz ve eşini kaybeder Gurbetliğine bir de yas eklenen kadın, derin bir acıya boğulur

Gelinlerini sevmeyen kayınbiraderler ve kayınvalide,
onun çocuğuyla beraber kendi köyüne gitmesine izin verirler Gelini, atla yola çıkarırlar ve onu yolda yalnız bırakırlar Ormanlıktan düzlüğe çıkıp, kurtulduğunu sanarken, gelinin yolunu eşkiyalar keser Atı ölen gelin, çocuğuyla beraber yaya halde kaçmaya başlar Kurtuluşunun olmadığını anlayınca, “Allahım, ya beni kuş et, ya da taş et!” diye dua eder Bunun üzerine bebeğiyle beraber taş kesilir Yaşanan bu duruma akıl sır erdiremeyen eşkiyalar, bıçaklarıyla taşa vururlar ve oluşan bıçak deliklerinden de kanlar akar; çünkü taşlaşma daha yeni olmuş ve sert hale gelmemiştir

Yaralı Gelin Efsanesi (Tokat/Niksar)

Derleyen: Yâsin UZAR
Derleme tarihi: Nisan, 2006
Kaynak kişi: Erdal AÇIKER
Doğum yılı ve yeri: 1976, Tokat/Niksar
Kaynak kişinin efsaneyi kimden öğrendiği: Büyüklerinden

Tokat’ın Niksar ilçesinin Ordu sınırları yakınında bulunan Çamiçi Çeşmesi mevkiinin yaklaşık 300 metre güneyinde, aralarında kırmızılıkların da
olduğu gri renkte bir taş bulunmaktadır (F:97) Bu taşın oluşumuyla ilgili yöre halkı şöyle bir efsane anlatmaktadır:

Niksar’da yapılan bir düğünde gelin alayı, damat evine doğru giderken, eşkiyalar alayın önünü keser ve gelini kaçırır Çamiçi yaylası civarına getirilen gelin, eşkiyaların bir anlık dalgınlıklarından faydalanarak kaçmaya başlar

Eşkiyalar hemen gelinin peşine düşerler ve onu Çoban Çeşmesi mevkiinde sıkıştırırlar Yakalanacağını anlayan gelin, “Allahım, ya beni taş et, ya da kuş et, bu azılıların elinden kurtar” diye dua eder Tam bu sırada gelini yakalayan eşkiya, kılıcıyla onu yaralayacağı zaman, genç kız taş kesilir Taşın üzerinde bulunan kırmızı rengin, kan; çatlakların ise kılıç yarası olduğu söylenmektedir (F:98)

Günümüzde bu taşın etrafında yağmur duası edilmektedir İnanışa göre kaçırıldığı andan beri hep ağlayan gelinin gözleri taş kesilene dek ıslak
kalmış, böylelikle burada yapılan yağmur duasının da kabul olacağına inanılmıştır

Kadın Çoban Efsanesi (Tokat/Niksar-Başçiftlik köyü)

Derleyen: Musa SALAN
Derleme tarihi: 21042006
Kaynak kişi: Mustafa HACIOĞLU
Mesleği: Çiftçi
Doğum yılı ve yeri: 1936, Niksar

Kaynak kişinin efsaneyi kimden öğrendiği: Büyüklerinden Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Başçiftlik köyünde gri renkte taşlar bulunmaktadır
(F:86) Bu taşların oluşumuyla ilgili yöre halkı, iki rivâyete dayalı bir efsane anlatmaktadır:

İlkinde kaybolan ineğini arayan kadın çoban, şiddetli bir doluya tutulur
“Allahım beni ya taş et, ya da kuş et!” diye dua eder Bunun üzerine taş kesilir
İkinci ve daha yaygın olan rivâyet ise şöyledir: Başçiftlik bölgesinde çobanlık yapan yaşlı bir kadın vardır Bir gün yine hayvanlarını otlatmak için en uygun yer olan yaylaya çıkan kadın, ineklerinden birini kaybeder Kaybolan hayvanı aramaya koyulan kadın, bir türlü onu bulamaz ve hava da kararır

Bunun üzerine eve gitmeye korkar ve “Allahım, beni ya taş et, ya da kuş et!” diye yalvarır İlk isteği taş kesilmek olduğu için taş kesilir

Şeyh Bedrettin söylencesi - Tokat

Vaktiyle Kelkit Irmağı yatağını değiştirerek Dedem bahçesi kıyısına varırGömütlüğün de sular altında kalacağını gören halk buraya bir set başlarÇAlışma sürerken ak saçlıu bir derviş çıka gelirNe yaptıklarını sorar"görmezmisin ırmak neredeyse gömütlüğü götürecekHem burada ünlü bir evliya yatıyor,onunu gömütünün sular altında kalmasına gönlümüz razı olmaz"derlerYaşlı adam gülümser:"Hiç telaş etmeyin,bırakın kendini kurtarmayaan evliyayı sel götürsün ,"der ve uzaklaşır Ertesi gün çalışmak için gelenler Kelkit Vadisi'nin yatağına çekildiğini gömütlüğünde kurtulduğunu görürler

Kesikbaş Türbesi Yanındaki Eski Köprüye İlişkin Söylence

Kesik baş Türbesinin yanında eski yıllarda yaptırılan bir köprü vardır Bu köprü üzerine şu söylenceler anlatılır
Önce ağaçtan yapılan köprüyü sular alıp götürür Bunun üzerine taştan sağlam bir köprü yapılmasına karar verilir Ama kimse taş ve kum taşımak istememektedir
Günün birinde Turhal'a yaşlı bir derviş gelir Irmaktan geçmek ister ama köprü yoktur Neden köprünüz yok? diye sorar Ağaçtan yapıyoruz sular götürüyor Taştan yapmaya karar verdik Kimse taş getirmiyor Bu yüzden kent köprüsüz kaldı yanıtı verilir

Derviş bastonunu Koca tepeye doğru uzatınca yamaçtan taşlar sökülmeye başlar Bunlar yuvarlana yuvarlana gelip üst üste yığılır sağlam bir köprü ortaya çıkar Derviş herkesin şaşkın bakışları arasında köprüden geçer, Turhal'a şöyle bir bakıp iki taşı üst üste koymayan Turhallılar bundan böyle mal üstüne mal koymasın der yiter
İnanışa göre o günden sonra Turhal'lı da kimse zengin olmamıştır Zenginleri ya yabancılardır, yada başka yerlerde zenginleşip Turhal'a gelmişlerdir Yörede dervişle, Kesik baş Türbesinde gömülü yiğidin aynı kişi olduğu inancı yaygındır
Söylencenin bir başka anlatımında da köprüyü Hızır kurar

Kırk Kızlar türbesi Efsanesi-niksar
Bir zamanlar Niksar'da dünya malina düşkün,zalim bir vali yaşamaktadirNiksar halki zulümden bezmiş,yoksulluk içinde yaşam sürmeye çalişmaktadirvalinin iyi yürekli güzel kizi da babasinin zulmüne dayanamazKirk kiz arkadaşiyla bir çete kurarErkek elbiseleri giyip sik sik valinin sarayini basip ele geçirdiklerini yoksul halka dağitirlarmişValinin en akilli adamlari,en güçlü askerleri çeteyi yakalayamaz Çünkü kiz babasinin planlarini önceden haber almakta,hazirlanan tuzaklara düşmemektedirAradan uzun bir zaman geçerkizin dadisi işi anlar,koşup valiye duyurur

Valide kirik kizla birlikte kizini yakalatir,başlarini vurdurur Büyük bir gömüt kazdirilir ve hepsi buraya gömdürülür daha sonra halk bu gömütün üstüne bir türbe yaptirir

Alıntı Yaparak Cevapla