Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran
NAZIM HİKMET RAN
ŞİİRLER :
SEN YOKTUN 
Kar kesti yolu
sen yoktun
Oturdum karşına diz üstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı
Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun
Karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konustum
ağzımı açmadım
Sen yoktun,
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
BİR DAKİKA
Deniz, durgun göl gibi gitgide genişliyor
Sular kayalıklarda nur'dan izler işliyor,
Engine sarkan gökler, baştan başa yıldızlı
Şimdi göğsümde kalbim, çarpıyor hızlı hızlı
Göklerden bir yıldızın gölgesi düşmüş suya
Dalmış suyun koynunda bir gecelik uykuya
Bazen uzunlaşıyor, bazen da kıvranıyor,
Durgun suyun altında bir mum gibi yanıyor
Yakın olayım diye bu gökten gelen ize
Öyle eğilmişim ki, kayalardan denize
Alnımdan düşen saçlar yorulmuş suya değdi
Baktım geniş ufuklar başımın üstündeydi
Bilemem nasıl oldu, geldi ki öyle bir an
Yenilmez bir haz duyup denize atılmaktan
Kurtulmak ne kolaymış faniliğimden dedim
Doğruldum atılırken bir dakika titredim
Bir dakika sonsuzluk doldu, taştı gönlümden
Bir dakika, bir ömrü kurtarmıştı ölümden
BUGÜN PAZAR
Bugün pazar 
Bugün, beni ilk defa
Güneşe çıkardılar
Ve ben, ömrümde ilk defa
Gökyüzünün
Bu kadar benden uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,
Kımıldamadan durdum
Sonra, saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara
Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karim
Toprak,
Güneş ve
Ben 
Bahtiyarım…
SEVGİLİM
Sevgilim,
Yalan söylersem sana,
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
“Seni Seviyorum”
Demek bahtiyarlığından 
Sevgilim,
Yalan yazarsam sana,
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni
Sevgilim,
Yalan söylersem sana,
Gözlerim iki nadim gözyaşı gibi
Avuçlarıma aksınlar
Ve 
Görmesinler seni bir daha 
CEVİZ AĞACI
Başım kopuk kopuk bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil
Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a
Yapraklarım gözlerimdir Şaşarak bakarım
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
HASRET
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli
belini sarmayalı
gözünün içinde durmayalı
aklının aydınlığına sorular sormayalı
dokunmayalı sıcaklığına karnının
yüz yıldır bekler beni
bir şehirde bir kadın
aynı daldaydık aynı daldaydık
aynı daldan düşüp ayrıldık
aramızda yüz yıllık zaman
yol yüz yıllık
yüz yıldır alaca karanlıkta
koşuyorum ardından
ASYA AFRİKA YAZARLARINA
Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibinde gölge vermez benim orda
sizin oradakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin
ve olunur benim orda ellisine basılmadan
sizin oradaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
sizin ordaki gibi
kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
çengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz
SON ŞİİRLERİ 7
senden önce ölmek isterim
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin
Sonra, sende ölünce
kavanozuma gelirsin
Ve orada beraber yaşarız
kulumun içinde kulun
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar 
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek
Toprağa beraber dalacağız
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak
biri sen
biri de ben
Ben
daha ölümü düşünmüyorum
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden
Kaynıyor kanım
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber
Ama olum de korkutmuyor beni
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey
belki diyor
24 EYLÜL 1945
En güzel deniz
henüz gidilmemiş olanıdır 
En güzel çocuk
henüz büyümedi
En güzel günlerimiz
henüz yaşamadıklarımız
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz
henüz söylememiş olduğum sözdür 
25 EYLÜL 1945
Meydan yerinde kampana vurdu
Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır
Bu sefer hapislik uzun surdu biraz
8 yıl 
Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim
Yaşamak
seni sevmek gibi ciddi bir iştir
YAŞAMAYA DAİR
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından
1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu
Diyelim ki hapisteyiz,
yasımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak 
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için 
ÇANKIRI HAPİSHANESİNDEN MEKTUPLAR
saat dört
yoksun
Saat beş
yok
Altı, yedi,
ertesi gün,
daha ertesi
ve belki
kim bilir 
Hapishane avlusunda
bir bahçemiz vardı
Sıcak bir duvar dibinde
on beş adım kadardı
Gelirdin,
yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman
muşamba torban
dizlerinde 
Kelleci Memedi hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan
Başı dört köşe,
bacakları kısa ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük
kovanından bal çaldığı adamın
taşla ezmiş kafasını
<hanım abla> derdi sana
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,
tepemizde, yukarda,
güneşe yakın,
bir konserve kutusunun içinde 
Bir cumartesi gününü,
hapishane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Saban Usta,
aklında mı
<Beypazarı meskenimiz,ilimiz,
<kim bilir nerede kalır ölümüz  ?>
O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın
Bende yalnız bir fotoğrafın var
bir başka bahçede
çok rahat
çok bahtiyar
yem verip tavuklara
gülüyorsun
Hapishane bahçesinde tavuklar yoktu,
fakat pek ala gülebildik
ve bahtiyar olmadık değil
Nasıl haber aldık
en güzel hürriyete dair,
nasıl dinledik ayak seslerini
yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
hapishane bahçesinde 
ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ
Biz ki İstanbul şehriyiz,
iste, arz ederiz halimizi
Türk halkının yüce katına
Mevsim yazdır,
919'dur
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak
Ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz
Vahdettin Sultan,
ve Damat Ferit
ve İngiliz muhipleri
ve Mandacılar,
Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk Halkı,
malumun olsun çektiğimiz acılar 
Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşenlerinden onların
Orda, bir Şurayı Milli'den bahsedildi,
İrade-i Milliyeye müstenit bir Şurayı Milli'den
Buna rağmen
<<Asi gelmeyelim>> diyenler vardı,
<<makamı hilafet ve saltanata >>
Hatta casuslar vardı içerde
Buna rağmen
<<Bütün akşamı vatan bir kuldur>> denildi
<<Kabul olunmaz,>> denildi,
<<Manda ve Himaye  >>
Buna rağmen
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a
<<Amerikan mandası altına girelim,>> diye
<<İstiklal, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilayet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memaliki Osmaniye'nin cümlesine şamil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nafi
bir şekli hal kabul ediyoruz >>
FAKAT BU ŞEKLİ HAKLI KABUL ETMEDİ ERZURUMLU
ERZURUM'UN KIŞI ZORLUDUR, BALAM,
BUZ TUTAR YİĞİTLERİN BIYIĞI
ERZURUM'DA KASKATI, DİMDİK OLUR ADAM,
KABULLENMEZ YILGINLIĞI 
İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere
<<Bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
İstiklali kafasında ve cebinde taşıyan
bir Türkiye vücuda geliverir
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
Avrupa'ya göstermek ister
Hem artık işi uzatmağa gelmez
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz
Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir
Türkiye'yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir >>
Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,
<<Hey gidi deli gönlüm,>>
dedi,
<<Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya İSTİKLAL, ya ölüm!>>
dedi
HOŞ GELDİN!
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun 
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü
Özledik
Gözledik 
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta 
Hoş geldin
Yerin hazır
Hoş geldin
Dinleyip diyecek çok
Fakat uzun söze vaktimiz yok
YÜRÜYELİM 
OTOBİYOGRAFİ
1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabiri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Sarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçe'mle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filan olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
İSTİKLAL
Bu zırhları, bu orduları tanırım,
benim de sularım girdiler,
benim de toprağıma asker çıkardılar geceleyin
Kanıma susamıştılar
Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu,
hünerini ellerimin
Doktuk denize onları
1922'ydi yıllardan 
Mısırlı kardeşim;
şarkılarımız kardeştir,
isimlerimiz kardeş,
yoksulluğumuz kardeştir,
yorgunluğumuz kardeş
Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa
insan, cadde, çınar,
savaşında senin yanındalar
Köylerimde Kelam-i Kadim okunuyor
senin dilinle,
senin zaferin için 
Mısırlı kardeşim,
biliyorum, biliyorum,
istiklal otobüs değil ki
birini kaçırdın mı, öbürüne binesin 
İstiklal sevgilimiz gibidir
aldattın mı bir kere
zor döner bir daha
Mısırlı kardeşim,
kanalın sularına karıştı kanın
İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olur
toprağına, suyuna karıştıkça kanı
Yaşanmış sayılmaz zaten
yurdu için ölmesini bilmeyen millet 
ONLAR
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır
Onlar ki uyup hainin igvasına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtede hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakir
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilicimle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir sabah vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman
En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır
Asırda onlar yendi, onlar yenildi
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi
İYİMSERLİK
Şiirler yazarım
basılmaz
basacaklar ama
Bir mektup beklerim müjdeli
belki de öldüğüm gün gelir
mutlaka gelir ama
Ne devlet ne para
insanın emrinde dünya
belki yüz yıl sonra
olsun
mutlaka bu böyle olacak ama
BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü
Paşalar onun arkasındaydılar
O, saati sordu
Paşalar `üç' dediler
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı
KADINLAR
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
MASALLARIN MASALI
Su başında durmuşuz,
çınarla ben
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana
Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye
Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de günesin
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe
Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze
Su başında durmuşuz
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek 
Su başında durmuşuz
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak
Çok şükür yaşıyoruz
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze
MAVİ LİMAN
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın 
MEMED'E SON MEKTUBUMDUR
Bir yandan cellatlar girdi araya,
Bir yandan, oyun etti bana
bu mendebur yürek,
Nasip olmayacak Memed'im yavrum,
seni bir daha görmek
Biliyorum,
buğday başağı gibi delikanlı olacaksın,
ben de öyleydim gençliğimde,
kumral, ince, uzun;
gözlerin ananınkiler gibi kocaman,
bazen de bir parça bir tuhaf mahzun;
alnın alabildiğine aydınlık;
herhalde sesin de olacak
- berbattı benimkisi -
türküler döktüreceksin yanık mı yanık 
Konuşmasını mı bileceksin
- ben de becerirdim o isi
sinirlenmediğim zamanlar -
bal damlayacak dilinden
Vay, Memet, kızların çekeceği var
senin elinden
Müşküldür
babasız büyütmek erkek evladı
Ananı üzme oğlum,
ben güldürmedim yüzünü,
sen güldür
Anan,
ipek gibi kuvvetli, ipek gibi yumuşak;
anan,
nineliğinde bile güzel olacak
onu ilk gördüğüm günkü gibi,
Boğaziçi'nde,
on yedisinde
ay ışığı, gün ışığı, can eriği,
dünya güzeli
Anan,
ayrıldık bir sabah,
buluşmak üzre,
buluşamadık
Anan,
anaların en iyisi en akillisi,
yüz yıl yaşar inşallah 
Ölmekten, oğlum korkmuyorum,
ama ne de olsa
iş arasında bazen
irkilip ansızın,
yahut yalnızlığında uyku öncesinin
günleri saymak biraz zor
Dünyada doymak olmuyor, Memet,
doymak olmuyor 
Dünyada kiracı gibi değil,
yazlığa gelmiş gibi de değil,
yaşa dünyada babanın eviymiş gibi 
Tohuma, toprağa, denize inan
İnsana hepsinden önce
Bulutu, makineyi, kitabı sev,
insanı hepsinden önce
Kuruyan dalın
sönen yıldızın
sakat hayvanin
duy kederini,
hepsinden önce de insanın
Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin
sevindirsin seni karanlık ve aydınlık,
sevindirsin seni dört mevsim
ama hepsinden önce insan sevindirsin seni
Memet,
memleketler içinde bir şirin memlekettir
Türkiye,
bizim memleket,
insanı da,
su katılmamışı,
çalışkandır, ağırbaşlı, yiğittir,
ama dehşetli fakir
Memet,
ben dilimden, türkülerimden,
tuzumdan, ekmeğimden uzakta,
anana hasret, sana hasret,
yoldaşlarıma, halkıma hasret öleceğim,
ama sürgünde değil,
gurbet ellerde değil,
öleceğim rüyalarımın memleketinde,
beyaz şehrinde en güzel günlerimin
M E M E T
Yürek değil be
Çarıkmış bu manda gönlünden
Teper hababam teper
Paralanmaz
Teper taşlı yolları
Teper hababam teper
Teper taşlı yolları
Bir vapur geçer Varna önünden
Uyy Karadeniz'in gümüş telleri
Bir vapur geçer Boğaz'a doğru
Nazım usulcacık okşar vapuru
Yanar elleri
Yanar elleri
Karşı yalı memleket
Sesleniyorum Varna'dan
İşitiyor musun Memet
Memet 
Karadeniz akıyor durmadan
durmadan
Deli hasret
Deli hasret
Oğlum, sana sesleniyorum
İşitiyor musun Memet
Memet 
Bir vapur geçer Varna önünden
Uyy Karadeniz'in gümüş telleri
Bir vapur geçer Boğaz'a doğru
Nazım usulcacık okşar vapuru
Yanar elleri
Yanar elleri
MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI'NDAN
Vagonlar geliyorlar sallanarak
"-Usta! "
Alaeddin döndü kömürcü İsmail'e
"-Ne var İsmail?"
"-Usta ne olacak bu harbin sonu?"
"-İyi olacak "
"-Nasıl yani?"
"-Yemekli vagonda rakı içeceğiz "
"-Biz mi?"
"-Biz "
"-Kömürü kim atacak?
Kim sürecek makineyi?"
"-Onu da biz "
"-Alayı bırak usta,
Kim Kazanacak?"
"-Biz "
İsmail hiçbir şey anlamadıysa da
üstelemedi
Çok siyah ve çok kalın kaşlarıyla oynadı biraz
sonra "-Ustam" dedi,
"Bir sualim daha var
Şu gördüğün raylar
dolanır mı bütün dünya yüzünü?"
"-Dolanır "
"-Demek ki harp olmasa,
ama yalnız harp değil,
hudutlarda sorgu sual sorulmasa,
rayların üzerine saldık mı makineyi
dünyanın bir ucundan obur ucuna varır "
"-Deniz dedi mi durur "
"-Gemilere binersin "
"-Tayyare daha iyi "
İsmail güldü
Kırıktı ön dişlerinden biri
"-Ben tayyareye binemem usta,
anamın vasiyeti var "
"-Tayyareye binme, diye mi?"
"-Hayır
karıncayı bile incitme, diye "
Alaeddin kocaman elini vurdu
çıplak uzun ensesine İsmail'in
"-Sen ne hafız oğlusun!
Zararı yok ulan,
yine de bineriz tayyareye,
adam öldürmek için değil
gökyüzünde püfür
safa sürmek için 
Şimdi sen hele
ateşi bir süngüle "
Vagonlar geliyorlar sallanarak
MEMLEKETİMİ SEVİYORUM
Memleketimi seviyorum
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tutunu gibi
Memleketim
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kursun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendimden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir
Memleketim
Memleketim ne kadar geniş
dolaşmakla bitmez tükenmez gibi geliyor insana
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye
utanıyorum
Memleketim
develer, tiren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak , söğüt ve kırmızı toprak
Memleketim
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık
ve onun yarim kiloluğu
pulsuz gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer
Memleketim
Ankara ovasında keçiler
kumral, ipekli, uzun kürklerin parıldaması
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un
Al yanakları mis gibi kokan Amasya Elması,
zeytin, incir, kavun ve renk renk salkım salkım üzümler
ve sonra kara saban
ve sonra kara sığır
ve sonra ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinci ile kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir 
NEREDEN GELİP NEREYE GİDİYORUZ
BAŞLANGIÇ
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Belimizi doğrultup kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu bir sopa boyu uzattığımızdan beri,
taşı yonttuğumuzdan beri yıkan da yaratan da biziz
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları ellerimizin, aklımızın,
yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Kanlı ayak izlerimiz midir önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mi sona erecek önümüzdeki yollar?
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların
çocukların avuçlarında yeşerecekler
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından,
düşerek de değil kuyulara filan;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
arkalarında bir avuç kul bile değil
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında
Krematoryum, krematoryum, krematoryum
Bir deniz görüyorum
ölü balıklarla örtülü bir deniz
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında;
yaşanmamış günlerimiz
çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan
Bir şehir vardı
Yeller eser yerinde,
Beş şehir vardı,
Yeller eser yerinde,
Yüz şehir vardı,
Yeller eser yerinde,
Şiirler yazılmayacak yok olan şehirlere,
Şiir kalmayacak ki
Pencerende bir sokak bulvarlı,
Odan sıcak,
Ak yastıkta üzüm karası, saçlar,
Adamlar paltolu, ağaçlar karlı,
Penceren kalmayacak,
ne bulvarlı sokak,
ne ak yastıkta üzüm karası saçlar,
ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar
Ölülere ağlanmayacak,
ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki
Eller kalmayacak
Negatif resimcikler dalların altındaki
yok olmuş olan dalların altındaki
Yok olmuş olan dalların üstünden
o bulutlardır geçen
Güneye götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum
Ölmek istemiyorum,
kuzeye götürmeyin beni
Doğuya götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum
Ölmek istemiyorum
batıya götürmeyin beni
Beni burda bırakmayın,
götürün bir yerlere
Ölmek istemiyorum,
ölmek istemiyorum
O bulutlardır geçen
yok olmuş dalların üstünden
Tahta, beton, teneke, toprak damlarımızla iki milyardan
artığız
kadın, erkek, çoluk, çocuk
Ekmek hepimize yetmiyor,
kitap ta yetmiyor,
ama keder
dilediğin kadar,
yorgunla da göz alabildiğine
Hürriyet hepimize yetmiyor
Hürriyet hepimize yetebilir
ve sevda kederi,
hastalık kederi,
ayrılık kederi,
kocalmak kederinden gayrisi almayabilir eşiğimizi
Kitap hepimize yetebilir
Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz
Yeter ki bırakmayalım
yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların
avuçlarıyla birlikte,
boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,
yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için
yaşayabilelim
NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göreceğiz 
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı mavilikler
süreceğiz 
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir
Motorun sesi
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikuladedir
160 kilometre giderken öpüşmesi 
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katli yekpare camdan mağazalardır
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap
açılır kara kaplı kitap
zindan
kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik kan
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir
Hani şimdi biz 
İnanın
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
ışıklı maviliklere
süreceğiz   
TÜRK KÖYLÜSÜ
O, topraktan öğrenip
kitapsız bilendir
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir
Ferhat'tır,
Keremdir
ve Keloğlandır 
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
Kahpe felek ona eder oyunu
Çarşambayı sel alır,
Bir yar sever,
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu
O " Yunus-u biçaredir
Baştan ayağa yaredir",
Ağu içer su yerine
Fakat bir kere dert anlayan düşmeye görsün önlerine
ve bir kere vakit erişip
" Gayri yeter!  "
demesinler
Bunu dediler mi,
" İsrafil surunu ürür,
mahlukat yerinde durur ",
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa,
Ne kendi nefsini korur
ne düşmanı kayırır,
" Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa  "
VERA'YA
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
YAŞAMAK KASİDELERİ
Dağıldı birdenbire
alnına düsen saçlar
Birdenbire toprakta bir şeyler kımıldadı
Bir şeyler konuşuyor
karanlıkta ağaçlar
Çıplak kolların üşüyecek
Uzaklarda
göremediğimiz bir yerde
ay doğuyor demek
O daha yapraklardan inip
senin omuzunu aydınlatarak
gelmedi bize kadar
Rüzgar çıkar ay doğarken
Ağaçlar konuşuyor
Kolların üşüyecek
Yukardan
karanlıkta kaybolan dallardan
bir şey düştü ayağının dibine
Sokuldun bana
Çıplak etin tüylü bir yemiş kabuğu gibi elimin altında
Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
karımın eti üstünde
düşünüyor elim
Bu gece elimin
okuyup yazması yok
Ne sevgisiz, ne sevgili 
Su başında bir parsın dili
bir asma yaprağı
bir kurt pençesi gibi o
Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek
Toprağın altında çatlayan bir çekirdek
gibi elim
Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>,
ne sevgisiz, ne sevgili
Karimin eti üstünde düşünen
ilk insanın eli
Toprakta suyu bulan bir kok gibi o
diyor ki bana
<<Yemek, içmek, soğuk, sıcak, kavga, koku,
renk,
ölmek için yaşamak değil,
yaşamak için ölmek  >>
Ve şimdi ben
yüzümde dolaşırken dişi kırmızı saçlar,
toprakta bir şeyler kımıldanır
bir şeyler konuşurken karanlıkta ağaçlar
ve uzaklarda
göremediğimiz bir yerde ay doğarken,
elim, karımın eti üstünde,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
yaşamak denen şeyin,
su başındaki parsın, çatlayan çekirdeğin,
ilk insanın hakkını istiyorum
GÜNEŞTE
Denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine
YİNE MEMLEKETİM ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR
Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi
Sen simdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim 
seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey
fakat artık ümit yetmiyor bana
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum
seni düşünmek güzel şey
 Ve sevda
ve zulüm
ve hayat
Ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
Onlar ki ağır ve naşirli ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman "
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve cağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
- çürüyen diş, dökülen et-,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle isçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet  
Bursa'da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan'a düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleyman'a düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman 
ŞEYH BEDREDDİN DESTANI
4
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburun'da
Bedreddin'in kelamını söylemiş
köylünün huzurunda
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pak olsun diye,
on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkar beylerinin tımarı zeameti »
Duyduk ki 
Bu itler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik
«Varalım,
dedik
Görelim
dedik
Yapışıp
sapanın
sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim, dedik »
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları 
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
dedim ki geldik
Dedim ki bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları
Saz sepetlerde oynayan balıkları gör
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır etleri
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
bereketli,
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak
5
Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin tımar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklüce'nin diyarına girdiğimizde bizi ilk
karşılayan üç delikanlı oldu Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir
sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı Vaktiyle Musa'nın dinindenmiş Şimdi Börklüce
yiğitlerinden
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü Sakızlı Rum bir gemicisiymiş O da Börklüce müritlerinden
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu Şimdi düşünüyorum da, onu, yol paracılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen
Hüseyin'e benzetiyorum Yalnız Hüseyin Erzurumluydu Bu Aydınlıymış
İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu
- Dost musunuz düşman mı? dedi Dost iseniz hoş geldiniz Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir
- Dostuz, dedik
Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sisman'ın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri,
bizimkiler Karaburun'un dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir
Yine, o yal paracılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benzeyeni dedi ki
- Buradan ta Karaburun'un dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler ballı, başaklar böyle ağır ve
zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır
Müjde büyüktü Rehberim
- Öyleyse tez dönelim Haberi Bedreddin'e iletelim, dedi
Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastas'ı da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Al Osman
oğullarının karanlığına daldık
9
Sıcaktı
Sıcak
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak
Sıcaktı
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven
en büyük, en güzel kadın
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı
Sıcaktı
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip pekinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp
Bu gelen
Şehzade Murat'tı
Hükmü hümayun sadır olmuştu ki şehzade Murad'ın
ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa'nın başına ine
Sıcaktı
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden
Baktı dimdik
dosdoğru
Baktı O
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven
en büyük, en güzel kadın
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı
Baktı
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla
Oysa ki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar
Sıcaktı
Baktı
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven
en büyük, en güzel kadın
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı
Sıcaktı
Bulutlar doluydular
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere
Birden -
- bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalınayak ve yalın kılıçtılar
Mübalağa cenk olundu
Aydın'ın Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pare pare edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi itleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini 
Yenildiler
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle itlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zaruri neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahpe devran hey»,
der
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları
|