Yalnız Mesajı Göster

Tolstoy [Hz. Muhammed]

Eski 07-15-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tolstoy [Hz. Muhammed]



Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana benzeyen
bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki,
benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu
korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bulmuşlardı
Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan
ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve
kavramamak
İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu Bu düşüncenin
esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, onun
sunduğu nimetleri tatmaktır
Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânını
ancak böyle buluyordu İçinde bulundukları şartlar onların
dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyarsızlıkları
sayesinde unutma imkânı buluyorlardı Bu ahlâksızlık
ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise
sadece bir rastlantıdır
Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşünmekte,
böyle hissetmektedir Bu insanlardan bazılarının düşünce
ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmeleriyse
bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı
yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz Benim bu insanlara
uymam da mümkün değildi Onların hayal gücünün
duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bunu
sağlayamazdım Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan
herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremezdim
Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu Esası şuydu:
İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu
yok etmelidir
Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası
şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı
ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sürdürmeye
son vermez
Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bilirler
Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek kendilerini
öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadıkları
için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar Bu zayıflığın
yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve buna
gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten
neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım
Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çelişkiden
çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı Aklımı ne kadar zorlasam
da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol
koyamıyordum Sadece bazı çareler vardı Bu çarelerden biri,
yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu
ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavramamaktı
Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi
Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözlerimi
bundan çeviremezdim
İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği
düşünmemektir Ancak ben bunu da yapamazdım İhtiyarlık,
acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni
gibi ava gidemezdim Yaşam gücümün çok güçlü olmasına
rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüflerden
hoşlanmıyordum
Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu
anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti Bunu kavramıştım
ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi
hiç denemedim
Dördüncü çare ise, Hz Süleyman'ın ve Schopenhauer'in
durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan aptalca
bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yıkanmak,
giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap
yazmaktır Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap doluydu
ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm
Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmişti
Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiçbir
şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşumunu
meydana getirir Akıl olmasa, benim için yaşam da olmaz
Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl inkâr
edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim aklım
da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır Yaşam her şeydir
Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr etmektedir
Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğunu
hissediyorum
Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir
akıllılık değil Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getirilir;
hem de en basit insanlar tarafından bile Fakat bu insanlar
yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar Herkes nasıl oluyor
da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan
bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum
Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana
şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey
son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptalcaydı
Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu,
dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en ufak
bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı Fakat sonuçta bu insanlar
yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uygun
şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı
Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: "Ya henüz
bilmediğim bir şey varsa?" Cehalette işte aynen böyle
çalışır Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey
karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler Aslında insanlık
bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm insanlar
sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar
Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı
Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın anlamını
öğrenmeyi bahşetmedi bize Yaşayan bütün insanlar,
milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor
En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın
boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri tanıyan
tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama
yine de bir anlam vermişlerdir
Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî
olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgilerinin
meyvesidir Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetlememe
yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafından
meydana getirilmiştir Ben doğdum, eğitildim, büyüdüm
Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı
açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin
ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantımızı
sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşmayı
ve yazmayı öğretti Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp
eğitilmem onlar sayesinde oldu Onların eseri olan ben, yine
onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki,
bunların hepsi boş ve anlamsızdır "Bunda bir yanlışlık var!"
diyordum kendi kendime Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu
bulamıyordum
Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktığımda,
o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm Soruyu
anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın
sarhoşluğu içinde onu susturmuştu Diğer yandan onu anlayan
ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalışsalar
da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik
içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı Bu tahsilli,
zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum
dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı içinde
yaşamıştım Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta
olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hayvandı
Allah'la Birleşme
Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl
yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir
İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırılmamış
bilgide görmektedirler Akla dayandırılmamış bu bilgi
ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım
inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı'ya, dünyanın altı günde yaratılmış
olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetmediğim
sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç
İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi Biliyordum
ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan
başka bir şey bulamayacaktım Akla dayalı bilgiden çıkan
sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bilirler
Yaşamamak, insanların kendi elindedir Fakat onlar yine
de yaşadılar ve yaşıyorlar Ben de hayatın anlamsız bir
şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve yaşıyorum
Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan
kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıldan
İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu
İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu
önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündüğüm
kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen
şey düşündüğüm kadar saçma değildi Böylece, akla dayalı
bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım
Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve sonuçlarını
kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıyla
doğru buldum Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz
olarak karşıma çıkıyordu Ben niçin yaşayayım? Benim bir
gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölümsüzlüğe
dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü
varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak
için hayatı araştırmaya kalkışıyordum
Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üzere
beni tatmin etmiyordu Çünkü benim sorum ilk bakışta
her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluyla
açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu Kendime soruyordum:
"Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı
anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı
anlamı nedir?" Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden
sonra cevabım her defasında şu oluyordu: "Hiç!" Gözlemlerimde
hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşılaştırmıştım
Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bundan
başka yapılabilecek bir şey yoktu Bundan dolayı vardığım
sonuç olması gerektiği gibiydi: "Kuvvet kuvvettir, sonsuzluk
sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir" Bundan başka bir sonuca
ulaşmam mümkün değildi "Nasıl yapmalıyım?" sorusunu
nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı "Allah'ın yasasına
göre!" olacaktır "Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?"
"Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk" "Ölümün mahvetmediği
anlam nedir?" "Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cennettir"
Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O
döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı
bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi
vardı Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek imkânı
veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı
İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne
ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım Çünkü
yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu sorulara
cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama imkânı
sağlıyordu
Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu
kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaşmış
ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım İnsanlara,
bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insanlar
yaşıyorlardı Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia
ediyorlardı Sonra kendime baktığımda görüyordum ki, ben
yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece
yaşıyordum Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın
anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti
Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere
baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum İnsanlığın başlangıcından
itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını
ve iradesini inanç veriyordu İnancın ana çizgileriyse her
yerde hep aynıydı
'Allah'ı bulmak gerek'
İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları kime
verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü
varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakârlıklarla
ve ölümle yok olmayan bir anlam Bu demektir ki,
yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir
Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülmeyen
varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir (Bu,
inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır) İnsanın
Allah ile ilişkisi değildir (Önce inancı sonra Allah'ı tanımlamak
gerekir Yani, Allah aracılığıyla inancı değil) Dinî kabul,
inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylenmiş
olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır Oysa inanç,
insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir O sayede
insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü
şeydir İnanç, yaşamın gücüdür İnsan yaşıyorsa, bir şeylere
de inanıyordun Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine
inanmasa, o zaman yaşayamaz İnsan, ölümlünün bir gölgeden
ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inanmak
zorundadır Çünkü inançsız yaşanamaz Bugün bütün o
iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda
ürperiyorum İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı
görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir Benim
böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona
ihtiyaç duymuyordum Akılla onu sınamaya başladığımda,
aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün
açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim
zaman geldi artık Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine
dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açıklama
çıkarmaya başladım Fakat bir açıklama bulmak mümkün
olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla
aynı sonuca ulaşıyordum:
Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım?
Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç
için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım Farklı konularda
pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duyduklarıma
dair hiçbir şey bulamamıştım
Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı
durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulamayan
yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım Tabiî ki kendimin
de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, insanın
hiçbir şey bilemeyeceğini
"Ben neyim?" Cevap: "Ölümlü olanın bir parçası" İşte,
bütün mesele bu kelimelerde saklı
İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dökülebilecek
bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sormamış
gibi kendine soruyordu
Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorulmuş
ve cevap aranmıştır İnsanlar var edildiği andan, daha
en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü
ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir İnsanlık,
yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla
ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür
Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını
içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs-
hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim Bu kavramlar aklın
eleştirisini kaldıramazlar Çok korkunç değilse bile, bizim
kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve
çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembereğini
bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da "Saat
artık niye çalışmıyor?" diye şaşıran çocuklar gibi
Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınılmaz
ve çok önemlidir Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan,
yaşama dair soruların cevabı da öyle Her yerde, her zamanda
ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözümü
-bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu
bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağımız
kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap
bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yıkıyoruz
Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; insanî
şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah'la birlikteliği;
ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan tasarımları,
işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk sonsuzluğunda
ortaya getirilmiş kavramlardır Onlar olmazsa
yaşamın kendisi de olmaz
İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak,
her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak istiyordum
O zamanlar böyle düşünüyordum Bu düşüncelerin
temelleri içimde zaten mevcuttu Şunu artık iyice kavramıştım
ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bilgeliği
saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım
yoktu Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna cevap
veriyordu
Hıristiyanlığı Kabul Edemiyorum
Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım Ancak bu
kabulleniş bana pek huzur vermiyordu Bir inancı kabullenirken
ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememesi
ve bir yalan olmamasıydı Budizm'i ve İslâmiyet'i kutsal
kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey-
den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar
insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyuldum
Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı
insanlara yöneldim Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyatçılara,
papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâhiyatçılara
ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yöneldim;
hani şu "Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlıdır"
diye vaaz edenlere Bu dindar insanlara bağlandım ve
onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının nelerden
ibaret olduğu konusunda sorguya çektim
Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her
türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insanların
inancını kabul edemiyordum Onların inanç diye nitelendirdikleri
ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, daha
ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu
gördüm Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevaplamak
adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam
tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağlanmışlardı
Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran
umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliğimin
içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyorum
İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatıyorlarsa,
ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi
tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapları
bulma ümidimi tamamen kaybediyordum Bana itici gelen,
inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen
gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları
meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki
gibi olması beni itiyordu Onlarla benim aramdaki tek fark,
inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de
uymuyor olmasıydı Çok net olarak görüyordum ki, onlar da
yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam anlamına
sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin ulaştığı
her şeyi almak Bunu çok iyi kavramıştım Çünkü,
eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok edecek
bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı Sonuçta
benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi
refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte İşlerini büyütmeye
ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan,
ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar
gibi yaşıyorlardı İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha
kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı Hiçbir
görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı
Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok
edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak
davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların samimiyetine
inandırabilirdi Fakat bu türlü davranışları benim
çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum İlginçtir ki,
bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insanlarda
görüyordum
Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu Bu insanların
inancı benim aradığım inanç değildi Onların inancı
inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi
Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki ancak
ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilirdi
Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getiremezdi;
yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak
üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını
sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insanlara
bir fayda getirmesi mümkün değildi
Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca insan,
bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine
sahip olmak zorundalar
"Yaşamın anlamı nedir?" şeklindeki sorum ve "Bir
dert!" şeklindeki cevap tamamen doğruydu Yanlış olan şuy-
du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama
aktarıyordum Kendi kendime "Yaşantımın anlamı nedir?"
diye sormuş ve cevabı almıştım: "Bir dert ve bir anlamsızlık!"
Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk
ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten Bu
yüzden "Yaşam kötü ve anlamsızdır" cevabı genel olarak insan
yaşamına değil, benim yaşamıma aitti Daha sonraları
Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok
karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan nefret
ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından
korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım
Açık ve net olan bir gerçek vardı: "Yaşamın anlamını
kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü olmaması
gerekiyordu" Ben ne diye uzun bir süre böyle apaçık
bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum İnsan
eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak isterse,
birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşamı
üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır Bu gerçek
2x2=4 gibi bir gerçektir Bunu ben görememiştim Çünkü
2x2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını
kabul etmek zorunda kalacaktım Oysa kendimi iyi hissetmek
benim için 2x2=4'ten daha önemli ve daha gerekliydi
Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi
nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum Benim
için her şey artık açıklığa kavuşmuştu
Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece
yaşamını sürdürür Kuşların bu yaşam çabalarını görünce
onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum Keçi, tavşan,
aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını beslemek
zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının içinde
bulunmaktalar Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlarsa
mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde
tutarlı ve mantıklıdır Peki, insan ne yapmak zorunda? O da
yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun-
da Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek
başına alt etmek isterse mahvolur İnsan, yaşamı sadece kendisi
için değil, herkes için alt etmek zorunda Eğer bunu yapıyorsa
mutludur, yaşamı da mantıklıdır
Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım
süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi,
kendim için bile mücadele etmedim Bir asalak olarak yaşadım
ve kendime "Yaşamanın amacı nedir?" diye her sorduğumda
şu cevabı aldım: "Amaçsız!"
Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmektedir
Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla kendine
özgü bir eser gerçekleştirmektedir Bu iradenin anlamını
kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden önce
onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak
zorundayız Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda
benden istenen şeyi asla kavrayamam Bunun sonucunda da
hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavrayamam
Allah'ı Arayış
Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü
görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşmemem
noktasında bana yardımcı oldu Gerçeğin bilgisinin ancak
yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşamın
doğruluğundan şüpheye çağırdı Beni kurtuluşa götüren
yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek yaşam
olduğunu anlamam olmuştu Anladım ki, ben eğer hayatı
ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek
istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına
varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu
hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım
Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi "Yaşamıma
bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?" diye dü-
şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle
hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu Eğer bu duyguya bir
isim vermek gerekiyorsa "Allah arayışı" diyebilirim Bunu
en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşünceyle
değil duyguyla ilişkili bir arayıştı Bu bir korku, bir terkedilmişlik,
bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde,
belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygusuydu
Allah'ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna
iyice inanmışbm Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün
olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım Yine de
her şeye rağmen Allah'ı arıyor, onu bulacağımı umuyordum
Aradığım ve bulamadığım Allah'a, âdet olmuş bir dua
ile yönelmekten de geri kalmıyordum Bazen Kant'ın ve
Schopenhauer'in seslendirdiği Allah'ın varlığının ispatlanamazlığı
hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu
gerçekleri çürütmeye çalışıyordum Bunun sebebinin, mekân
ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünüyordum
Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen
şeydi Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün
yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum
Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun
bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim Fakat
kendime sorular sormaya devam ettim: "Bu sebep, bu kuvvet
nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dediğim
şeye karşı nasıl davranmalıyım?" Sorduğum tüm bu soruların
karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi
aklıma: "O yaratandır, yaşatandır"
Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi Yaşamak için ihtiyacım
olan şeyi kaybettiğimi hissettim Ruhumu bir korku sardı
ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yardım
etmesini diledim Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anladım
ki, o beni duymuyordu Kalbim, Allah'ın olmayabileceği
şüphesiyle dolmuştu O anda yine dua ettim: "Efendim,
bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah'ım, bana yol göster!"
Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen
durduğunu hissettim
Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyordum:
Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş olamazdım
Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuvadan
düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım
Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuşcağız
yüksek çimenlerin arasında ötüyordu Ötüyordum;
çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp beslediğini,
sevdiğini biliyorum Nerede o anne? Ben eğer doğurulmuşsam,
kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek
dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu birisi
kim? Yine Allah
'Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim'
O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da
görüyordu "O var!" dedim kendi kendime ve bunu kabul
etmem yetti O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlığın
imkânını, sevincini hissettim Ancak kısa bir an sonra,
Allah'ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgiyi
aramaya geçtim Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı
oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı Bu dünyadan
ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözlerimin
önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı Yaşam
pınarının yine kuruduğunu hissettim Beni yine kuşku
ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol
olmadığı duygusu Fakat en kötüsü, bunu becerecek durumda
olmadığımı hissediyor olmamdı
Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım
Ormanın sesine kulak vermiştim Dinliyor ve tek bir şeyi düşünüyordum
Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi düşünmüştüm
Yine Allah'ı arıyordum
"Pekâlâ, Allah yok!" dedim kendi kendime Benim hayal
gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi
gerçek biri yok Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize
böyle bir şeyi ispatlayamaz Çünkü, mucizeler benim hayal
gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı "Ya benim
aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geliyor?"
diye sordum kendi kendime Bu düşünceyle birlikte
içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı Çevremdeki
her şey yaşam gücü ve anlam kazandı Fakat sevincim yine
uzun sürmedi Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan
"Allah tasavvuru Allah değildir!" diyordum kendi kendime
Sonra da "Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir
Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadığım
bir şey Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyorum"
diyordum Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine
ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum
Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye
kendime baktım Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay hatırladım
Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşıyordum
Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum
O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda
ise, yaşam da yok oluyordu Yaşamın bu diriliş ve ölümleri
neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşamla
ilgili bağlarım da kopuyordu Allah'ı bulmak konusunda
az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim
Fakat yaşıyordum O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım zaman
yaşıyordum Öyleyse, O vardır O
, O'nsuz yaşanmayan
şeydir Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir Allah
yaşamdır Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Allah'sız
olmaz"
Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çevremdeki
her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha
hiç terk etmedi Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu

değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez-
dim Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş
yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunluğunun
ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şekilde
yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü Bana
geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günlerinde
bana eşlik eden en eski güçtü Her bakımdan en eskiye,
çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni meydana
getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya
geri dönmüştüm Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha
iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak olduğu
düşüncesine dönmüştüm Bu iradenin ifadesini, benden
saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi
düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dönmüştüm
Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlâkî bir mükemmelleşmeye
ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dönmüştüm
Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bilinçsizce
kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşayamayacağımın
farkındaydım
Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı
bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir
kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler Kürekleri
elime verip beni yalnız bıraktılar Küreklerle elimden
geldiği kadar uğraştım ve ilerledim Ancak ben açıldıkça beni
o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu
Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum
Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçinin
olduğunu gördüm Bazıları durmadan kürek çekmeye
devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı
Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu Bir kısmı
akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini
akıntıya bırakmıştı Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan
da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken,
bana gösterilen yönü unuttum Tam da akıntının ortasında,
aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında


--- Sonraki mesaj ---

yönümü iyice kaybettim Her yanımdan tayfalarının neşeli
zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar
geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka
bir yön yok!" diye sesleniyorlardı Ben de onlara inanıyordum
ve onlarla birlikte ilerliyordum Böylece çok uzaklara
yol aldım Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım
hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum
ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm Ve
bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa
gerek, kendime geldim Uzun süre, bana ne olduğunu anlayamadım
Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve
korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum O zaman geriye
doğru baktım ve sayısız kayık gördüm İnatla, büyük bir
savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı O anda kıyıyı, kürekleri
ve yönümü hatırladım Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde,
kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım
Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü
Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah'la
birleşeyim diye verilmişti




--- Sonraki mesaj ---

Önsöz
Tolstoy'un inancı
Dünyaca ünlü Rus yazar Tolstoy'un Hz Muhammed ismindeki
risalesinin (kitapçık) bir sürü özelliği var Öncelikle
bu eser, baskı döneminde Hıristiyan Rusya'sında yazılıp
1909 yılında yayımlanmıştır Bu risaleyi, Rusya'nın ve dünyanın
önemli yazarlarından biri, yaşadığı sürede dahi klasik
kabul edilen Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy derlemiştir
Büyük mülk ve servet sahibi olan Lev Tolstoy, dinî inançlarının
sağlam olması ve doğru olana hizmet etmesi ile tanınmaktadır
Benzerlerinden farklı olarak o, şovenistçe dinde
ayrım yapanlardan olmamıştır Bu doğru olana tutkunluğu
ve dünyevi değerlere kıymet vermemesi onu dinî gerçeklere
yaklaştırmıştır
L Tolstoy, Hz Muhammed'e ve İslâm dinine duyduğu
hayranlık sonucu derlediği bu eseriyle hiç kimseyi, özellikle
yüksek kültürlü ve dinî bilgilere sahip, çağdaş dünyada öncül
olan Türk okurlarını hayrete düşürmeyecektir diye düşünüyoruz
L Tolstoy, bu kitapçığı Çarlık döneminde derleyerek,
kendisinin diğer eserleriyle birlikte 1909'da yayımlatmıştır
Tolstoy, bu eseriyle Rus okurlarını, Hz Muhammed'in hadisleriyle
tanıştırmıştır Cesaretle söyleyebiliriz ki, böylelikle
onların dinî düşünce ve terbiyesine tesir etmiştir Burada
hem Hz Muhammed'in benliği, ilâhî kudrete dayanan fikirleri,
aynı zamanda Rusya'da dinî mü'min sayılan Tolstoy'un
takdimleri kitapçığın etkisini arttırmıştır
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde L N
Tolstoy'un eserleri tekrar tekrar basılırken "Muhammed'in
Kur'an-ı Kerim'e Girmeyen Hadisleri" derlemesi nedense hiç
yayımlanmamıştır SSCB'nin ilk yıllarında insanlara, "Ateistlik"
kimliği zorla kabul ettirilmiştir Bu kimliği kabul etmediği
için 1938 yılında Repressiya kurbanları olarak anılan bir
çok insan da idam edilmiştir Böyle bir dönemde, doğal olarak
L Tolstoy'a da istisna gösterilmesi düşünülemez
Bu sansürcü yaklaşıma bir örnek vermek gerekirse; 1978
yılında (kitapcığın yayınından 70 yıl sonra) Azerbaycan
Cumhuriyeti'nin en büyük dergisi olan Azerbaycan'da bu risalenin
giriş bölümüne ek olarak Türk asıllı bir Generalin eşi
olan Y Vekilova'nın L N Tolstoy'a yazdığı mektubu, Azeri
Türkçe'sine çevrilerek yayınlatılmak istenir Bakû sansür kurulu
yayına izin vermez Sebep ise Tolstoy gibi bir dâhi Rus
yazarın İslâm dinî ve Hz Muhammed için yüksek ve olumlu
fikirler dile getirmesidir Redaktör bu yazı yüzünden derginin
yayınını uzun süre geciktirir ve izin için bu kez Moskova'ya
başvurulur Oradan "Evet, yayınlanabilir" cevabının
gelmesiyle risale ve mektuplar okurla buluşur Böylelikle bu
kitaptaki mektuplar 1978 yılında ilk defa olarak Azerbaycan
basınında Azeri Türkçe'sinde ve Rus dilinde yayınlanır
Tolstoy'un derlediği risale ve mektuplar oldukça ses getirir
Ancak Tolstoy gibi dâhi bir kalem sahibi, İslâm'a büyük
rağbeti ve saygısı olan bir şahıs, eserine isim seçerken metodolojik
bir yanlışa düşer Bize göre İslâm, Rus İmparatorluğu
döneminde açıkça yasaklanmasa da Rusya'da öğrenilmesi
mümkün olmayan bir dindi Bu yüzden Tolstoy da risalesine
isim seçerken metod olarak bir yanlış yapmıştı
70 yıllık Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dinî değerlere
yeniden önem verilirken, L Tolstoy'un risalesi, 1990 yılında,
kendi dili olan Rusça'da basılmıştır Maalesef, Tolstoy'un
hatasını risalenin Azerbaycan baskısının editörlüğünü yapan
yayıncı Kayıbov da tekrarlamıştır Biz ise bu kitabı çevirirken
yapılan isim yanlışlığını İslâmi terminolojiyi baz alarak,
teknik bir hata kabul edip düzeltmek zorunda kaldık Tolstoy'un
yayımladığı sırada risalenin adı: "Hz Muhammed'in
Kur'an'a Girmemiş Hadisleri" idi Bizce bu isim yanlıştı
Çünkü Kur'an, Allah kelâmıdır Hadis ise Hz Muhammed'in
sözleridir Doğrudur, Hz Muhammed, seçilmiş bir
kuldur ama yine de kuldur Bu konuda biz de, Tolstoy'un risalesinin
isminin "Hz Muhammed" olarak sunulmasının
daha doğru olduğunu düşündük
Bir konuya daha temas etmek istiyoruz ki, Rusya'da,
Rus milletinden, İslâm'ı kabul etmiş Valeriya Porohova adında
bir kadın vardı Bu kadın bir Arap'la evlenmiş, 11 yıl eşiyle
birlikte Suudi Arabistan'da yaşamıştı Bu arada İslâm dinini
iyice öğrenmiş ve Müslüman olmuştu Porohova,
»Kur'an'ı Kerim'i Rusça'ya tercüme etmiş; İlahiyatçılar da bu
tercümeyi beğenmişlerdi Porohova Hanım, cesaretle Tolstoy
ve İslâm konusunu medyada çok ciddi bir şekilde aydınlatmıştır
Bayan Porohova, L N Tolstoy'un, ömrünün son zamanlarında
İslâm'ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa
verilmeyi vasiyet ettiğini Sovyet medyasında dile getirmiştir
Sovyet hükümeti, uzun yıllar bu gerçeği gizlemeye çalışmıştır
Bayan Porohova, bu önemli belgeyi büyük cesaretle açıklayıp
yayınlanmasını sağlamıştır Bayan Porohova'nın açıklamalarına
göre, Tolstoy, İslâm kuralları ile defnedilmişti
Onun mezarının üstünde Hıristiyan sembolü olan 'Haç'ın olmaması
da bunun açık delili olarak gösterilmiştir
Rus halkı, özellikle Rus aydınları ve bilginleri, L N
Tolstoy'u ilâhî kuvvete sahip birisi gibi seviyorlardı ve onun
İslâm'ı kabul etmesi Rus toplumu içinde İslâm'a güçlü bir
akım başlatabilirdi Bu yüzden de Tolstoy'un İslâm'ı kabul
etme ihtimalini dahi gizli tutmaya çalışıyorlardı Rus Devleti,
Tolstoy gibi bir dâhinin İslâm'a saygısını ve Müslüman olduğunun
topluma duyurulmasına izin veremezdi Bu yüzden
Tolstoy'un Hz Muhammed'in hadislerini derlediği risalesi
(kitapçığı) uzun süre insanlardan gizlendi
Bu kitapçıkta yer verilen hadisleri ve diğer İslâmi konuları,
dikkatle inceleyip Türkçe'ye çevirerek, Türkiye'de yayımlanmasında
yardımcı olan Dr Arif Arslan'a teşekkürlerimizi
sunuyoruz


--- Sonraki mesaj ---

belki okumak istemezsiniz diye önsöz ü sona aldım iiyi okumalar

--- Sonraki mesaj ---

Lev Nikolayeviç Tolstoy
Dâhi bir yazarın hikâyesi
28 Ağustos 1828 tarihinde Moskova'nın güneyinde yer
alan Tula şehrinin Yasnaya Polyana bölgesindeki çiftlik evinde,
varlıklı ve asil bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğdu
Henüz çocukluk çağını sürdürürken annesini yitirdi
Eğitim ve öğrenimiyle babası Kont Nikolay Tolstoy ilgilendi
Çocuk yaşlarda Fransızca ve Almanca'yı öğrendi Babaannesi
ve halaları, asil bir ailenin üyesi olarak yetişmesinde büyük
rol oynadılar Dokuz yaşını sürerken babası zehirlenerek
öldürüldü Hemen ardından babaannesini de yitirince, kardeşleriyle
birlikte halaları tarafından sahiplenildi
1844 yılında Kazan Üniversitesi'nde Doğu dilleri üzerine
öğrenim görmeye başladı Bu tarihlerde kendini bohem
yaşama kaptırdı İçki, kadın ve kumar ile geçen bu dönemde
öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı 1845 yılında bu
kez hukuk öğrenimi görmeye başladı ama bunu da tamamlayamadı
ve iki yıl sonra okuldan kovuldu
On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan mirasın
varislerinden biri olarak genç yaşında büyük bir servetin sahibi
oldu Yasnaya Polyana'daki çiftlik evi de mirasta ona
kalmıştı ve yaşamını çok sevdiği bu evde sürdürmeye başladı
1851 yılında, üzerinde derin etkiler bırakacak olan Kafkasya'ya
gitti Kafkasya'da bir askerî okula devam ederken
1853'te Osmanlılara karşı savaşmak üzere görev aldı 1854'te
Kırım ordusuna atandı ve Kırım Savaşı'na katıldı 1856 yılında
ordudaki görevinden ayrıldı
Çocukluk anılarını anlattığı ve ilk eseri olan "Çocukluk"
u 1851 yılında henüz yirmi üç yaşındayken yazmaya
başladı
Üzerinde büyük etkiler bırakan Kafkasya'daki halkların
yaşamlarını, 1852 yılında kaleme aldığı "Hacı Murat" ve
"Kazaklar" adlı romanlarında, Kırım Savaşı'nda yaşadıklarını
ise 1855 yılında yayınladığı "Sivastopol Hikâyeleri"nde
anlattı
1857 yılında ilk önce Almanya'ya, ardından da 1860'da
İngiltere, İsviçre ve Belçika'ya seyahat etti Bu ülkelerin önde
gelen düşünce insanları ve yazarlarıyla tanıştı
1861 yılında Rusya'ya geri döndü ve Moskova'nın tanınmış
doktorlarından Bers'in kızı Sofya ile 22 Eylül 1862 tarihinde
evlendi Bu tarihten itibaren çiftliğine çekilerek sade bir yaşam
sürmeye, sadece edebiyatla ve ailesiyle ilgilenmeye
başladı
1863 yılında en büyük eseri sayılan Savaş ve Barış'ı yazmaya
başladı Bu kitabın yazımını 1869'da tamamladı
1873 yılında Savaş ve Barış'tan sonraki en güçlü eseri sayılan
Anna Karenina'yı kaleme almaya başladı Üç çocuğunu
ve halalarını yitirdiği talihsizliklerle dolu üç yıla yakın bir
dönem içinde bu eserini bitirdi
Hasta olan erkek kardeşinin ölümünün kendisinde
uyandırdığı etkiyle, yaşamının sonuna kadar hiç eksilmeyecek
ve sonu gelmeyecek olan karmaşalarını anlattığı "İtiraflarım"
ı kaleme almaya başladı
"Savaş ve Barış" ile "Anna Karenina" dan sonra bir diğer
güçlü eseri olan Diriliş'i, Anna Karenina'yı yazmayı ta-
marnladığı 1876 yılından yirmi yıl sonra yazmaya başladı
Bu zaman süresince yaşamında büyük sarsıntılar geçirdi ve
dünyaya, insana, yaşama bakışında köklü değişimler yaşadı
Bu değişimlerle birlikte teolojinin ağırlığının hissedildiği, Allah,
insan, yaşam ve ölümün sorgulandığı eserler kaleme aldı
"Din Nedir", "İvan İlyiç'in Ölümü", "İnsan Ne İle Yaşar",
"Üç Ölüm" ve "Ölüm Manifestosu" gibi roman ile hikâyelerinde
bu temalar yoğun biçimde yer aldı
1891-92 yıllarında Rusya'da yaşanan kıtlık ve salgın hastalık
döneminde şahit olduklarının, bunun hemen ardından
da en sevdiği çocuğu olan kızı Vanişka'nın yedi yaşında ölmesinin
getirdiği ruh haliyle manevî yaşamı alt üst oldu
1896 yılında ilk cümlesini kurduğu Diriliş, 1899 yılında
tamamladı Aynı tarihte, giderek artan huzursuz ruh hâlinin
yansımalarının yer aldığı "Kreutzer Sonatı"nı yazmaya başladı
Evliliğinin ilk yıllarında başlayan aile kavgalarının artık
dayanılmaz hâl aldığı bir anda, ardında karısına yazılmış bir
mektup bırakarak Yasnaya Polyana'daki evini terk ettiğinde
tarih 9 Kasım 1910'u gösteriyordu ve Tolstoy seksen iki yaşındaydı
Kendisini, yaşamın anlamını ve Allah'ı arayışı bütün
ömrü boyunca süren Tolstoy, evini terk ettikten birkaç gün
sonra Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan'a gitme hazırlığı
yaparken yolda zatürreye yakalandı Astapovo'daki metruk
tren istasyonunun bir odasında 20 Kasım 1910 sabahı saat
06:05'te gözlerini yaşama kapadı
Vasiyeti üzere, yaşamının en güzel dönemi olarak nitelendirdiği
çocukluğunun geçtiği kardeşleriyle birlikte oyunlar
oynadığı, Yasnaya Polyana'daki çiftliğinin gölgeli ve sessiz
bir köşesine gömüldü


Alıntı Yaparak Cevapla