Yalnız Mesajı Göster

IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF

Eski 12-09-2010   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF



KÜRESELLEŞME VE IMF

Son dönemde IMF talimatları doğrultusunda uygulanmaya başlanan istikrar programı ülkemiz için yeni bir olay değildir Daha önceki istikrar programlarında da hükümetler, toplumca fedakarlık yapılması gerektiğini ileri sürdüler, yaygın tabirle, kemer sıkma politikalarına hep beraberce razı olmamızın bizim yararımıza olacağı şeklinde telkinlerde bulundular


Ancak, son istikrar programının uygulanmasından bugüne kadarki süreçte televizyonlarda, yazılı basında şimdiye kadar görülmemiş yaygınlıkta bir kampanya yürütülmüştür Toplumda genel olarak ülkemizde sorunların çözüleceği, ülkemizin bir atılım yapacağı yönünde bir kanı oluşmaya yüz tutmuştur Ancak bugüne kadar halkımızın yaşadığı deneyim ve eldeki göstergeler ışığında, bu kanı yerini yavaş yavaş umutsuzluğa bırakmaktadır


Yaşadığımız bu sancılı dönemi anlamamızı sağlayacak bilgiler bize, bu politikalar karşısında nasıl bir tavır takınacağımız ve gelecek hakkında bir ipucu verebilir Böyle bir durumda şu soruların cevaplanması gerekmektedir: IMF denilen kuruluş nedir? Bugüne kadar ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde sürdürdüğü politikaların sonuçları ne olmuştur? Bu politikaların ortak amaçları nelerdir? Çalışma hayatında karşılaştığımız sorunlarla, uygulanan bu politikaların ilişkisi nedir? Bu konularda bilgi sahibi olmak, durumu anlamamıza yardımcı olacaktır


Küreselleşme, dünya ekonomisi üzerinde yarattığı etkilerle son zamanların en güncel konusu haline geldi Genel olarak sermayenin, mal ve hizmetlerin uluslararasılaşması olarak tanımlanan bu dönem aslında bu muğlak tanımın çok ötesinde bir durumu ifade etmektedir Ülkelerin kendine özgü koşullarının hesaba katılmadığı, ulusal ekonomilerin ve o ülkedeki ihtiyaçların değil, ihracatta rekabet edilebilecek sektörlerin öne çıkarıldığı bu sistem çok yıkıcı sorunlar meydana getirmektedir

Ulusal ekonomilerin yabancı sermayeye koşulsuz açık hale getirilmesi, acımasız rekabet şartlarında tüm ülkeleri çalışma standartları açısından en düşük düzeye doğru itmektedir Ulusötesi şirketler gelişen teknoloji yardımıyla emek ve hammaddenin bol ve ucuz olduğu ülkelerde üretim yapabilmekte ve pazarda bu mallarla rekabet etmektedirler Maliyetin rekabet edebilmek için en aza indirilmesi şartı bir yandan sendikalaşmış, işçi hak ve özgürlüklerinin belli bir seviyeye geldiği işyerlerini kapanmaya zorlarken, işçileri de işsizlik ve sendikasızlaşma sorunuyla başbaşa bırakmaktadır
Böyle bir ortam bir yandan serbest toplu pazarlık düzenini tehdit ederken, bir yandan da sosyal refah sorununu ikinci plana düşürmektedir İşçilere insanlık dışı şartlar ve ücretlerle çalışma veya işsiz kalma dışında başka seçenek bırakılmamaktadır
Alım gücü, yaşama koşulları, ülkelerin kendine özgü koşulları hiç düşünülmeden küresel bir pazar oluşturulmaya çalışıldığı için, sonuç küresel sefalet olmaktadır Ulusal ekonominin ve devlet müdahalesinin yaygın olduğu dönemlerde, ülkenin ihtiyaçlarının gözetildiği, bağımsızlık ve egemenliğin olmazsa olmaz şartı olan bazı stratejik sektörlerde devlet denetiminin artırıldığı bir sistem kurmak mümkündü Açıktır ki küreselleşme bu şekilde işleyen bir ulusal ekonomi kavramını ortadan kaldırma yolundadır


Ekonomik faaliyetlerin ve özellikle sermayenin ulusal sınırları aşması aslında yeni bir olay değildir Hatta 1900’larda uluslararası yatırımlarda yapılan üretimin dünyadaki toplam üretimin %9’u olduğunu görmekteyiz Bu orana ancak 1990’larda yaklaşılabilmiştir Ancak son zamanlarda özellikle işçi sınıfını yakından ilgilendiren önemli değişimlerin olduğu açıktır Bu değişimlerin başında devletin görevlerinin yeniden tanımlanması, teknolojik değişimlerle birlikte yeni çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, uluslararası ekonominin kurallarının değişmesiyle yaşanan değişimlerin işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz birtakım değişimler gösterilebilir Dünya ölçeğinde gelişmelere baktığımızda ülkeler arasında uluslararası düzeyde yeni işbölümü yapılarının ortaya çıktığını, bazı ülkelerin de Afrika ülkeleri gibi, bu sistemin tümüyle dışına itilip iyice yoksullaştığını görmekteyiz


Ulusal ekonomilerin bugüne dek hiç olmadığı kadar dış etkenlere bağlı olduğunu belirtmek gerekir Dolayısıyla, ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkeler olarak tarif edilen ülkelerin geleceği de, böyle bir sistem içinde büyük oranda dünyadaki gelişmelere bağlıdır Asya krizi esnasında ülkelerin içine düştüğü durum, ya da borsa spekülatörlerinin bir hamlesiyle ülkelerin ekonomik krize sürüklenmesi gibi olaylar bize küresel ekonominin yapısı hakkında yeterince bilgi vermektedir Kısacası ülkeler gittikçe bir takım şartlara bağımlı kılınmakta, ulusal egemenliğin ve bağımsızlığın ana koşulları ortadan kaldırılmaktadır


Bir diğer önemli nokta, belirli çevreler tarafından ‘uzlaşma’ sözcüğünün daha çok vurgulanması olmuştur Uluslararası rekabet şartlarında ülke ekonomilerinin ihracata bel bağladığı, bu yüzden de üretim sürecinde işçi ve işveren kesiminin uzlaşma anlayışı içerisinde sorunlara çözüm bulması gerektiği ifade edilmektedir Kemer sıkma politikaları ile ‘uzlaşma’ kavramının vurgulanmasının aynı döneme denk gelmesi tesadüf eseri değildir Uzlaşma ile kastedilenin daha çok emekçi kesimlerden beklenen fedakarlık olduğu açıkça ortaya çıkmıştır Gelişmekte olan ülkelere açıkça söylenen, ayakta kalabilmek için çalışma standartlarının, ücretlerin, işçi hak ve özgürlüklerinin rekabet şartlarına uygun hale, yani olabilecek en düşük düzeye çekilmesi gerektiğidir 19 yüzyıl kapitalizmindeki temel kural, yani işçiye ancak hayatta kalabileceği kadar ücret kuralı, sanki tekrar doğuyor gibidir


Kuşkusuz dünya ekonomisinde hep daha güçlü olan Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika, bu değişimlerin oluşmasında ve dünya ekonomisini yönlendirmede, her zaman olduğu gibi bu süreçte de belirleyici rol oynamaktadır Ülkelerin kendi pazarlarını dünyaya açması, ekonominin liberalleştirilmesi ve küreselleşme denilen sürece uyum içinde davranması ancak birtakım kurumlar aracılığı ile mümkün olabilir Bu kurumlardan en önemlileri Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF’dir Küreselleşme ile birlikte birçok kurumun etkinliğinin arttığını, birçok kurumunda işlevini yitirdiğini görüyoruz Etkinliği artan kurumlardan belki de en önemlisi IMF (Uluslararası Para Fonu)’dir 1980’e kadar daha çok ödemeler dengesindeki bozuklukları gidermeye yönelik politikalar üreten IMF, 1980 sonrasında daha çok yapısal uyum programları adı altındaki uygulamaları denetleme yolu ile etkinliğini giderek artırmıştır Yapısal uyum programları Dünya Bankası tarafından projelendirilmekte, ancak denetimi IMF tarafından sağlanmaktadır
Bu yapısal uyum programları, küreselleşme sürecinde ülkelerin sisteme daha çok entegre olmasını sağlamak mantığı ile işlemektedir IMF’nin reçeteleri ülkelerin ekonomik politikalarını doğrudan belirlemekte, hatta bazı durumlarda ulusal kalkınma planlarının yerine geçmektedir Ülkemizde de durum budur

Bir süre önce bazı kesimler tarafından demokrasinin göstergesi, dünya halklarının kaynaşması olarak kutsanan küreselleşme, bu halklara fakirlik ve kültürlerin yokolması sonucunu getirmiştir Dünyadaki tüm tüketim kalıplarını standartlaştıran ve kendine yeni pazarlar bulan kapitalizm, bunu yapamadığı yerde o ülkenin kültürüne uygun pazarlar oluşturmayı bilmiştir Dünyadaki ekonomik gelişmeler göstermektedir ki, eşitsizlik sadece uluslar arasında değil, aynı zamanda ulusların kendi içlerinde de hızla artmaktadır Ülkelerin ekonomik büyümesi istatistiklere göre artmakta, ancak işçi sınıfının reel geliri gelişmiş ülkelerde bile hızla düşmektedir


Ekonomi uzmanları ve finansal çevreler ekonominin gidişatını genellikle üretilen toplam mal ve hizmetler, enflasyon oranı, ticaret hacmi gibi göstergelerle değerlendirmektedirler Toplumsal refaha ilişkin ele alınan tek gösterge işsizlik oranı olmaktadır Çalışanların gerçek gelirlerindeki değişim, işçi sağlığı ve iş güvenliği, örgütlenme hakkı ve düzeyi, hayat standartları gibi konular gündeme getirilmemektedir Gerçek olan şudur ki, ekonomik gelişim ve kalkınma diye tanımlanan süreç toplumdaki farklı sınıfların bakış açısından farklı şeyler ifade etmektedir Ülkelerde yaşanan ekonomik büyüme eğer işçi sınıfının reel gelirinde düşme demekse, bunun adı ‘ekonomik gelişme’ değil ‘sermayeye göre ekonomik gelişme’ olmalıdır
Açıktır ki eşitsizlik iki düzlemde gittikçe artmaktadır Uluslararası düzeyde bazı ülkeler gittikçe fakirleşmekte, bazı ülkeler ise zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar 1993 yılında dünya genelinde yaratılan 23 trilyon dolarlık milli gelirin 18 trilyonunu dünya nüfusunun %20’sine sahip olan gelişmiş ülkeler üretirken, dünya nüfusunun %80’ine sahip olan az gelişmiş ülkeler 5 trilyon dolarlık üretimde bulunmuşlardır 1960-1991 döneminde dünya nüfusunun en varlıklı %20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay %70’den %85’e yükselirken, en yoksul %20’lik kesimin payı %2,3’den %1,4’e gerilemiştir Ülkelerin kendi sınırları içinde de işçi sınıfının sermayeye göre yaşam standardı gittikçe kötüleşmektedir Nitekim Amerika’da ortalama gelir 1978’den 1988’e kadar olan dönemde %10 gerilemiş, bu oran Latin Amerika’da 1980 itibariyle %16 olmuştur Afrika’da aynı dönemde düşüş oranı %50’yi bulmuştur Ancak 1976’dan 1990’a kadarki ekonomik büyümeyi incelediğimizde bir artış olduğunu görmekteyiz Aradaki bu fark, emekçi kesimlerin gelirlerindeki azalmayı ifade etmektedir Ulusal sınır farketmeksizin zenginler daha da zenginleşirken, fakirler sefalete doğru sürüklenmektedir Küreselleşme dünya ölçeğinde sermayenin işine yaramıştır
Peki, neden IMF üzerine bir kitapçıkta küreselleşmeden bu kadar çok bahsettik Çünkü IMF’nin etkinliği ve ülkeler üzerindeki yaptırım gücü, küreselleşme dönemi ile birlikte artmış ve bu güç, sistemin işleyebilmesi için bir gereklilik haline gelmiştir Dolayısıyla uluslararası kuruluşların ülkemiz için önerdiği reçetelerdeki göstergeler ya da gelişkinlik düzeyi olarak gösterdiği hedeflerin iyice incelenmesi ve çalışanlar açısından ne ifade ettiğinin anlaşılması gerekmektedir Böylece şu soruyu yanıtlamamız kolaylaşacaktır: Hükümetlerin ekonomideki göstergelere dönük olarak yaptığı iyimser tahminler ve gelişme olarak gösterdikleri tablolar, neden emekçilerin gelirlerinde, genel olarak hayat standartlarında bir iyileşme olarak yansımıyor? Bu sorunun yanıtı açıktır: Gelişme olarak gösterilen değerler belli kesimlerin standartlarındaki iyileşmeyi göstermekte, ancak genel olarak bakıldığında sınıflar arasındaki uçurum giderek artmaktadır
Bir diğer önemli nokta da, kurumların tek başına bir anlam ifade etmemeleridir Yani IMF eleştirilecekse, bu ancak genel sosyal ve ekonomik değişimler ve yapılar anlaşılarak yapılacaktır Genel olarak yapılan bir yanlış IMF’nin bir kurum olarak eleştirilmesi ve eleştirilen bu politikaların tek başına değerlendirilmesidir Ancak anlaşılmalıdır ki, küreselleşme ve ona bağlı olarak gelişen neo-liberal politikaların işleyebilmesi, bu tür kurumların aracılığı ile mümkün olmaktadır
IMF’nin görevi ve rolü küreselleşme ve neo-liberal politikaların gerektirdiği biçimde oluşmaktadır O halde IMF’yi anlamak ancak onun faaliyetlerini uluslararası ekonomik ve sosyal değişimler ışığında değerlendirerek mümkün olabilir Bu kitapçıkta, IMF’ye dair bilgiler hem IMF’nin kendi belgelerinden verilmeye çalışılacak, hem de dünyadaki örnekler yoluyla IMF’nin uyguladığı politikalar değerlendirilecektir


IMF: KURULUŞU, YAPISI ve İŞLEYİŞİ


IMF, 1930’lardaki dünya ekonomik krizinin getirdiği birtakım sorunlarla birlikte doğdu Bu dönemde paraya olan güven azlığı ile birlikte ülkeler kendi paralarını artık altınla eşitleyemez hale geldiler Hatta ticaret, mal değiş tokuşu ile yapılır duruma geldi Bu duruma karşı paranın değerinin saptanabileceği bir kurum oluşturma yolunda adımlar atıldı Böyle bir sistemin yürütülebilmesini sağlayacak olan kurum bir ülke parasının diğerine kısıtlama olmadan çevrilebilmesini sağlayacak, her bir paranın değerini saptayabilecek ve ülkelerin rekabet için kendi paralarının değerini düşürmesini denetleyecekti Bu amaçlar arasında ticaretin uyumlu bir biçimde gerçekleşmesini sağlamak ve döviz kurunun istikrarını korumak da yeralmaktadır 44 ülkenin delegeleri 1944’de Amerika’da Bretton Woods’ta toplandı ve IMF 1946 Mayıs’ında işlerlik kazandı Bretton Woods’ta yapılan anlaşmada IMF’nin etkinlik alanı sanayileşmiş ülkeler ile sınırlı iken, Dünya Bankası’nın görevi az gelişmiş ülkelerin kalkınma sorunları ile ilgilenmek olarak tasarlanmıştı Ancak özellikle 1973 petrol krizi ve dünyada yaşanan genel ekonomik buhrandan sonra bu işbölümü yokolmuş, IMF ve Dünya Bankası yapısal uyum programları adı verilen ve az gelişmiş ülkelerin sistemle tam bütünleşmesini sağlamaya yönelik projeleri beraberce yürütür hale gelmişlerdir Yapısal uyum programlarını Dünya Bankası projelendirirken, IMF de stand-by anlaşmaları ile bu uyum programlarının uygulanışını denetlemektedir


Eğer bu döneme biraz daha dikkatli bakarsak olayları anlamamız kolaylaşır II Dünya Savaşı’nın ardından dünyada temel olarak iki kutup bulunmaktaydı Bu kutupları SSCB ve Amerika temsil etmekteydi Açıktır ki, soğuk savaşın başlamasıyla birlikte kapitalist blok kendi içinde istikrarın sağlanması, ekonomik ilişkilerin sağlıklı biçimde oluşması için IMF ve Dünya Bankası adında aracı kurumlar oluşturma yoluna gitmiştir Doların, değeri belirleyecek para birimi olarak saptanması, ABD’nin daha sonraki yıllarda artıracağı egemenliğini kanıtlar gibidir Buna ek olarak Avrupa ülkeleri daha önce yaşadıkları deneyimler ışığında ülkelerin uyguladıkları kendi ekonomilerini koruma politikalarının kendilerini zora soktuğunu gördüler Dolayısıyla gelişmiş ülkelerin kendi ihracatlarını artırmaları için diğer ülkelerde engel olarak görünen kota, gümrük vergileri gibi ulusal ekonomiyi koruyucu uygulamaları kaldırmak da bir başka önemli hedefti
Bir başka açıklayıcı nokta da IMF’nin ülkelerin borç ödeme sorunlarına bakış açısıyla ilgilidir Ülkeler borçlarını ödeyememe sorunuyla başbaşa kaldıklarında kendi ticaret yapısında bir takım kısıtlamalar ve düzenlemeler yaparak bu sorunu aşmaya çalışmaktaydılar IMF bu ülkelere borç ödeme sorunlarını aşmaları için bir yandan borç verirken, bir yandan da ticaretteki bu kısıtlamaların kaldırılmasını ve ticaretin serbestleşmesini istemektedir Bu politikanın açıklaması ise bu durumun tüm ülkelerin refah düzeyini artıracağı şeklindedir Ancak görmekteyiz ki ticarette bu tür bir serbestlik ülkelerin rekabet koşullarında gittikçe fakirleşmesi ve ulusal ekonominin denetlenemez hale gelmesi sonucunu vermektedir Farklı koşullara sahip ekonomiler arasında bu şekilde bir ticaret sebestleşmesi sağlamak acımasız bir rekabete yol açmakta, sonuçta bu işten ulusötesi şirketler ve gelişmiş ülkeler fayda sağlamaktadır Ülkelerin ödemeler dengesindeki bozuklukları gidermesi için verilen borçlar, ekonominin IMF ve borç veren kurumlara bağımlılığını artırmaktadır


IMF’ye şu anda 182 ülke üyedir Bu ülkeler IMF’ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar Bu paralar IMF’nin ülkelere vereceği borçları karşılamada kullanılır, aynı zamanda da üye ülkenin ne kadar borç alabileceğini belirler Aynı zamanda ülke ne kadar çok para yatırmışsa o kadar çok oy hakkına sahip olmaktadır Ancak ülkenin ne kadar yatırabileceğini IMF belirlemektedir Örneğin ABD toplam oyların %17,35’ine sahipken, Türkiye oyların 0,46’sına sahiptir Bu durum zaten karar mekanizmasında güçlü oldukları için doğal olarak daha fazla söz sahibi olan ülkelerin bu konumunu meşru hale getirmektedir Şu anda IMF yönetim kurulunda ülkelerin oy oranları şu şekildedir


IMF YÖNETİM KURULU (2000)


Ülke Yönetim Kurulundaki oy hakkı
ABD 17,35
İngiltere 5,02
Almanya 6,08
Fransa 5,02
Japonya 6,22
Suudi Arabistan 3,27
Toplam (6 ülke) 42,82
Diğer Ülkeler (176 ülke) 57,18
Türkiye 0,46


Bu tablodan hemen çıkarılabilecek sonuç, oy dağılımında belli ülkelerin ezici üstünlüğü olduğudur Ayrıca az gelişmiş ülkeler zaten bu kuruma bağımlı hale gelerek verdikleri kararlarda kendi çıkarlarını kollamayı değil, daha çok ne kadar borç alınabileceği hesabını yapmak durumunda bırakılmaktadırlar
IMF’nin yönetim yapısı şu şekildedir: En yetkili organ olan Yönetim Kurulu’ndaki üyeler ülkelerin Ekonomi Bakanlarından ve onlara vekalet eden Merkez Bankası Başkanları’ndan oluşur 1970’den beri faaliyet gösteren Geçici Komite Yönetim Kurulu’na IMF’nin işleyişi ile ilgili öneriler sunar IMF-Dünya Bankası Kalkınma Komitesi de fakir ülkelerin ihtiyaçları ile ilgili öneriler getirir Yönetim Kurulu Washington’daki Genel Merkez’deki İcra Kurulu’ndaki temsilcilere kendi ülkelerinin isteklerini bildirir İcra Kurulu 24 kişiden oluşur


Bu kuruldaki 8 kişi Çin, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Suudi Arabistan, İngiltere ve Amerika’yı tek tek temsil ederken, diğer 16 kişi kalan ülkeleri gruplar halinde temsil ederler Bu kurul haftada üç kere olağan toplanarak Yönetim Kurulu’nun ortaya koyduğu politikaların uygulanmasını denetler IMF yaklaşık 2700 kişiyi istihdam etmektedir Bu personele aynı zamanda İcra Kurulu’nun başında olan IMF Başkanı başkanlık eder IMF Başkanı geleneksel olarak Avrupa’lıdır Dünya Bankası başkanı da geleneksel olarak Amerika’lıdır IMF yönetim kurulundaki manzarayı tahmin etmek güç değildir
Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin ölçülerine ne kadar da çok yaklaştıklarını ispat edip biraz daha fazla kredi alma peşinde koşarken, gelişmiş ülkeler de doğal olarak kendi çıkarları yönünde politikalar ortaya koymaktadırlar Açıktır ki bu iki tarafın istekleri çok nadir zamanlarda uyuşmaktadır Nasıl ki bir ülkede farklı sınıfların istekleri çoğu kere birbiriyle tezatlık oluşturmaktaysa, burada da zengin ülkelerin istekleri ile fakir ülkelerin istekleri birbiriyle çelişmektedir


IMF’ye katılmakla üye ülke kendi parasını diğer ülke paralarına göre nasıl belirlediği konusunda bilgi vermekle yükümlüdür Üye ülke aynı zamanda belirli politikaları izlemek ve para değişimini kısıtlamamakla sorumludur Eğer üye ülke IMF’nin gerekliliklerini hiçe sayarsa diğer üyeler bu ülkenin borç almasını engelleyebilir, hatta üyelikten çıkarılmasını isteyebilirler


Periodik olarak gerçekleştirilen müzakereler ile IMF sadece o ülkenin para politikasını denetlemekle kalmaz, aynı zamanda tüm ekonomik göstergeleri gözden geçirir IMF’nin ilk yıllarında bu müzakereler sadece kendi parasının değişimine kısıtlamalar koyan ülkeler için zorunlu iken 1978’den beri IMF bunu bütün üye ülkelere uygulamaktadır Her yıl IMF’den 4-5 kişilik bir ekip söz konusu ülkenin başkentinde 2 hafta boyunca bilgi toplar ve hükümet yetkilileri ile ekonomik politikalar hakkında görüşür Bu yıllık görüşmeler ciddi ekonomik krizdeki ülkeler için daha sık yapılabilir Daha sonra üst düzey hükümet yetkilileriyle geçmiş senenin değerlendirilmesi yapılır ve gelecek yıla ilişkin bir takım değişiklikler
görüşülür Bu müzakereler bittiğinde ekip Washington’a ellerinde detaylı bir rapor ile döner ve durum İcra Kurulu’nda tartışılır


Görüldüğü üzere IMF’nin karar organı olan Yönetim Kurulu demokratik olmaktan uzaktır Ülkelerin IMF’ye üye olmak için yatırdıkları paranın oranı ile o ülkenin söz hakkı belirlenmektedir Karar mekanizmasında sayıca demokratik bir yapı olsa bile, açıktır ki güçlü olan ülkelerin alacağı kararların diğer ülkeler tarafından benimsenmesi durumu yine ortaya çıkacaktır


Az gelişmiş ülkeler aldıkları borçlar karşılığında verdikleri taahhütlerin yerine getirilip getirilmediği konusunda hesap verecek ve alacakları yeni borçlar için yeni taahhütler vereceklerdir Özellikle uluslararası ilişkilerin böylesine önemli olduğu ve ekonominin bu denli hassaslaştığı bir dönemde ülkelerin kendi çıkarlarına uygun bir uluslararası politika izleyecekleri şüphe götürmez IMF’nin en fakirden en zengine tüm ülkeleri kapsadığı düşünülürse, hepsinin çıkarını kollayacak bir politikanın ortaya çıkacağını düşünmek saflık olacaktır


Açıktır ki zengin ülkelerin gittikçe artan kaynaklarının sebebi, uygulanan politikalar sonucunda IMF’ye bağımlı hale gelen fakir ülkelerden buralara akan paralardır
IMF politikalarının belirlenmesinde G-7 ülkelerinin etkileri büyüktür ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya’da oluşan bu topluluk zaman zaman bir araya gelmekte ve dünya ekonomisini etkileyecek önemli kararlar almaktadırlar
Örneğin, bu ülkelerin paralarının değerlerinde bir değişme olmuşsa ya da başka bir takım ekonomik değişimler mevcutsa, bu ülkeler bunun gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkisini tartışmakta ve çaşitli tavsiyelerde bulunmaktadır IMF de bu kararları harfiyen uygulamaktadır IMF’ye üye ülkeler kendilerini de etkileyecek bu kararlara katılamamaktadır IMF’nin genel olarak ABD güdümünde bir kurum olmasına en iyi örnek Meksika’da yaşanan durumdur 1995 yılında Meksika’da yaşanan kriz sonrasında IMF ABD’nin baskısıyla bu ülkeye kendi limitlerinin oldukça üstünde bir miktarda destek vermiştir Bilindiği gibi Meksika ABD’nin büyük yatırım ve iş ilişkilerinin olduğu bir ülkedir Bu ülkedeki kriz ABD’yi doğrudan etkilediği için böyle bir karar alınmıştır


İSTİKRAR PAKETLERİ VE YAPISAL UYUM PROGRAMLARI


1954-1970 arasında 47 ülke ile değişik tarihlerde stand-by anlaşmaları yapılmıştır Ancak 1970’lerde gelişmekte olan ülkeler uygun koşulda krediler bulmakta güçlük çekmemişler ve stand-by anlaşmaları azalmıştır 1970’lerde dünya ekonomisinin ciddi bir kriz dönemine girmesinden sonra bu ülkeler gittikçe borçlarını ödeyemez duruma geldiler Zaten kriz döneminde kötü şartlarla karşılaşan gelişmiş ülkeler bu ülkeler borçlarını ödeyemeyince zor duruma düştüler


Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde yatırım yapmış olan çok uluslu şirketlerin pazarları gittikçe daraldı İşte böyle bir dönemde IMF’nin rolü gittikçe artmış, ödemeler dengesindeki zorlukları gidermek ve bu ülkelere koşullu olarak borç vermek üzere devreye girmiştir Bu dönemden sonra gelişmekte olan ülkeler, IMF ile birçok stand-by anlaşması yaparak kısa vadeli istikrar programları ve uzun vadeli yapısal uyum programlarının altına imza atmışlardır 1980’ler boyunca 250’den fazla stand-by anlaşması yapılmıştır Bu borçları verirken IMF birçok koşul getirmektedir Gelişmekte olan ülkelerin temel sorunlarından birisi olan ödemeler dengesindeki bozukluk giderilmeli (IMF’nin verdiği borçlar dahil olmak üzere bütün borçların ödenmesini sağlayacak bir yapı ortaya konmalı) ve ülkenin ekonomisinin serbestleşmesi ve dünya koşullarına uygunluğu sağlanmalıdır
Genel olarak IMF’nin ülkelerin sorunlarının çözümüne yönelik yaklaşımında belirleyici olan birtakım noktalar vardır İstikrar politikalarının temel amaçlarından birisi devlet bütçesindeki açığın kapatılması için kamu harcamalarının kısılması ve vergiler başta olmak üzere kamu gelirlerinin artırılmasıdır Ancak kamu gelirlerinin artırılması devletin ekonomideki ağırlığının artması anlamına geleceğinden, IMF’nin politikaları daha çok kamu harcamalarının kısılması yönünde oluşmaktadır


Zaten genel olarak amaç kamu kesimini daraltılması ve uzun vadede kaynakların özel kesime aktarılmasıdır Türkiye dahil birçok ülkede vergi indirimleri yoluyla özel sektör teşvik edilmiş, dolayısıyla da program kamu harcamalarının kısılmasına odaklanmıştır Bunun anlamı basitçe şudur: Özellikle kamu kesiminin reel ücretlerindeki düşüşler ve de devletin temel görevlerinden olan eğitim, sağlık gibi temel olarak çalışanları ilgilendiren alanlardaki harcamaların düşürülmesi yoluyla kamu harcamalarını kısmak Dolayısıyla programın yükünün tamamı emekçilerin sırtına yüklenmektedir
Genel olarak istikrar paketleri acil müdahale gerektiren durumlarda kısa vadeli çözümlere yöneliktir Ancak yapısal uyum programları ekonomik büyümeyi engelleyen yapısal sorunları çözmeyi amaçlar ve daha uzun vadelidir Bu programların uygulanmasında IMF denetleme rolü üstlenir ve Dünya Bankası ile aralarında sıkı bir işbirliği oluşur Genel olarak yapısal uyum programlarının amaçları şunlardır:

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla