| 
Prof. Dr. Sinsi
 | 
				  Dönemlere Göre Nesir 
 
              TARİH NESRİ
 Orta dönem divan nesrinin en bol ve kuvvetli örnekleri tarih nesri kolunda toplanmıştır
  Çok yerde süs ve sanat kaygısı gütmeyen ve tarih vakalarını yalın bir ifade ile yazan ünlü yazarlar, tarih bilgileri ve gezginler, canlı, hareketli, zevkli sayfalar yazmışlardır  Başka milletlerde olduğu gibi bizde de “tarih” 19  yüzyıl başlarına kadar bir edebiyat türü sayılmıştır  Eskiler için tarih, çok okunan ve sevilen bir sanat, bilgi ve hikmet sözleridir  Tarih, iyiyi kötüden ayırmaya yarar, ibret dolu bir kitap sayılıp devler adamları ve aydınlar tarafından dikkatle okunmuştur  Denilebilir ki, bu kitaplar, o çağ aydınlarının hem felsefe ve tarih, hem de roman ve hikaye okuma ihtiyaçlarını karşılamıştır  Bazı tarihçiler de özellikle olayları yorumlarken ve tasvirler yaparken münşiane denilen süslü ve parlak aydınlatma yoluna kaymışlardır  Fakat hitap ve söyleşme bölümlerinde yalın bir konuşma dili kullanırlar  Bunlardan Aşıkpaşazade, tarihini halk dili ile denebilecek kadar sade yazmıştır  Tarih nesri de yüzyıllar geçtikçe ağır bir dille yazılmış, ama hiçbir zaman anlaşılmaz hale gelmemiştir  Tarihte birçok olay ve kişileri anlatmak zorunda oluşları, tarihçilerin sırf sanat göstermek için ağır dil kullandıkları görülür  Biz burada, “tarih nesri” deyimi ile, yalnız tarih kitaplarında görülen nesri söylemek istemiyoruz  Birçok coğrafya, seyahat ve ilim kitaplarının da yazılmış olduğu fakat tarz ve anlarım benzerliği gösteren bir nesir kolundan bahsediyoruz  15  Yüzyıl :Osmanlı tarihi hakkında ilk Türkçe eser, şair Ahmedi’nin 15  yüzyıl başlarında yazdığı “Dastan-ı Tevarih-i Muluk-ı Al-i Osman” adlı manzum tarihidir  İbni Arap Şah : Timur zamanını yazmıştır  Yazıcızade Ali : Bir “Seçukname” yazmıştır  Fatih zamanında : Behişti, “Tarih-i Ali Osman”, Emveri : “Düsturname” , Oruç Bey : “Tevarih-i Ali Osman” ve İdrisi Bitlisi : “Heşt Behişt” adlı (Farsça) tarihleri yazmışlardır  Karamanlı Mehmet Paşa’nın “Tevarih üs-selatin ül Osmaniye” adlı Farsça tarihi 1480’de Türkçe’ye çevrilmiştir  Bayatlı Mehmet oğlu Hasanın “Cam-ı Cen-Ayin” adlı tarihi 1482’de kaleme alınmıştır  Bu yüzyılın Türkçe olarak en önemli tarihi, Aşıkpaşazadenin “Tevarih-i Ali Osman”ıdır  (1478) Fatih Sultan Mehmet zamanında devletin resmi tarihini yazdırmak için Şehnamecilik denen saray tarihçiliği kurulmuştur  İlk Şehnameler manzum, daha sonra nesir karışık yazılmıştır  16  Yüzyıl :Tarihi eserler yönünden zengin  Bu yüzyılda Şehnamecilik devam etmiştir  Yavuz Selim’in fetihlerini yazan Fetullah Çelebi’nin eseri ile Eflatun’un “Hünername”si bu şehnamelerin en iyileridir  Ünlü tarihçiler arasında : “Tacüttevarih” adlı eseri ise Hoca Sadeddin Efendi; “Künhülahbar”ıyla Gelibolu’lu Ali; “Selanigi Tarihi” diye meşhur eseriyle Selanikli Mustafa vardır  17  Yüzyıl :Bu yüzyılda büyük tarihçiler ve tarih nesri bölümüne konulacak ustalar yetişmiştir  Fatih’in kurduğu Şehnamecilik töresi vakanüvislik diye yeni bir isim almış ve önemli bir saray memurluğu sayılmıştır  Vakanüvislik 1663’te Abdurrahman Paşa ile başlamıştır  Bu asır içinde sayamayacağımız yazarların hepsi tarihçi değildir  Bazısı düşünce ve ilim, bazısı da seyahat alanında tanınmıştır  Fakat hepsi eserlerinde tarih ruhu taşıdıkları ve tarih nesrinin ortak özelliklerini kullandıkları için bu bölüme alındılar  Başlıca tarihçiler : “Peçervi Tarihi” ile meşhur Peçevi İbrahim Efendi ile “Ravzatülebrar” sahibi Karaçelebizade Abdülaziz’dir  Tarih nesri içindeki tanıdığımız ünlü yazarlar : “Risalesiyle meşhur Koçi Bey, büyük ilim adamımız, Katip Çelebi ve ünlü seyahat yazarımız Evliya Çelebi’dir  18  Yüzyıl :Bu yüzyılda sanatlı tarih anlayışının en büyük yazarları yetişmiştir  Bunların başında değeri tarihi ile Naima gelir  Bundan başka Naima Tarihine ek olarak Raşit’in yazdığı “Raşit Tarihi” ve ona ek olarak Çelebizade Asım’ın “Asım Tarihi”, Silahtar Fındıklılık Mehmet “Silahtar Tarihi” ve Fındıklılık Süleyman’ın “Mirüttevarih” adlı eseri vardır  Bu yüzyıl sonunda tarih nesrine bağlayacağımız ünlü “Sefaretname” sahibi Yirmisekiz Çelebi Mehmet’tir  19  Yüzyıl :19  yüzyıl başından hatta Tanzimat’ın ilanından sonra da edebi tarihçilik ve vak’anüvislik geleneği sürüp gitmiştir  Ünlü vak’anüvisler arasında Mütercim Asım, Şanizade Ataullah, Esat Efendi ve Recai Efendi sayılabilir  Bu yüzyılın ikinci yarısında (1855) Ahmet Cevdet Paşa’yı bir bakıma eski tarih geleneğimizin son büyük temsilcisi, bir bakıma da Türkiye’ye ilmi tarih çığırının öncüsü sayabiliriz  
 
 ÖĞRETİCİ NESİR
 Öğretici nesir, üslup yönünde tarih nesrine çok benzer
  Ancak doğrudan doğruya bilgi vermek için yazılmış olan öğretici eserlerde, anlatım biraz daha kuru ve sanatsızdır  Mecazlar daha az bulunur  tasvir, tahkiye, söyleşme bölümlerine pek rastlanmaz  Konu bakımından, öğretici yazılar, oldukça çeşitlidir  Başta din ve tasavvuf olmak üzere tıp, eğitim, terbiye, ahlak, muaşeret, hukuk ve her türlü ilim konusunda eserler yazılmıştır  Çoğu bilginlerimiz, eserlerini Arapça yazdılar  Yalnız düşünce, bilgi ve tecrübelerini halka ulaştırmak isteyen bazı ülkücü aydınlar görüldü  Adı geçen eserler onlarındır  Bu kitaplarda verilen bilgiler, çokluk Doğu kaynaklarından gelir  Felsefe ve ilimde İslam (yani Türk, Arap ve Fars) filozof ve bilginlerinin 15  yüzyıla kadar araştırıp ortaya koydukları müsbet ve nazari ilim sonuçları tekrar elde edilmiştir  Yeni ve yaratıcı düşünce ve görüşlere az rastlanır  Çünkü o çağlarda bilgi (Rönesans’tan önce Batı’da olduğu gibi) skolastik bir nitelik taşımaktadır  Skolastik bilgi ve düşünce, eski üstatların bulduklar sonuçları, olduğu gibi kabul edip tartışmasız benimseyen ve yalnız yorumlamakla yetinen eğitim ve düşünce tarzına verilen isimdir  Farabi, İbni Sina, İbni Haldun, İmam Gazali ve İbni Rüşt gibi büyük İslam filozofları, çevirmeler yolu ile Arapça’ya aktarılan eski Yunan felsefesini genişletip geliştirmek ve hatta yenileştirmek ve başka sistemlere bağlamak suretiyle, bir Doğu Rönesans’ı hazırlamışlardı  Doğudaki taze buluşların, hür ve geniş fikirlerin, yepyeni felsefe görüşlerinin, Batı Rönesansı üzerindeki etkileri de büyük olmuştur  Ne yazık ki, 15  Yüzyıldan sonra bu Rönesans, hızını kaybetti  Batının büyük yükselişlerine karşılık bizde duraklama başladı  Düşünce ve ilim ufuklarımız daraldı  Batı ile kuvvetli fikir ve sanat dağıntıları da kuramadığımız için büsbütün, skolastiğe kapandık  Medreselerimiz müspet ilim öğretimi ve hatta felsefeyi bırakarak eski bilgileri tekrar ile yetindi  Büyük imparatorluğumuzun çöküşünde ilim ve felsefe yolundaki bu durgunluğun olumsuz etkileri büyüktür  Çünkü yenilgiler karşısında yıkılıp çökmemek için yaratıcı düşünceye ve yeni buluşlara ihtiyaç vardır  Bu öğretici eserlerde verilen bilgilerin belli başlı özelliği, tıpkı atasözleri gibi geleceğe ve denenmişliğe dayanmasıdır  Bu yönden hem milli hem de beşeri bir değer taşırlar  Gerçi yeni şeyler değillerdir ama, bunlar arasında din, tasavvuf ve ahlaka dair olanlar ön safta gelir  Öğretici nesri teşkil eden eserler arasında doğu dillerinden yapılmış tercümeler de önemli yer tutmaktadır  Öğretici nesrin bazı örnekleri aşağıya alınacaktır  Bu yazıların çıkarıldığı eserler ve yazıcıları da kısaca tanıtılacaktır  
 
 TANZİMAT NESRİ
 Siyasi Tanzimat’ın (1839) getirdiği Batı’ya yönelme hareketi, 1860’tan sonra edebiyatımızda da bir değişme, yenileşme çığırını açtı
  Tanzimat Edebiyatı denen bu çığır (1895) Servetifünuna kadar sürdü  Bu edebiyatı temsil eden kişilerin çoğu aynı zamanda şairlerdir fakat bunlar asıl yeniliği nesirde yapmışlardır  Tanzimat edebiyatı, hakiki bir nesir devrimi olmuştur  Çünkü fikirler yenilenmiş, Batı’dan yeni kavramlar getirilmiş bütün bunlar nesri büsbütün değiştirmiştir  Zaten, Tanzimat’la edebiyatımıza giren yeni türlerin hemen hepsi, roman, hikaye, tiyatro, tenkid, makale, nutuk gibi nesir türleridir  Bu türler, yeni nesrin gelişmesini sağlamış ve yaratılan üslupla birlikte olgunlaşmışlardır  Yeni nesrin oluşmasında asıl büyük rol, gazeteciliğe ve gazetecilere düşmüştür  1860’ta başlayan özel gazetecilik, az zamanda, hakla hitap eden yeni bir anlatım bulmak gereğini kabul ettirdi  İster istemez bir havadis ve haber verme üslubu arandı  Nitekim özel Türk gazeteciliğinin kurucusu olan Şinasi, 1860’ta çıkardığı Tercüman-ı Ahval’in ilk sayısına yazdığı önsözde, bu arayışı tam bir şuur ile açığa vurmaktadır  “Tarife hacet olmadığı üzre, kelam, meram anlatmağa mahsus bir Tanrı vergisi olduğu gibi, insan aklının en güzel icadı olan kitabet (yazı sanatı) dahi, kalemle tesvir-i kelam eylemek fenninden ibarettir  Bu hakikatten dolayı giderek, umu halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak gerektiği dahi, yeri gelmişken, şimdiden hatırlatılır  ”Batı dünyasından bize gelen görüş,düşünce ve kavramlar, halka gazeteler kanalıyla yayılmıştır  Bunları anlatabilmek için yeni deyişlere, tamlamalara ve yeni kelimelere ihtiyaç duyulmuştur  Kimi tercüme yoluyla bulunan, kimi de eski kavramların yeni anlamlar kazanması suretiyle hazırlanan bu kelime ve tamlamalar, yeni nesri oluşturmuştur  Tanzimat şair ve yazarlarının hepsi toplumcu, devrimci ve batıcı kimselerdir  Kitaplarında ve yazılarında, halka gösterecekleri yollar, anlatacakları gerçekler, verecekleri bilgi ve öğütler vardır  Bunu sağlamak için elden geldiği kadar çok insana hitap etmek isterler  Tabii olarak hepsi sade dile özenmiş ve açık yazmaya çalışmışlardır  Başlıca Tanzimat aydınlarının bu konudaki görüşleri sadeleşme ve anlaşılma noktasında birleşmektedir :Namık Kemal :“Her nedense lisanen söylediğimiz şiveyi beğenmeyip de kaleme başka bir edebiyat lisanı icat etmeğe çalışan müelliflerimizin tuttukları ifade tarzı, konuşma dilimize kıyasla, mesela arabiye nisbetle Borne lisanı kadar sakildir  İki sayfalık bir yazı okumak için herkesi seksen defa Kaamus’a (arapça sözlük) veya Buhran’a (farsça sözlük) müracaat mecbureiyetinde bulundurmak için marifet sayılsın? Seçkinler için kitap yazmak kadar dünyada abes bir şey yoktur  ”Muallim Naci :“Bir söz ne kadar tabii söylenir ve tabii yazılırsa o derece latif olur  Fesahat, belagat denilen şeylerin tabilikte aranması lazım gelir  Söze tekellüf karıştığı gibi, fesahat, belagat aradan çıkar  Ziya Paşa’nın :Çıktıkça lisan tabiatındanElbette düşer fesahatındansözü pek doğrudur  Ancak doğru yolu görmüş ve o yoldan gitmeye çok çalışmış olmalarına rağmen, bu yazıcıların pek azı, özlenen sadeliğe ulaşabilmiştir  Bunun sebepleri çoktur  Bir kere bunların hepsi, eski edebiyat kültürü ile yetişmiş kimselerdi, alışkanlık ve hayranlıklarını bırakamıyorlardı  Okullarda hep Arapça ve Farsça öğrenildiği için aydınların bildiği ve kullandığı Türkçe kelimeler yetersizdi  Türkçe sözlerin büyük kısmı edebi sayılmıyor; ancak konuşma diline yakıştırılıyor, sanat ve fikir yazılarına gitmez sanılıyordu  Bu yüzden Arapça ve Farsça sözlere vazgeçilmez unsurlar gözüyle bakılıyordu  Yüzyıllar boyunca Türkçe , fikir alanında işlenmeden kalmıştı  Edebiyatçılar, düşünce yazılarında, tasvir bölümlerinde ve ince duyguları anlatmak isteyince Osmanlıca’ya sığınıyorlardı  Sade dil, en çok söyleşmelerde ve biraz tahkiyede bulunuyordu  Tanzimatçılar, günlük dile yatkın, başarılı piyesler yazdıkları halde, roman ve şiirlerinde süsten kurtulamıyorlardı  Sadelik gerçi bütün Tanzimatçıların baş arzusu görünür ama, bütün yazarlar aynı ölçüde sadeleşmek yolunu tutmuşlardır  Tek bir yazarın eseri dahi, sadelik yönünden birbirine benzemez  Hatta aynı makalede, birbirini hiç tutmayan sade ve ağdalı cümlelerin birbirini kovaladığı görülür  Bütün bunlar, Tanzimat yazıcılarının sade dile çok özendikleri halde bunu eserlerine uygulayacak güce ve imkana sahip olmadıklarını düşündürür  Sadeliği en ileri götürmüş olan Tanzimat yazarı; Muallim Naci’dir  bunlar arasında halk diline en fazla yaklaşabilen de Ahmet Mithat Efendi olmuştur  Tanzimat nesri, Eski Nesre ilintisiz denilebilecek kadar değişik ve yenidir  Bu yenilik sade olmaktan çok, başkalaşan bir dünya görüşü ile yepyeni Batı kavramlarını kullanmaktan ileri gelir  Çünkü bu dönem, Türk toplumuna yeni görüşler ve arzular getirmiş yeni ihtiyaç ve ülküler sunmuştur  Yabancı dil bilenlerin ve gazetelerin çabaları, memleket işlerinde söz sahibi olmak isteyen yeni kuşaklar hazırlamış, bu suretle bir halk efkarı oluşmuş (kamu oyu, efkarı umumiye) meydana çıkmıştır  Uğruna baş koydukları bir ülküleri olan ve bu ülküyü heyecanla yaymak isteyen şair ve yazarlar vardır  Hürriyet, vatan, adalet, zulümle boğuşma, ıslahat, insan hakları, eğitim, devlet idaresi, vatan için çalışma gibi yüzlerce yeni mesele, gazetelerde, tiyatro ve romanlarda coşkunlukla söylenip yazılmıştır  Padişah, devlet gibi kavramların karşısına millet, meşrutiyet yeni tabular çıkarılmıştır  İşte bu ülküler ve düşünceler Tanzimat’ın nesir dilini, eskilerde görülmeyen ve o zamana kadar bilinmeyen :Hey’et-i içtimaiyye, vezaif-i kaanuniye, vatan menfaati, şeref-i millet, nesl-i ati, şebab-ı Osmaniyye, gayret-i milliye, medeniyet resulü, reis-i cumhur, efrad-ı millet, terbiye-i nisvan, zincir-i esaret, ittihad-ı kalb-i millet, gavga-yı hürriyet, şemşir-i zulm, hak-i vatan    gibi yüzlerce yeni tamlama ve kavramlarla doldurmuştur  Bu da, Tanzimat nesrini iyice sadeleştirmemiş ama, büsbütün yenilemiştir  Tanzimat nesrini eski nesirden ayıran özellikler şunlardır:a) Fikir kaygısı öne alınmış üslup özentisi ve süs düşkünlüğü arkaya itilmiştir  Yazıcı, cümlesini bir şey söylemek, öğretmek için kurar  b) Cümle boyları kısalmış, anlaşılan ve kolayca izlenen bir ölçüye konmuştur  Cümle, gereksiz, boş lakırdılardan arınmıştır  c) Seciler çok az kullanılmış yada büsbütün atılmıştır  Eski nesirde, konuya girmeden yapılması adet olan başlangıçlar atılmış, kestirmeden esasa girmek yolu tutulmuştur  
 
 
 SERVETİFÜNUN NESRİ
 Servetifünun Edebiyatı, 1895 ile 1901 arasında, Servetifünun dergisi
  Çevresinde toplanan yeni bir neslin, ortak inançlar, fikirler ve benzeşir bir üslüp halinde meydana getirdikleri edebiyat çığırına verilen addır  Bu edebiyatı kuran kişiler, iki önemli etki altında yetişirler :I  Tanzimat’ın son kuşağı olan Recaizade Ekrem ile Abdülhak Hamit etkisi  Bu etki, onları bir yandan orta dönem edebiyatından uzaklaştırıyor ve Batı edebiyatına daha fazla yaklaştırıyordu  Öte yandan, halk ile gittikce arayı açan ferdi, ağdalı ve aristokrat bir şair ve nesir anlayışına sürüklüyordu  II  Batı edebiyatının etkisi    Servetifünun’cular, daha küçük yaştan, düzenli okullarda, Fransızcayı bütün inceliğiyle öğrenmiş bulundukları için, bu edebiyatı, yakından ve çok iyi tanıdılar  Sonunda, Türk halkını ve Türk sanat geleneğini bırakarak, oraya bağlandılar  Bu bağlanış, onların fikirleri, sanat anlayışları kadar üslüplarına da tesir etti  İnce sanat ve güzellik peşine düştüler  Kendilerine çağdaş olan Parnasçılık, Realizm ve Sembolizm akımlarına da kapılarak yepyeni bir şiir ve nesir dili kurdular  Servetifünuncu’ lar bir çok sosyal ve edebi etkilerle Tanzimatçılar’ ın yürütmek istedikleri halka doğru ilkesini ve dilde sadeleşme akımını terk etmişlerdir  Tıpkı Divan Edebiyatcıları gibi bunlarda halkı seckinler ve halk diye iki zümreye bölmüş ve sanattan ancak seckinlerin anlayacağını düşünmüşlerdir  Halk dedikleri kalabalığa pek iyi bir gözle bakmazlar  Sözgelişi, Cenap Şahabettin’ e göre : “Seçkinler beğendikce alkışlar  Halk alkışladıkça beğenir  Halk her devirde ve diyarda ateşle ziyanı birbirine karıştırmıştır; kendisini her yakanı güneş sanır  ”Bu görüşle halkın anlamasına hiç de lüzum olmayan, süslü ve sanatlı yazılar yazmışlardır  “ Madem ki aydınlar ve seçkinler için yazıyoruz, o halde sade ve açık söyleyişler gereksizdir  Nasıl olsa yazdıklarımız anlatacaktır  ” Gibi garip bir düşünüş Servetifünun üslubunun temel taşı olmuştur  Recaizade Ekrem’ in Talim i Edebiyatındaki uslüp görüşü, benimsenmiş, Apdulhak Hamit’ in “müzeyyen” üslubu çok beğenilmiştir  Mithat Efende’ nin “adi” üslubu ise açık ve sade olduğundan küçümsenmiştir  Servetifünun’ cular, Fransa edebiyatında çok özendikleri yeni akımların (Parnasçılık, Sembolizm, Realizm) “ Sanat için sanat” anlayışı güden inceliği ulaşmak istediler  Türk nesrini hem sözlük hem de kavramlar bakımından zengin etmeye çalıştılar  Bunu sağlamak için o zamana kadar işlenmiş saydıkları türkçeyi yetersiz buldular  Osmanlıca’ nın üç lisana dayanan bol kelime hazinesinden faydalandılar  Fransızca’da gördükleri yeni kavram, hayal buluş ve mecazları şiir ve nesirlerine aktarmak isterken, asla öz türkçeden veya halk dilinden karşılık aramadılar  Fars ve Arap kelimelerin, o güne kadar hiç duyulmamış olanlarını kullandılar  Farsça vasf-ı terkibiler zincirleme isim ve sıfat takımları ile sözlü yeni bir nesir (ve nazım) üslubu kurdular  Fransız sentaksının etkisi ile, türkçe söz diziminde önemli gelişmeler yaptılar  Hatta Fransız cümle yapısını bütünüyle türkçeye uygulayan bir anlatım yolu tuttular  Bu öyle bir değişiklikti ki, dilimiz, sadeleştiği ve özleştiği halde, bugün bile, etkisinden sıyrılmış değiliz  Yani Servetifünuncuların getirdiği bu söz dizimi şekli sürüp gitmektedir  onlArın müsbet yeniliği ancak bu noktada aranmalıdır  Türkçeye, her kavramı anlatmaya elverişli bir dizim bolluğu sağlamışlardır  Osmanlıca’ ya çok önem veren Servetifünun’ cuların, türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimelerin atılmasına izin vermemişlerdir  Konuşan dil ile edebi eser yazmayı da yüksek sanata aykırı buluyorlardı  Halit Ziya, “konuşma dili” denince İstanbul’ da söylenen dilin akla geleceğini belirtiyordu  Bütün bunlar, o zaman kendilerine hücum eden, halk türkçelerine bir sataşma idi, fakat zaman, Servetifünun’ cuları haksız, ötekileri haklı çıkardı  O zaman o kadar ki Halit Ziya Uşaklığil bu sözlerinden kırk yıl sonra Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi büyük romanlarını sadeleştirmek zorunu duydu  Hatta Kırk Yıl adlı hatıralar kitabında Servetifünun’ daki süs ve özenti hastalığına acı acı takılmatan bile geri durmadı  Ortak kavramlara bağlı olsalar bile bunlardan mesela Hüseyin Cahit, oldukça sade yazmıştır  Süleyman Nazif, daha çok , Namık Kemal üslubu’nu izlemiştir  Ahmet Hikmet Müftüoğlu ise son yazılarında özleştirme taraflısıdır  Fakat Servetifünun dediğimiz edebi akımın, nesirdeki baş ustası Halit Ziya Uşaklıgil’ dir  Cenap Şahabettin, ona yakın bir anlayışa sahiptir  Mehmet Rauf ise Halit Ziya’yı adım adım izlemiştir  Bu yüzden Halit Ziya nesrinin özelliklerini genişleterek bütün arkadaşlarına yaymak mümkündür   
 
 |