Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)
E
Efendi
Efendi Kapısı
Elviye-i Selâse
Ertuğrul Fâciası
Eşkinci
Evlad-ı Fâtihân
Efendi
Okuyup yazması olanlara verilen unvan Okumuş, molla, hoca, çelebi, seyyid manâlarında da kullanılırdı Efendi tabiri, Selçuklular zamanında kullanılmaya başlanmış, daha ziyade Osmanlılar'da 15 yüzyıl ortalarından itibaren tahsil, terbiye görmüş kimselere mahsus bir lakap olarak kullanılmıştır Zamanla, bu manâda kullanılan çelebi kelimesinin yerini almıştır Devletin ileri gelen memurlarından bazılarına efendi demek âdet hâline gelmişti On dokuzuncu yüzyılda bu kelime, daha geniş manâda kullanılmaya başlanmıştır Bu devirde şehzadelere de efendi denmiştir Peygamberimiz için de hâlâ günümüzde kullanılmaktadır Kadınlar da, kocalarına hitap ederken efendi tabiri kullanırlar
Saraydaki Sultan hanımlara kadın efendi unvanının, kibar muhitlerde hanımefendi, beyefendi, tabirlerinin kullanılmasına, 19 asrın ikinci yarısından sonra rastlanır Şeyhülislâmlara efendi dendiği gibi, orduda binbaşıya kadar rütbe sahiplerine de, resmen, efendi unvanı verilirdi Tanzimat'tan sonra efendi unvanı, resmî muamelâtta, yalnız okur yazarlar ve mektep talebeleri için kullanılmıştır Bugün de halk arasında tahsil terbiye görmüş, terbiyeli kibar manâsında kullanılmak âdet olmuştur
Efendi, ağa, bey, paşa tabirlerinin resmî unvan olarak, devlet ile fertlerin münasebetine ait işlerde kullanılması 1934’te çıkan kanunla yasak edilmiştir
Efendi Kapısı
Yeniçeri kâtibinin dairesine verilen ad Yeniçeri kâtibine “Yeniçeri Efendisi” de denildiği için dairesine Efendi Kapısı ismi verilmiştir Yeniçeri kâtibi “Kütük” ve “Esâme” denilen ana defterini bizzat tutmakla görevliydi Buna kimse kalem karıştıramazdı Kalem heyeti, ancak maaş defterinin düzenlenmesinde ve yazılacak işlerde yardım ederdi Ulûfe defteri, üç ayda bir hazırlanırdı ve işi biten eski evraklar, dış hazinede muhafaza edilirdi
Bu tabir, azad edilen köle ve cariyelerin eski sahiplerinin evleri için de kullanılırdı Ayrıca yüksek mevki sahibi kimselerin evlerine de efendi kapısı denilirdi
Elviye-i Selâse (Üç Vilayet)
Kars, Ardahan ve Batum sancaklarına verilen ad 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sonunda yapılan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Kongresi uyarınca, Elviye-i Selâse, savaş tazminatı karşılığı olarak, Çarlık Rusya'sına verildi Ruslar, Osmanlı Devleti'nden, Türk ordusunun Kafkaslarda yaptığı zarar, savaş masrafları, Rus demiryollarına, ticaret ve ihracatına, Rusya'nın güney kıyılarına yapılan zarar ve Türkiye'deki Çarlık Ruslarının uğradığı ziyana karşılık olmak üzere, 1 410 000 000 Ruble (245 000 000 Osmanlı altını) istediler Çarlık Rusya'sının, para tazminatının toprak parçasıyla ödenmesi isteğini, Osmanlı Devletinin de olumlu karşılaması sonucunda, Dobruca'da Tulça sancağı, yani Süne, İshakçı, Mecidiye, Maçin, Babadağ, Hırsova, Köstence kazaları, Tuna adaları, Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Ardahan ve Bayazıt, Rusya'ya bırakıldı Ancak, verilen topraklar, istenen savaş tazminatının hepsini karşılayamadı, Osmanlı Devleti, Rusya'ya 310 milyon Ruble borçlu kaldı Yine antlaşmaya göre, Rusya'ya verilen topraklardaki halkın, mallarını satma hakkı serbest bırakılmakta, üç yıl içinde göç etmeyenlerin Rus uyruğuna girmiş olacakları belirtilmekteydi
Berlin Konferansı'nda, İngiltere-Rusya ve İngiltere-Türkiye itilâfnamelerine uygun bir değişiklik yapıldı Eleşkirt vadisiyle Bayazıt, Osmanlılara geri verildi
I Dünya Savaşı'nda Rusya'nın yenilgiyi kabul etmesinden sonra imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'na göre, Elviye-i Selâse'nin plebisit sonucu Osmanlı Devletine bağlanması hakkı tanındı Ancak, Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918), Osmanlı Devletinin, bu sancakları altı hafta içinde boşaltması mecburiyetini koyuyordu Elviye-i Selâse'nin, bu sefer İngilizlerin de desteklediği Gürcüler ile Ermenilere verilmesi öngörüldü Ancak, yerli halk silahlanarak, Ermeni ve Gürcü kuvvetlerine karşı direnişe geçti Millî Türk hükümeti, ilk askerî ve siyasî zaferini, Kars, Ardahan sancaklarını, Aras'ın doğusundaki Sürmeli (Iğdır, Kulp, Tuzluca) ve Batum sancağının güney topraklarını (Artvin) işgalden kurtarmak suretiyle sağladı Batum, Acarlar ülkesi, Çürüksu, bağımsız bir cumhuriyet olan Gürcistan'a bağlandı
Bu değişiklikler, Kars (1920) ve Moskova (1921) antlaşmalarıyla gerçekleşerek resmiyet kazandı
Ertuğrul Faciası
Japonya ziyareti dönüşü batan Türk gemisindeki 587 kişinin şehid olması 1887 yılında Japonya İmparatorunun amcası, bir harp gemisiyle İstanbul’a ziyarete gelmişti Bu dostluk ziyaretine karşılık vermek, Hind ve Pasifik Okyanuslarında Türk bayrağını dalgalandırmak ve oralardaki Müslüman halkı halifeye bağlamak düşünceleri ile, geziye karar verildi Sultan Abdülhamid’in emriyle karar verilen bu ziyaret için Ertuğrul Firkateyni görevlendirildi İstanbul tersanelerinde yapılan bu savaş gemisi, 2344 tonluk olup hem yelken hem de makine ile hareket ediyordu Esas yelkenli olan bu geminin 600 beygir gücündeki makinesi, yardımcı vazife görüyordu
15 Temmuz 1889 günü, o yıl Heybeliada’daki Bahriye Okulunu bitiren genç teğmenlerin hepsi, gemi komutanı Yarbay Ali Beyin idaresinde, İstanbul’dan hareket ettiler Kafile başkanı Albay Osman Bey dahil, gemide 1092 kişi bulunuyordu Gemi, Aden, Cidde ve Bombay’a uğrayarak yoluna devam ediyordu Uğrak yerlerindeki Müslüman halk, Türk denizcilerine çok yakınlık gösteriyordu Gemi, Seylan Adası, Singapur, Saygon, Hong-Kong limanlarına uğradıktan sonra, 28 Haziran 1889’da Japonya’nın Yokohama limanına ulaştı
Amiral ve emrindeki heyet, İmparator Meiji tarafından Tokyo’daki sarayında kabul olundu ve kendilerine birer nişan verildi Ertuğrul personeli, Japonya’da kaldığı üç ay içinde en itibarlı misafirler olarak muamele gördüler Gittikleri her yerde derin bir ilgi ile karşılandılar
Normal dönüş zamanında, kafileden 37 kişi koleraya tutulduğundan, Yokohama’da 33 gün karantinada kalındı 15 Eylül 1889’da Yokohama’dan hareket eden Ertuğrul gemisi, iki gün sonra fırtınaya tutuldu Fırtına şiddetlenerek tayfun haline geldi Arka direk kırılınca açılan deliklerden makine dairesine su doldu Bu durum gemi idaresinin tamamen kaybolmasına sebep oldu Gemi, Oskima burnundaki kayalıklara doğru sürüklenerek, 18 Eylül 1889 günü battı Amiral Osman Bey dahil 587 kişi şehid oldu
Şehitlerin cesetleri ve vücut parçaları, Japon köylülerince ve sağ kurtulan Türk denizcilerince toplanarak, adada bulunan fener yakınındaki hakim bir tepeye gömüldüler
Sağ olarak kurtulanlar ise, yaralı vaziyette, iki Japon harp gemisi tarafından, birkaç haftada Çanakkale Boğazına kadar getirildi Bu gemiler, 2 Şubat 1890’da Dolmabahçe önüne ulaştılar Sultan İkinci Abdülhamid Han da, Japon İmparatorunun, Türk deniz ailesine gösterdiği yakınlık ve sevgiyi, fazlası ile göstererek Türk-Japon sevgi ve işbirliğinin temelini attı
Japonlar, Kaşımazaki Fenerinin 300 metre güneydoğusundaki bir yere, denizcilerimizin hatırasına hürmeten âbide diktiler
Eşkinci
Osmanlılarda timarlı sipahilere ve cepheye çağrılan geri hizmet kıtalarına verilen ad Osmanlılar'da her timarlı sipahi bir savaş yükümlüsü olduğu için, eşkinci sayılırdı Eşkincilerin mülk timar sahipleri bizzat sefere katılmazlar, yerlerine cebelü (silahlı asker) gönderirlerdi Be-nevbet timarı olanlardan ise nöbet sırası gelenler sefere katılırlardı Osmanlıların timar teşkilâtı içinde, ilk kuruluş devrinde teşkilâtlandırdıkları eşkinciler, devletin bir nevî, sayıları bilinen, hazır kuvveti durumundaydılar
Yaya, müsellem, kızılca müsellem, yörük ve canbazlardan teşekkül eden eşkinciler, 1590 yılına kadar 20’şer, bu seneden sonra 30’ar kişilik ocaklara bölünmüşlerdi Kanuna göre her ocaktan beş eşkinci sefere gitmek zorundaydı Geri hizmetlerde kalanlara, “yamak” adı verilirdi Yamaklar, ocak eşkincilerine, her sefer sırasında ellişer akçe ödemek zorundaydılar Bu sebeple bunlar “elliciler” olarak da adlandırılmıştır Sefere katılan eşkinciler, daha çok köprü, hisar ve yol inşaatıyla uğraşırlardı Sefere çıkan her eşkinci, mensup olduğu orta büyük bölük sandıklarına, sefer sırasında yiyecek ihtiyaçlarının karşılanması için iki altın verirdi Herhangi bir sebeple sefere katılamayan eşkinciden de bu para tahsil edilirdi
Eşkincilerin maaş kâğıtlarına “esâme” adı verilirdi Eşkincilerin bu esâmelerini başkalarına devretmeleri veya satmaları kesinlikle yasaktı 1714’te Mora Seferinde Anapoli Kalesinin fethi sırasında gösterdikleri başarı sebebiyle, eşkincilere ulûfeleriyle emekli olma hakkı verildi Ancak, zamanla kadrolarıyla emekli olan eşkinciler, devleti iki bakımdan zarara sürüklediler Biri, sefere çıkacak eşkincilere yeni kadro bulma zorluğu; diğeri ise, emekli olan eşkincilerin, esâmelerini askerlikle ilgisi olmayanlara satmaları idi Bu durum, timar sisteminin önemli ölçüde bozulmasına yol açtı
Sultan İkinci Mahmud Han, daha da bozulan bu teşkilâtı, 25 Mayıs 1825’te düzenleyerek modern bir eşkinci ocağı kurdu
Şeyhülislâm Tâhir Efendiden, askerî eğitimin lüzumlu olduğuna dair fetva alınıp, yeniçerilerin “bütün” adı verilen elli bir ortasından şimdilik yüz ellişerden 7650 asker, “eşkinci” adıyla kaydedilip, bir kanunnâme yazıldı
Eşkinci askerlerinin başına Hacı Sâib Efendi getirilip, eğitiminden de Mısır Cihâdiye Askerî Binbaşılarından Davud Ağa ile eski Nizâm-ı Cedîd Yüzbaşılarından İbrahim Ağa sorumlu idi Eşkinci yazılanların ayaklarına sıkı potur ile başlarına yeşil renkli Karadeniz kalpağı giydirilip, kundaklı tüfek ile birer kılıç verildi Dua ve sena ile yeni elbiseleri giydirilip, silahları kuşatılan eşkinciler, 11 Haziran 1826 Pazar günü, At Meydanında eğitime başladı Ancak, disiplini tamamen kaybolan yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, eşkinci ocağı da yerini yeni kurulan “Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye” adlı orduya bıraktı
Evladı Fatihan (Evlâd-ı Fâtihân)
Rumeli’nin fethinden sonra, oralarda yerleşmek üzere, Anadolu’nun Müslüman-Türk halkından, aileleri ile birlikte gidenlere verilen ad Osmanlılar'ın Balkan Yarımadası'ndaki fetihleri neticesinde orada yerleşmeleriyle, buradaki yörük cemaati gruplarının sayıları artmış ve çok ehemmiyet kazanmıştı Rumeli’nin iskânı ve Türkleştirilip, İslâm dininin yayılması maksadıyla yörük ve Tatar Türklerinin bu bölgeye ilk defa ayak basmaları, Sultan Yıldırım Bayezid zamanında oldu Önceleri yörüklerin bulundukları kazalar; Manastır, Filorina, Cuma, Tikveş, İştip, Doyran, Yenice, Vadina, Serez, Demirhisar, Drama, Longaza idi
Fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşen yörük teşkilâtı, zamanla dağılmaya yüz tuttu Dağınıklık ve disiplinsizlik, İkinci Viyana Kuşatması'nda iyice kendini gösterdi Böylece halkın daha sıkı bir disiplin altına alınmasının gerekli olduğu ortaya çıktı 1691 senesinde sultanın hatt-ı hümâyûnu ile yörük Türkleri, Evlâd-ı Fâtihân adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı ve zamanın ihtiyaçlarına göre, teşkilâtın askerî ve iktisadî bünyesi az çok değiştirildi Kanunnâme’de; “Yörük taifesi öteden beri Devlet-i Âliyyenin güzîde ve cengâver, itâatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde, kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu tâifeye Evlâd-ı Fâtihân adı verilmiştir” denilmektedir Altı sene sonra nüfus sayımı yapılarak, her altı kişiden birinin seferber asker olması ve bu şekilde her türlü vergiden muaf tutulacakları ve harplere iştirakleri kayda bağlanmıştı Böylece Yörükler, yerleşik hayata geçmiş olsalar dahi, yeni bir kuruluş hâlinde, yine askerî bir hizmet için teşkilâtlandırılmış oldular Evlâd-ı Fâtihân, önceleri yörük deyimi ile birlikte kullanılmış ise de, daha sonraları yörük tabirinden vazgeçilmiştir Evlâd-ı Fâtihânın yerleşmiş bulunduğu bölge, yörük vilayeti adı ile anılmıştır Bu bölgeye tayin edilen vezir veya beylerbeyi, Yörük Hakimi olarak tanınmışlardı
1691 senesinden sonra, Evlâd-ı Fâtihânın defterleri tutulmaya başlanmıştır Evlâd-ı Fâtihân defterlerinde Belgrad Muhafızı olarak geçen Hasan Paşanın, hem Evlâd-ı Fâtihân piyade askerlerinin, hem de vilayet Yörüklerinin defterlerini tanzim ettiği tespit edilmiştir Daha sonraları Evlâd-ı Fâtihân, bütün eski yörük gruplarının özel ismi hâline geldiğinden, defterlerde “yörük” tabiri kullanılmamıştır 1697’de yapılan yoklamaya göre, Rumeli’de Evlâd-ı Fâtihân olarak 1116 hane ve 16 582 kişi tespit edilmiştir
Evlâd-ı Fâtihânı, çeribaşılar (yörük teşkilatında serasker) idare etmekteydi Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zabitler ise İstanbul’da ikamet ederlerdi Çeribaşları; kaza müdürü durumunda olup, vazifeli bulundukları yerlerin asayişine bakarlar, sefer anında eşkinci askerler çıkarırlar, harp olmadığı zamanlarda vergileri toplarlardı Sonraları Osmanlı Devletinin çeşitli yerlerinde vazife alan bu teşkilât, kurulduğu ilk yıllarda sadece Rumeli’deki gazâlara katılmak mecburiyetindeydi
1826 senesinde Evlâd-ı Fâtihân teşkilatı yeniden düzenlendi ve yirmi dört grupta toplanarak dört tabur hâline getirildi Çeribaşıların yanına kolağası, mülâzım ve yüzbaşı rütbesinde subaylar verildi Bir süre sonra bu taburlar alay yapıldı Rumeli ve Selânik eyaletlerinde oturan Evlâd-ı Fâtihânın diğer halktan farklı bazı imtiyazları vardı Bunlar, Tanzimat'tan sonra çıkarılan kanunla kaldırıldı ve diğer halk gibi vergi ve askerlik mükellefiyetine tabi tutuldular (1846) Böylece, yaklaşık iki asırdan beri devam eden Evlâd-ı Fâtihân teşkilâtı, ortadan kaldırılmış oldu
|