Yalnız Mesajı Göster

Genel - Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi

Eski 06-27-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Genel - Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi




Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi




Psikoloji tarihi ve genel olarak teorik psikoloji Türkiye’de henüz bir araştırma alanı olmaktan uzak bulunuyor Konuyla ilgili çevirilerin sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az Üniversitelerin psikoloji bölümlerinde “psikoloji tarihi” dersleri daha yeni yeni yer bulmaya başladı Bununla birlikte psikoloji felsefesine ilişkin pek bir çalışma yapıldığını iddia etmek mümkün değil

Teorik psikolojiye gösterilen ilgi konusunda aslında Türkiye ile bir çok Avrupa ülkesi arasında önemli bir fark bulunmuyor Gerçi psikoloji tarihine ilişkin dünya üzerindeki ilk çalışmaların yazımı aşağıda değinilecek nedenlerle psikoloji tarihinin erken dönemlerine dayanır Ama psikoloji tarihinin bir alt-alan olarak kurumsallaşması ancak 20 yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960’ların ortalarında mümkün olmuştur

Psikoloji tarihi historiyografyası içinde sadece psikoloji tarihi için değil genel olarak bilim tarihi için de geçerli olan iki dönem ayırt etmek mümkündür Psikoloji tarihi yazımında “eski” tarih diye adlandırılan birinci dönem 19 yüzyılın ortalarından 1950’li yılların ortalarına uzanır Bu dönemin psikoloji tarihi çalışmaları, diğer bilimler için de geçerli olduğu gibi alanın içindeki eski araştırmacılar tarafından yürütülür Bu araştırmacılar genellikle artık bilimsel araştırma yapmayı bırakmış ve kendilerini çalışmış oldukları alanın tarihine ilişkin çalışmalara vermişlerdir Üstelik bu araştırmacılar herhangi bir tarih formasyonuna sahip de değillerdir “Eski” psikoloji tarihi yazımının klasik çalışması şüphesiz E G Boring’in 1929’da yayınlattığı “History of Experimental Psychology” adlı eseridir Boring’in çalışmasından da görülebileceği gibi “eski” tarih yazımı, Thomas Leahey’in (1991, s 34) terimiyle, “yukarıdan” bir tarih yazımıdır Eleştirel olmaktan çok, politik ve diplomatiktir Temel konusu “büyük” adamlar ve “büyük” olaylardır Okunulabilir hikayeler anlatır ve bunları başka tarihçilerden çok, halkın eğitimli tabakasına sunar Yani bir nevi “popüler tarih” anlayışını benimser

Tarih yazımında “yeni” dönem, psikoloji için ancak 1960’ların ortalarında gelişebildi Ancak tarih yazımına tümüyle bu yeni anlayışın egemen olduğunu bugün bile söylemek mümkün değildir Bu yeni dönemin başlıca özelliği psikoloji tarihi yazımının bir uzmanlık alanı haline gelmesidir Artık bu araştırmalarda tarih formasyonu da önemli bir yer tutmaktadır Bu dönemin bir diğer özelliği de “eski” tarih anlayışı tarafından pek de dikkate değer bulunmayan psikolojinin sosyal yapısının incelenmesidir Burada kastedilen sadece bilimsel topluluğun kendi iç örgütlenişi değil, aynı zamanda bu topluluğun örgütlendiği toplumun da yaşayışıdır Bu anlayış psikolojiyi toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir takım “büyük adamların” yarattığı bir bilim dalı olarak ele almamakta, onu içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel bütün içinde tanımlamaya çalışmaktadır Özellikle 1960’lardaki öğrenci hareketinin ve sonrasında hızla gelişen eleştirel psikoloji akımlarının da etkisiyle bugün modern tarih yazımı sıklıkla eleştirel ögeler barındırmaktadır

Psikolojinin kendi tarihine ilişkin genel ilgisizliğinin dayanak noktasını psikoloji içindeki hakim paradigmanın belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır Psikolojinin bir ‘doğa bilimi’ olduğu iddiası ve psikologların teorik değil deneysel çalışmalarla ilgilenmesi gerektiği bütün dünyada bir çok psikolog tarafından paylaşılan bir görüştür Bu görüşe göre psikoloji tarihinin araştırılması da psikologlara değil bilim tarihçilerine bırakılmalıdır

Oysa bu, psikolojinin kendine özgü bir takım özelliklerinden dolayı mümkün değildir Psikoloji tarihine yönelik ilgi salt bilim tarihi çerçevesinde değerlendirilemez Psikoloji tarihinin kendi tarihine bakıldığında görülecek olan, bu konuyla ilgili çalışmaların psikolojinin bir takım “kriz” dönemlerinde yoğunluk kazandığıdır Örneklemek gerekirse: Psikoloji 19 yüzyıldan 20 yüzyıla girilirken bağımsız bir araştırma ve bilgi alanı olarak komşu disiplinlerine karşı dayanabilmek ve kendi sınırlarını belirlemek zorundaydı Bu zorunluluk teorik psikoloji çalışmalarına olan eğilimi güçlendirmişti Aynı şekilde 20li yıllar ve 30lu yılların başında psikoloji, birbirleriyle yarış halinde çok sayıda okul ve anlayış tarafından parçalanmak tehdidi altında bulunuyordu (Benetka, 2002, s 12) Yine psikolojinin “kriz”lerine dair bir diğer örnek de psikolojinin çevresel nedenlerle yeniden yapılandırılmak ihtiyacında bulunduğu dönemlere ilişkindir Nazizm sonrası Almanyası ve Avusturyası buna iyi birer örnektir (Geuter, 1980)

Görüldüğü üzere psikoloji tarihinin gündeme gelişi psikolojinin “kriz” dönemleriyle bir paralellik taşımaktadır Thomas Kuhn’un (1976) terminolojisini metaforik olarak kullanırsak, psikoloji tarihi “kriz” ve “devrim” dönemlerinde gündeme gelirken, “olağan bilim” döneminde yadsınmaktadır

Buradan hareketle psikoloji tarihinin Türkiye’de neden genellikle gündem dışı olduğuna dair fikir yürütmek mümkündür Bir çok orta ve az gelişmişlikteki ülkede de durum aynıdır: Bilimsel bilgi bu ülkelere büyük oranda dışarıdan “ithal” edilmektedir ve yine Kuhn’un kavramlarını kullanmak gerekirse ithal edilen “kriz”ler değil, genellikle “ders kitapları” bilimidir Bu nedenle “Krizler” ve “paradigma değişimleri” çevre ülkelerde merkez ülkelerde yaptığı etkiyi yapmamakta ve bu ülkelerde psikoloji çalışmaları sürekli ithal edilen bir “olağan bilim” durumunda kalmaktadır

Diğer yandan psikoloji tarihi çalışmaları günümüzde çevre ülkelerde de önem taşımaktadır Bu ifadeyle yukarıda belirtilen, psikoloji tarihi çalışmalarının yoğunluğunun psikolojinin “kriz”leri ile paralellik taşıdığı iddiası arasında bir çelişki yoktur:

Birincisi özellikle bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte artık merkezlerdeki “krizler” çevre ülkeler tarafından da çok daha şiddetli hissedilmekte, modern tartışmalar eskiye oranla oldukça hızlı bir şekilde çevre ülkelere dahil olabilmektedir Üstelik kimi alanlarda çevre ülkelerden gelen çalışmaların sayısı, hiç de merkez ülkelerdekilerden az değildir

İkinci olarak, çevre ülkeler de geçmişte, merkez ülkelerdeki paradigmaları benimseyerek “kriz”leri savuşturamamış, belki bir miktar geciktirmiş, ancak bu paradigmaların kendi ülkelerindeki sağlamalarının yapılmasında hep bir takım sorunlarla karşılaşmışlardır Bunun sonucunda “daha ulusal” psikoloji geleneklerinin gündeme gelmesi sözkonusudur Bugün kimi Arap ülkelerinde İslam ile psikolojinin bütünleştirilmelerine yönelik bir eğilim görünmektedir (bak Abou-Hatab, 1997) Bugün özellikle kültürler-arasılık boyutunda psikolojinin yeni bir “kriz”inden sözedildiğini duymak şaşırtıcı değildir Bu “kriz” artık merkez ülkelerin sınırlarını aşan genel bir “kriz” olarak değerlendirilmelidir Psikoloji tarihi bilgisi de bu “kriz”in hangi yolla aşılacağına ilişkin ipuçlarını elinde bulundurmaktadır

Psikoloji Tarihi Yazımının Önemi

Psikoloji tarihi çalışmasının neden önemli olduğuna ilişkin daha bir çok görüş ileri sürmek mümkündür Öncelikle bilimsel araştırmanın devamlılığına ilişkin vurgu önemlidir Psikolojinin metodolojik ve paradigmatik sürekliliğini ve kopuntularını, temel kriz dönemlerini ve bu krizlerin aşılma yöntemlerini psikoloji tarihi bilgisi ile yerli yerine oturtmak mümkün olmaktadır

Ancak eleştirel psikoloji adına vurgulanması gereken daha önemli bir nokta, psikoloji tarihinin psikoloji felsefesi ile ilişkisidir Burada söz konusu olan yalnız psikolojinin metodolojik tercihleri değil, aynı zamanda “genel dünya görüşündeki” değişimlerdir de Psikoloji batı ülkelerinde daha İkinci Dünya Savaşı öncesinde, salt akademik bir araştırma alanı olmaktan çıkarak toplumsal yaşamda da yaygın olarak karşılık bulmaya başladı Ancak bu süreç özellikle savaş sonrası dönemde büyük bir ivme kazandı Psikolojinin bu gelişimini Lucien Goldmann’ın (1998) bu döneme ilişkin bakış açısı ile karşılaştırmak mümkündür Goldmann’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kapitalizmi bir “bunalım kapitalizmi” olmaktan çıkarak bir “düzenleme kapitalizmi” haline evrilmiştir Bu dönüşüm sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri toplumsal bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler “düzenleme kapitalizminin” kurucu bir ögesi durumuna dönüşmüştür Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız pratik uygulamaları bakımından değil, genel paradigmaları bakımından da ideolojik etkileşimlerinin kuvvetli olduğu görünmektedir Vurgulanması gereken nokta çok temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç „bilimsel“ dinamiklerinden daha çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır Psikoloji tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne sermesi itibarı ile, yalnız psikolojinin ideolojik karakterini deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin modern kapitalist toplum içindeki kurucu rolünün görülmesini de destekleyecektir



Türkiye’de Psikoloji Tarihi ve Bazı “Hatalar”

Bu noktada, bu makalenin amacını ve sınırlarını fazlasıyla aşacak bu tartışmayı bir yana bırakıp, Türkiye’de psikoloji tarihi çalışmalarının bugününe gözatmakta fayda var Türkiye’de psikolojinin tarihine ilişkin henüz kapsamlı bir çalışma yayınlanmamıştır, ancak bazen uluslararası bir derlemede ya da bir dergide konuyla ilgili birşeyler yazmak gerekmektedir Bu türden yazıların derinlikli araştırmalardan çok, basit tanıtıcı yazılar olmaları genel özellikleridir ve bilimsel “efsaneler” ve “söylentiler” şu ya da bu nedenle bu yazılar içinde kolayca yer bulabilmektedir Üstelik her yeni çalışma kendinden önce yazılmış aynı türden bir çalışmayı kaynak gösterdiğinden bu efsaneler ve söylentiler yeni çalışmalarda da kendini yeniden üretmektedir Bu çalışmaların ortak yanı “eski” tarih yazımı adı verilen yöntemin hakimiyetidir Öyle ki Türkiye’de psikolojinin tarihi neredeyse yeni bir anlayışla tümüyle yeni baştan bir kurguyu gerektirmektedir Aşağıda bu tarz çalışmalarda Türkiye’de psikolojinin tarihinin yazımı sırasında sıklıkla tekrarlanan hataların en göze çarpanları açıklanmıştır

a) Türkiye’de Psikolojinin Başlangıcı ve İlk Psikoloji Yayınları

Türkiye’de psikolojinin başlangıcına ilişkin “resmi tarih” anlayışı Dr Georg Anschütz’ün 1915 yılında Almanya’nın ünlü “eğitim yardımı” programı kapsamında Darülfünun’a gelişini esas almaktadır Almanya’nın Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak ve özellikle aydınlar içinde bir “nüfuz alanı” yaratmak amacıyla Darülfünun’a yardım için ilk partide gönderdiği 15 öğretim üyesi arasında Hamburg Üniversitesinin asistanlarından Georg Anschütz de bulunmaktadır Anschütz kimi kaynaklarda “profesör” olarak anılmaktadır, ancak bu, Fransızca kaynaklı bir alışkanlıktan başka bir şey değildir Nitekim 1886 doğumlu Anschütz İstanbul’a geldiğinde sadece 29 yaşındadır Diğer yandan Çiğdem Kağıtçıbaşı (1994) Anschütz’ün geldiği yıl olan 1915’de ilk psikoloji kitabının da yayınlandığını ileri sürmektedir

Türkiye’de psikolojinin başlangıcının Anschütz’ün İstanbul’a gelişi olarak kabul edilmesi gerektiği iddiası, aslında Türkiye’de bugün psikoloji dünyasına egemen olan paradigmadan doğmaktadır: Bu anlayışa göre psikoloji deneysel psikoloji ile eşitlenmekte, deneysel olmayan psikoloji tümüyle tartışma dışı bırakılmaktadır Anschütz’ün İstanbul’a gelişi gerçekten de batılı anlamda bir deneysel psikolojinin Türkiye’ye girişi olarak kabul edilebilir En azından Anschütz’ün çabası “ilk girişim” olarak değerlendirilebilir Sonuçta Anschütz savaş koşullarında öğrenci yokluğundan dolayı1 sadece kurduğu darülmesaide faaliyet göstermiş, geride bir tek makale (Anschütz, 1916) dışında hiçbirşey bırakmadan, kontratı devam ettiği halde, 1918’de Mondros Antlaşması gereği İstanbul’dan ayrılmış ve Nazizm döneminde Gustav Deuchler’le birlikte meslek hayatının en parlak günlerini yaşayacağı Almanya’ya dönmüştür Bu nedenle Anschütz’ün İstanbul’daki faaliyeti deneysel psikolojinin ve bir deneysel psikoloji laboratuarının Türkiye’ye ilk girişi olarak kabul edilebilirse de Türkiye’de psikolojinin “kuruluşu” olarak değerlendirililebilir nitelikte değildir

Bununla birlikte genel olarak psikolojinin ülkeye girişi çok daha öncelere dayanır Üniversitede psikolojiyle ilgili bilinen ilk ders Aziz Efendinin Darülfünun-i Osmani’nin 1869’daki açılışından önce Ramazan ayını değerlendirmek amacıyla halka açık olarak düzenlenen gece konferasları arasında verdiği “Emcazi Ekalim” dersidir (Yıldırım, 1998, s 94) 1908 Devriminden sonra da Babanzade Naim Bey’in İlm-un Nefs adıyla biraz teoloji ağırlıklı psikoloji dersleri verdiği bilinmektedir (Özbaydar, 1973, s 219)

Psikolojiye ilişkin ilk yayının tarihi ise belli değildir Açık olan bir şey varsa bu da bu ilk yayının 1915’den çok daha önce yapılmış olduğudur Sami Kayral (1953) 1915 yılından önceye ait 11’i çeviri 29 eser, Nuri Bilgin (1988)2de 9’u çeviri 27 eser saymaktadır Bu eserlerin en eskisi Yusuf Kemal’in 1876’da yayınlanan “Gayet-ül Beyan Fi Hakikat-ül-İnsan Yahut İlm-i Ahval-i Ruh” adlı eseridir Yabancı dilden yapılan ilk çeviri ise 1907’de Mısır’da yayınlanan Le Bon’un ünlü Psychologie des Foules eserinin Abdullah Cevdet tarafından yapılmış “Ruh-ül Akvam” başlıklı bir çevirisidir Bununla birlikte eski yazıyla hazırlanmış psikoloji ile ilgili yayınlara yönelik geniş kapsamlı bir araştırma yapılmadığından, psikolojiyle ilgili daha eski bir çalışma olup olmadığı bilinmemektedir

b) Adhémar Gelb ve Wilhelm Peters

Dünya Savaşının kaybedilmesinden sonra Anschütz Almanya’ya dönmüş ve psikoloji derslerini devam ettirmek sonraki dönemde Mustafa Şekip Tunç ve Ali Haydar Taner’in görevi olmuştur Ali Haydar Taner aslında bir pedagogdur, ama 1924’e kadar Darülfünun’da kalmış ve “deneysel psikoloji” dersi vermiştir Mustafa Şekip Tunç’sa felsefe bölümü içinde psikoloji derslerine devam etmiş ve Bergsoncu bir psikoloji anlayışını gelenekselleştirmeye çalışmıştır

1933 yılı hem Almanya’daki hem de Türkiye’deki öğretim üyeleri için önemli bir yıl olmuştur Almanya’da iktidara gelen nazi partisi Yahudi kökenli veya Yahudilerle evli olan devlet memurlarını görevlerinden uzaklaştırmış, böylece bir çok öğretim üyesi üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır Türkiye’de ise aynı yıl içinde yapılan Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünun’u kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin açılışı yapılmıştır

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galib’in (1933, s 315) açıklamasına göre yeni üniversitede görev alacak öğretim görevlileri üçe ayrılıyordu: Eski Darülfünün hocalarından olup görevlerinden alınmayanlar, yurtdışına eğitim için gönderilmiş olan gençler ve yabancı öğretim üyeleri

Yabancı öğretim üyelerinin getirilmesine aracı olan kişi, daha önce Darülfünun’u inceleyerek reformun gereklerini bir raporla bildirmesi istenen İsviçreli Albert Malche’dı Malche, Zürih’te doktor Philipp Schwartz’ın yönetimi altındaki “Yurtdışındaki Alman Öğretim Üyeleri Dayanışma Birliği” (Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland) ile temasa geçti Schwartz’ın iki kez Ankara’yı ziyareti sonrasında Türkiye’ye gelecek öğretim üyeleri belirlendi3

Türkiye’ye gelecek ilk öğretim üyeleri arasında psikolog yoktu Daha sonra Adhémar Gelb’in davet edilmesi kararlaştırıldı Sibel Arkonaç (1995) “Almanya’dan kaçmış olan Gelb’in” daveti kabul ettiğini ileri sürmektedir Bu iddia Arkonaç’ın çalışmasında hiçbir kaynağa dayandırılmamıştır Gelb’in daveti kabul edip etmediği bilinmemektedir Bununla birlikte bilinen bir şey varsa, bu da, Gelb’in görevinden alındıktan sonra Almanya’dan “kaçmayan” az sayıda öğretim üyesinden biri olduğudur Gelb 1935’e kadar Almanya’da kalmış, sonra İsveç’in Lund Üniversitesi’nden aldığı misafir profesörlüğü kabul ederek oraya gitmiş, ancak sağlığı bozulduğu için kısa süre sonra Almanya’ya dönmüş ve orada ölmüştür (Benetka, 1997, s 66)

Gelb’in ölümü üzerine bu kez Wilhelm Peters davet edilmiş ve bu daveti kabul eden Peters 15 Ocak 1937’de İstanbul’a gelmiş ve yeni kurulan “Pedagoji Enstitüsü”nün yöneticiliğini üstlenmiştir Peters’le ilgili sıkça tekrarlanan bir hata, kendisinin Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye geldiği yolundadır Oysa Peters Almanya’dan ayrıldıktan sonra İngiltere’ye gitmiş, Londra’da East London Child Guidance Clinic’te çalışmaya başlamış ve Türkiye’nin daveti üzerine buradaki görevinden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla