| 
[KAPLAN]
 | 
				  Kendi Kabuğunda Üç Hayal: Düşler, Tutkular, Suçlar 
 
            Kendi Kabuğunda Üç Hayal: Düşler, Tutkular, Suçlar 
 Cem Kayalıgil
 
 60’larda büyülü bir şey vardı, öyle ki bizler
    şey, şöyle diyelim, düşlüyorduk  Sinemayı, politikayı, müziği, cazı, rock’n roll’u, seksi ve felsefeyi harmanlıyorduk  ” 
 Sinemanın yaşayan en büyük ustalarından Bernardo Bertolucci, “Son Tango”da ayrıldığı Paris’e dönüş filmi The Dreamers’da ‘68 gençliğinin politik coşkusu, entelektüel ilgileri ve bedensel arayışlarını buluşturuyor
   
 Film, ABD’den Paris’e gelen Matthew’un, kendisi gibi sinema tutkunuolan ikiz kardeşlerle (Isabelle ve Theo) beraber geçirdiği 3 aylık zaman dilimine yayılıyor
  Üçlü, Henri Langlois’in 9 Şubat 1968 günü Paris Sinemateki yöneticiliğinden men edilişinden Mayıs‘taki öğrenci ayaklanmasına dek geçen sürenin çoğunu evde, kendilerini dışarıda olup bitenden yalıtarak geçiriyorlar   
 Biz de; hem Fransa’daki siyasi gelişmelere hem de ikizlerin çocuksu ve kapalı dünyasına yabancı olan Matthew’un gözünden, onun ve ikizlerin ağırlıklı olarak sinemadan devşirdikleri düşsel bir dünya içerisinde gerçeğe direnmelerine tanıklık ediyoruz
   
 Üçü arasında büyüyen aşk (ya da, aslında, Menand’ın tabiriyle “Matthew’un androjen bir ideale, metafiziksel bir bütünün erkek ve kadın yarılarına duyduğu aşk”) onları İlk bakışta tatmin edebiliyorken, yadsınamayacak karşıtlıkları bertaraf edemiyor
  Nitekim filmin sonunda da Theo’nun öngördüğü ayrılış gerçekleşiyor; Isabelle ile Theo’nun birlikte, şiddete başvuran eylemcilerin safına katıldığı, Matthew’un ise bir başına olduğu eski düzenine döneceğinin ima edildiği bu son sahnedeki ayrılışla birlikte, üçlünün ortak düşü de resmen sona eriyor: Burada ikizler “kitlenin” paylaştığı yeni bir düşe atılırlarken Matthew’un yüzünde, her düşün yalnızca bir “düş” olarak kalışı gerçeğini görüyoruz   
 “Düş” teması, Bertolucci’nin bakışını artık bütün bir tarihsel döneme çevirip söylemini genişlettiği bu son sahneye dek, filmin üç karakterinin odağında toplanıp güçlendiriliyor
  Buraya kadar onları bir arada tutmuş olan düş, formunu, Matthew’un ikiz birliğe duyduğu aşkta buluyor  İlkin Matthew’un, Isabelle ile Theo’nun ailesiyle birlikte yediği yemeğin sonundaki, evrendeki biçimsel uyuma ilişkin tiradında kendisini gösteren bu düş; seyirci olan bizleri de kuşatıp aldatıyor  Zaten öykünün anlatıcısı olması dolayısıyla özdeşleştiğimiz Matthew’la birlikte bizler de aynı düşü görmeye başlıyoruz ve film boyunca da onun aşkının nesnel karşılığını bulduğu sanısına kapılıyor, katılıyoruz  Oysa biçimsel uyum da sadece “biçimsel uyum” olarak kalıyor ve Matthew’u hiçbir tinsel gerçeğe vardıramadan yüz üstü bırakıyor   
 The Dreamers’ın bütününü bir “tek taraflı aşk” öyküsünün çevresinde kuran Bertolucci, güdük kalan biçimsel uyum düşünün alegorisini de aynalar üzerinden yaratılan bir sinematografi ile yapıyor
   
 Filmin, resimsel gücüyle akıllara hemen kazınan küvet sahnesinde; Matthew, Theo ve Isabelle’in yüzlerini dip dibe duran üç ayrı aynadaki akislerinden görüyoruz
  Öte yandan, üçlünün hem bedensel hem de hayali halleriyle bitiştikleri bu sahnenin kendisi de, aksini (ve ikinci kere yazmak gerekirse: “aksini”), bir başka sahnede gösteriyor: Isabelle’in, enikonu kendisine ayırdığı düşüne, kendi yatak odasına, bir Milo Venüsü hayali şeklinde daldıktan sonra karşıdaki üç aynadan birden yansımasında   
 Düşlerin (ama sadece “düşlerin”) buluştuğu bu aşk anı, nesnel karşılığın yitimi yüzünden elbette çok fazla süremeyecek ve sonunda krizi doğuracaktır
  Bir sonraki sahnedeyse üç karakterin üçünü de filmde ilk kez kendi odalarına çekilmiş bir halde buluyoruz  
 Düşler dışlayabildikleri gerçek kadar vardır ve tıpkı Theo’nun çöpten getirdikleri arasında güzel kalmış tek şey olan muz gibi, kabukları onları korudukça temiz kalabilirler
  Oysa gerçek kırıcıdır; kimi zaman ölüm bile onun karşısında sadece bir düş olarak kalır   
 İşte Bertolucci de filminde, Isabelle’in deyimiyle “sokağın eve girdiği” sahnede bize bunu gösteriyor – orada, üçlüyle birlikte biz de uykumuzdan uyanıyoruz
  Matthew, kuşkusuz bir süre daha aynı düşü sürdürme gayretiyle ikizlerin peşinden sokağa çıkıyor  Fakat bilmediği şey, gördükleri düşün artık aynı olmadığı oluyor  Onun evrensel uyum hayali sokakta noktalanırken bizler de, gerçeğin ateşinin önünde, Edith Piaf’ın direnişini dinliyoruz: 
 “Hayır, hiçbir şeye – pişman değilim hiçbir şeye
  ” |