Şengül Şirin
|
Cevap : Büyük Patlalama Teorisi ‘Big-Bang’
Böylece, Alfvén ve Klein’ın senaryolarında, evrenin sadece –gördüğümüz– küçük bir bölümü ilk önce çökmüş ve daha sonra da patlamış olacaktı Patlama tekil bir noktadan kaynaklanmaktan ziyade, yüz milyonlarca ışık yılı genişliğindeki çok büyük bir bölgeden kaynaklanır ve gelişmesi yüz milyonlarca yıl sürer; “evrenin başlangıcı” gereksizdir [9]
Bu özgün teorinin doğru olup olmadığını ancak zaman gösterecektir Alfvén’in kendisinin de işaret ettiği gibi, asıl önemli olan, büyük patlamaya alternatif başka hipotezlerin de mümkün oluşudur Her halükârda, bilim tarafından en sonunda doğrulanacak evren modelinin, bir uçta bir büyük patlama diğer uçta da bir büyük çatırtının bulunduğu kapalı bir evrenle hiçbir ortak yanının olmayacağından eminiz 1609’da teleskobun keşfi astronomi tarihinde kesin bir dönüm noktasıydı O zamandan beri evrenin ufuk çizgisi giderek daha ileriye ötelenmiştir Bugün güçlü radyo teleskoplar uzayın derinliklerini araştırıyor Her geçen gün görünürde kesinlikle hiçbir sonu olmayan daha büyük ve daha uzak nesneler keşfediliyor Ancak insanlığın sonlu olana tutkusu her şeye “son bir sınır” koymak için inatçı bir dürtü yaratıyor Bu olgunun astronomi tarihinde tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz
Teknolojinin, evrenin enginliğine hiç olmadığı kadar dalabilmemizi sağladığı bir çağda, Yaratılışla başlayan ve uzay, zaman ve maddenin tamamen yok oluşuyla son bulan bir sonlu evren düşüncesine, bu Ortaçağ düşüncesine psikolojik bir gerileyişe tanıklık etmemiz gerçekten de ironiktir Bu noktada geçilmez bir sınır çizgisi çizilmektedir, bunun ötesini insan aklı soruşturmamalıdır, çünkü orada ne olduğunu “bilemeyiz” Bu anlayış, eski haritaların 20 yüzyıldaki eşdeğeridir, bu haritalarda dünyanın kenarları sert uyarılarla mimlenirdi: “Burada Canavarlar var ”
Einstein ve Büyük Patlama
Son onyıllarda, “saf” bilimin, özellikle de teorik fiziğin, yalnızca soyut düşüncenin ve matematiksel tümdengelimin ürünü olduğu önyargısı derine kök salmıştır Eric Lerner’in işaret ettiği gibi, bu eğilimden kısmen Einstein sorumluydu Sıkı sıkıya deneye dayanan ve ardından yüz binlerce bağımsız gözlemle doğrulanan Maxwell’in elektromanyetizma yasaları veya Newton’un kütleçekim yasaları gibi eski teorilerden farklı olarak, Einstein’in teorileri başlangıçta sadece iki gözlem temelinde doğrulanmıştı: güneşin çekim alanının yıldızlardan gelen ışığı saptırması ve Merkür’ün yörüngesindeki küçük bir sapma
Görelilik teorisinin doğruluğunun sonradan anlaşılması, muhtemelen Einstein kadar dehası olmayan başkalarının da, ilerleme kaydetmenin yolunun bu olduğunu kabul etmelerine yol açtı Zaman kaybına yol açan deneylerle ve usandırıcı gözlemlerle neden canımızı sıkalım ki? Gerçekten de, saf tümdengelim yöntemi aracılığıyla gerçeğe giden yolu bulabiliyorsak, neden duyularımızın tanıklığına bağımlı olalım?
Kozmolojiye, neredeyse her şeyi dışlayan matematiksel hesaplamalara ve görelilik teorisine dayandırılan bütünüyle soyut bir teorik yaklaşım eğiliminin sürekli arttığını görüyoruz
Yayınlanan kozmoloji tez çalışmalarının yıllık sayısı 1965’te altmışken 1980’de beş yüzün üzerine fırladı, ama bu gelişme neredeyse yalnızca salt teorik çalışmalardaydı: 1980’de yaklaşık olarak bu tezlerin yüzde 95’i çeşitli matematiksel modellere hasredilmişti, “Binachi tipi XI evren” gibi Yetmişlerin ortalarında kozmologlar öyle bir güven içindeydiler ki, birkaç milyar yıl önceki zamanın ilk yüz saniyesinin olaylarının ayrıntılarını en ince noktalarına kadar tanımlayabilecekleri kanısındaydılar Teori gitgide efsane niteliğine büründü; uzak geçmişteki olaylar hakkında mutlak ve kesin bir bilgi, ama bunların bugün gördüğümüz evrene nasıl yol açtığı hususunda artan ölçüde bulanık bir kavrayış ve gözlemin giderek artan reddedilişi
Einstein’ın statik, kapalı evreninin zayıf noktası, bu evrenin kütleçekim kuvveti nedeniyle kaçınılmaz olarak kendiliğinden kendi üzerine çökebilir oluşundaydı Bu sorunun üstesinden gelmek için Einstein “kozmolojik sabit” hipotezini ileri sürdü, bu, kütleçekim kuvvetine karşı koyan ve böylelikle evrenin çökmesini engelleyen bir itici kuvvetti Kütleçekim ve “kozmolojik sabit” kuvvetler ikilisi tarafından sonsuza dek bir denge durumunda tutulan bir statik evren düşüncesi, bir süreliğine –en azından Einstein’in son derece soyut ve karmaşık teorilerini anladıklarını ilân eden çok az sayıda bilimciden– destek gördü
1970’te Science’daki bir makalede, Gerard de Vaucouleur evrendeki nesnelerin büyüklükleri arttıkça yoğunluklarının azaldığını gösterdi Meselâ bir nesne on kat büyüdüğünde, 100 kat daha az yoğun olacaktı Hubble Genişlemesini durdurmaya yetecek bir kütleçekimin olup olmadığını ortaya koymak için bilinmesi gereken evrenin ortalama yoğunluğunu saptama çabaları açısından, bunun ciddi anlamları vardı Eğer ortalama yoğunluk, boyutların artmasıyla azalıyorsa, bir bütün olarak evren için ortalama bir yoğunluk tanımlamak imkânsız olacaktır Eğer De Vaucouleur haklıysa, gözlenen evrenin yoğunluğu, bugüne dek düşünülen değerden çok daha az olacak ve omega değeri 0,0002 gibi küçük bir değer olabilecekti Bu denli az maddeye sahip bir evrende kütleçekimin etkileri o kadar zayıf olacaktır ki, genel görelilik ve Newton kütleçekimi arasındaki fark önemsizleşecek ve bu nedenle “klasik kozmolojinin temeli olan genel görelilik, pratikte ihmâl edilebilecektir!” Lerner şöyle devam ediyor: “De Vaucouleur’un keşfi, genel göreliliğin –belki son derece yoğun birkaç nötron yıldızının civarı hariç– evrenin hiçbir yerinde ince bir düzeltmeden daha fazlası olmadığını gösteriyor ”[10]
Einstein’ın “gerçekte kastettiği” şeyi kavramaktaki zorluklar herkesçe bilinir Şöyle bir hikâye vardır: bir gazeteci İngiliz bilimci Eddington’a, tüm dünyada göreliliği kavrayan üç insan olduğunun doğru olup olmadığını sorduğunda, şu yanıtı alır, “Gerçekten mi? Üçüncüsü kimmiş?” Ne var ki, Rus matematikçi Alexander Friedmann 1920’lerin başlarında, Einstein’ın evren modelinin, kozmolojik sabitin değerine ve evrenin “başlangıç koşullarına” bağlı olarak biraz genişleyen biraz büzüşen sonsuz sayıda olası evrenlerden yalnızca biri olduğunu göstermişti Bu, Einstein’ın denklemlerinden türeyen tümüyle matematiksel bir sonuçtu Friedmann’ın çalışmasının gerçek önemi, bu çalışmanın kapalı bir statik evren düşüncesini sorgulaması ve diğer modellerin de mümkün olduğunu göstermesiydi
Nötron Yıldızları
Antik çağlardaki yıldızların ölümsüz ve değişmez olduğu fikrinin tersine, modern astronomi yıldızların ve diğer gök cisimlerinin de bir tarihi, bir doğumu, yaşamı ve ölümü olduğunu göstermiştir –gençliklerinde devasa boyutlarda, düşük yoğunluklarda ve kırmızı renkte; yaşamlarının ortalarında mavi, sıcak ve parlak; yaşlılıklarında da büzüşmüş, yoğun ve bir kez daha kırmızı renkte Güçlü teleskoplarla yapılan astronomik gözlemlerden, geniş bir bilgi birikimi elde edilmiştir Yalnızca Harvard’da, çeyrek milyon yıldız, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Annie J Cannon’un çalışmaları sonucunda kırk sınıfa ayrılmıştı Bugün radyo teleskopların ve uzay araştırmalarının bir sonucu olarak çok daha fazlası biliniyor
İngiliz gökbilimci Fred Hoyle yıldızların yaşam ve ölümlerinin ayrıntılı bir incelemesini yapmıştır Yıldızlar çekirdeklerindeki hidrojen atomlarının kaynaşarak helyum atomlarına dönüşmesiyle (füzyon) ayakta kalırlar Henüz yaşamının başlarında olan bir yıldız, boyut ve sıcaklıkça çok az değişir Güneşimizin mevcut durumu budur Ancak, sıcak merkezde tüketilmekte olan hidrojen er ya da geç helyuma dönüşür Helyum çekirdekte birikir, ta ki belli bir boyuta ulaşana, yani nicelik niteliğe dönüşene dek Boyut ve sıcaklıkta ani bir değişime yol açan dramatik bir değişiklik gerçekleşir Yıldız devasa boyutlarda genişlerken yüzeyi ısı kaybeder Artık bir kırmızı dev haline gelmiştir
Bu teoriye göre, helyum çekirdek büzüşür ve bu da sıcaklığın helyum çekirdeklerinin kaynaşarak karbon oluşturabileceği bir noktaya kadar yükselmesine ve bu kaynaşmanın sonucu olarak da yeni bir enerjinin açığa çıkmasına yol açar Isındıkça daha da büzüşür Bu aşamada, yıldızın yaşamı hızla sona doğru yaklaşır, çünkü helyum füzyonu tarafından üretilen enerji, hidrojen füzyonu tarafından üretilen enerjiden çok daha azdır Belli bir noktada, yıldızın kendi kütleçekim alanının çekimine karşı yıldızın genişlemesini sürdürmek için gerekli olan enerji elde edilememeye başlanır Yıldız hızla büzüşür, kendi içine çöker, büzüşmenin ısısıyla dışa doğru savrulan dış katmanların kalıntıları olan bir gaz halesiyle çevrili bir beyaz cüce haline gelir Gezegenimsi bulutsuların temeli budur Yıldızlar yavaşça soğuyarak, artık parlayacak yeterli ısıya sahip olmayacakları bir noktaya ulaşıncaya dek uzunca bir süre bu durumda kalabilirler Ardından kara cüceler olarak sona ererler
Ne var ki bu tip süreçler Hoyle tarafından büyük yıldızlar için çizilen senaryoya kıyasla nispeten sakindirler Büyük bir yıldız gelişmesinin son aşamalarına ulaştığında, ki bu durumda iç sıcaklığı 3-4 milyar derecedir, çekirdekte demir oluşmaya başlar Belli bir aşamada sıcaklık öyle noktalara ulaşır ki, demir atomları helyum oluşturacak şekilde parçalanırlar Bu noktada, yıldız bir saniye içinde kendi içine çöküverir Böylesi büyük bir hızla çöküş şiddetli bir patlamaya neden olur ve bu da tüm dış materyalleri yıldızın merkezinden uzağa doğru fırlatıp atar Süpernova olarak bilinen ve 11 yüzyılda Çinli gökbilimcileri de şaşırtan şey budur
Büyük bir yıldızın kendi ağırlığının basıncı altında içe doğru çöküşünü sürdürmesi durumunda ne olacağı sorusu akla gelmektedir Hayal edilemez kütleçekim kuvvetleri elektronları protonlarla dolu bir mekana sıkıştırabilir Pauli dışlama ilkesi olarak bilinen kuantum mekaniği yasasına göre, bir atomda iki elektron aynı enerji durumunda bulunamaz Nötronlara etkide bulunarak daha fazla çökmeyi engelleyen ilke budur Bu aşamada, yıldız esas olarak nötronlardan oluşur, nötron yıldızı denmesinin nedeni de budur Böyle bir yıldız çok küçük bir yarıçapa sahiptir, muhtemelen yalnızca 10 km ya da beyaz bir cücenin yarıçapının 1/700’ü kadar Ama yoğunluğu beyaz bir cücenin yoğunluğundan 100 milyon kat fazladır ve bu da son derece yüksektir Böyle bir materyalle dolu tek bir kibrit kutusu, bir mil çapındaki bir göktaşı kadar ağır olurdu
Böylesi hayrete düşürücü bir kütle yoğunlaşmasına sahip bir nötron yıldızının kütleçekimi, çevresindeki her şeyi yutabilirdi Böylesi nötron yıldızlarının varlığı 1932’de Sovyet fizikçisi Lev Landau tarafından teorik olarak öngörülmüş ve daha sonraları J R Oppenheimer ve diğerleri tarafından ayrıntılarıyla araştırılmıştı Birkaç sefer böylesi yıldızların varolabileceğinden kuşkuya düşüldü Ne var ki, 1967’de Crab Bulutsusu gibi süpernova kalıntılarının içindeki pulsarların keşfedilişi, pulsarların gerçekte nötron yıldızları olduğu teorisinin doğmasına yol açtı Tüm bunlarda materyalizmin ilkeleriyle uyumsuz hiçbir şey yoktur
Pulsarlar, düzenli aralıklarla hızlı enerji patlamaları sergileyen yıldızlardır Yalnızca bizim galaksimizde 100 000 pulsarın olabileceği hesaplanmaktadır ki, bunların yüzlercesinin yeri belirlenmiştir Bu güçlü radyo dalgalarının kaynağının bir nötron yıldızı olduğu düşünülüyordu Teoriye göre, oldukça güçlü bir manyetik alana sahip olmak zorundaydılar Nötron yıldızlarının kütleçekim alanının etkisindeki elektronlar süreç içerisinde radyo dalgaları şeklinde enerji kaybederek ancak manyetik kutuplardan yayılabilirlerdi Bu kısa radyo dalgaları patlamaları, nötron yıldızının dönmek zorunda oluşuyla açıklanabilirdi 1969’da anlaşıldı ki, Crab Bulutsusundaki sönük bir yıldızın ışığı mikrodalga sinyalleriyle aynı hizada kesik kesik parlamaktaydı Bu, bir nötron yıldızının ilk gözlemlenişiydi Daha sonra 1982’de hızlı bir pulsar keşfedildi Bu pulsar Crab Bulutsusundaki yıldızlardan 20 kat daha hızla sinyal –saniyede 642 kez– üretiyordu 1960’larda radyo teleskoplarla yeni nesneler keşfedildi: Kuasarlar * On yılın sonlarında bunlardan 150’si daha keşfedilmişti bile; kırmızıya kaymanın doğru olduğu kabul edilerek bazılarının dokuz milyar ışık yılı uzaklıkta olduğu hesaplandı Böylesi muazzam bir uzaklıkta gözlemlenmeleri, bu nesnelerin normal bir galaksiden 30 ilâ 100 kat daha parlak oldukları anlamına gelmelidir Ama yine de küçük görünüyorlardı Bu da sorunlar doğurdu, bazı gökbilimciler bu kadar uzakta olabileceklerini kabul etmediler
Kuasarların keşfi büyük patlama teorisine umulmadık bir yardımda bulundu Son derece güçlü kütleçekim alanlarına sahip olan çökmüş yıldızların varlığı, doğrudan gözlem aracılığıyla çözülemeyen sorunlar ortaya çıkardı Bu olgu, Einstein’ın genel görelilik teorisinin en tuhaf yorumlarını da içeren bir spekülasyonlar akıntısına kapıları araladı Eric Lerner’in işaret ettiği gibi:
Gizemli kuasarların romantik cazibesi, hızla genç araştırmacıları genel göreliliğin esrarlı hesaplamalarına ve böylelikle de kozmolojik sorunlara, özellikle de matematiksel nitelikte sorunlara çekiverdi 1964’ten sonra kozmoloji alanında yayınlanan tezlerin sayısı yukarı fırladı, ama gelişme neredeyse tamamen salt teorik kısımlar, yani genel görelilikteki bazı sorunların matematiksel olarak sınanması hususundaydı, varılan sonuçları gözlemlerle karşılaştırmaya dönük bir çabaya girişilmedi bile 1964’te, muhtemelen beş kozmoloji tezinden dördü teorik nitelikteydi, oysa on yıl önce bu oran ancak beşte üç idi [11]
Varlıkları genel görelilik teorisinin belirli bir yorumundan türetilen kara deliklerle, gerçekte gözlemlenmiş bulunan nötron yıldızları arasında net bir ayrım yapmak gerekir Kara delik düşüncesi, Stephen Hawking gibi otoritelerin yazdıkları aracılığıyla milyonlarca insanın hayal dünyasında yer etmiştir Ama yine de kara deliklerin varlığı evrensel olarak kabul edilmemekte ve kesin olarak kanıtlanamamaktadır Roger Penrose, 1973’te BBC Radyo derslerine dayanan bir denemesinde kara delikler teorisini şu şekilde tanımlıyordu:
Kara delik nedir? Astronomik amaçlar açısından, küçük, son derece yoğun kara bir “cisim” gibi davranır Ama sıradan anlamıyla gerçekte bir maddi cisim değildir Düşünülebilen bir yüzeye sahip değildir Kara delik, bir kütlesel çekim merkezi olarak davranan (tuhaf bir şekilde bozulmuş da olsa) boş bir uzay bölgesidir Bir zamanlar orada bir maddi cisim var idi Ama cisim kendi kütleçekimi altında içe doğru çöktü Cisim kendisini merkeze doğru yoğunlaştırdıkça kütleçekim alanı daha da güçlendi ve kendisini daha fazla çökmekten alıkoyması zorlaştı Belli bir aşamada geri dönüşsüz bir noktaya ulaşıldı ve cisim kendisinin “mutlak olay ufkundan” geçti
Bu konuya tekrar döneceğim, ama şu anki amaçlarımız açısından, kara deliği sınırlayan yüzey olarak davranan şey mutlak olay ufkudur Bu yüzey maddi değildir Uzayda bir iç bölgeyi bir dış bölgeden ayıracak şekilde çizilen bir sınır çizgisinden ibarettir İç bölge –ki cisim bu bölgeye çökmüştür– hiçbir maddenin, ışığın ya da herhangi türden bir sinyalin kendisinden kaçamayacağı gerçeğiyle tanımlanır, dış bölge ise sinyallerin ya da maddi parçacıkların hâlâ dış âleme kaçabilmesinin mümkün olduğu yerdir Kara deliği oluşturmak üzere çöken madde, inanılmaz yoğunluklara erişmek üzere içeride derinliklere düşmüştür, görünüşe bakılırsa, bir “uzay-zaman tekilliği” olarak bilinen şeye ulaşarak varolmaktan çıkmıştır Bu uzay-zaman tekilliğinde fiziksel yasalar, bugün anlaşıldığı şekliyle, uygulanabilir olmaktan çıkar [12]
Stephen Hawking
1970’de Stephen Hawking, bir kara deliğin enerji içeriğinin bazen bir atomaltı parçacık çifti üretebileceğini ve bunlardan birinin kara delikten kaçabileceğini ileri sürdü Bu, hayal edilemeyecek kadar uzun bir süre alacak bile olsa bir kara deliğin buharlaşabileceği anlamına gelir Bu görüşe göre, kara delik sonunda çok büyük miktarlarda gama ışını yayarak patlayacaktı Hawking’in teorileri bir hayli dikkat çekti Çok satan eseri Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere, kozmolojinin yeni teorilerine kamuoyunun dikkatini belki de şimdiye dek yazılan tüm kitaplardan daha fazla çeken bir kitaptı Yazarın kolay anlaşılır tarzı, karmaşık düşünceleri hem basit hem de çekici kılmıştı Kolay ve zevkli bir şekilde okunuyordu, ama bilim-kurgunun diğer çalışmaları da öyleydi Fakat maalesef bu kitap, kozmoloji hakkındaki popüler çalışmaların yazarları açısından, mümkün olduğunca mistik bir telden çalmak ve spekülasyonun azamisine ve olguların asgarisine dayalı en tuhaf teorileri ileri sürmek için moda bir kitap haline gelmiş gözüküyor Gözlemin yerine neredeyse tümüyle matematiksel modeller geçirilmiştir Bu düşünce okulunun temel felsefesi Stephen Hawking’in şu aforizmasında özetleniyor: “Kimse bir matematik teoremiyle gerçekten tartışamaz ”
Hawking, kendisinin ve Roger Penrose’un, genel görelilik teorisinin “evrenin bir başlangıca ve muhtemelen bir sona sahip olması gerektiği anlamına geldiğini” (matematiksel olarak) kanıtladıklarını iddia eder Tüm bunların temeli, genel görelilik teorisinin mutlak bir doğru olarak alınmasıdır Ama yine de paradoksal bir biçimde, büyük patlama anında genel görelilik aniden geçersiz hale gelir Uygulanabilir olmaktan çıkar, tıpkı tüm fizik yasalarının uygulanabilir olmaktan çıkması gibi, öyle ki ne türden olursa olsun bu patlama anı hakkında hiçbir şey söylenemez Hiçbir şey, yani en berbatından metafizik spekülasyonlar hariç Ama buna daha sonra değineceğiz
Bu teoriye göre uzay ve zaman, evrendeki tüm maddenin sonsuz küçüklükteki tek bir noktaya, matematikçilerin tekillik olarak adlandırdığı bir noktaya yoğunlaştığını varsayan büyük patlamadan önce mevcut değildi Hawking bu dikkate değer kozmolojik işlemin içerdiği boyutlara şöyle işaret ediyor:
Bugün biliyoruz ki, galaksimiz modern teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca biridir, her galaksi kendi içinde birkaç yüz milyar yıldız içermektedir… Bir ucundan diğerine yüz bin ışık yılı uzunluğunda ve yavaşça dönmekte olan bir galakside yaşıyoruz; galaksinin spiral kollarındaki yıldızlar merkez etrafında birkaç yüz milyon yılda bir tur atacak şekilde dönmektedirler Güneşimiz aslında sıradan, ortalama boyutta, sarı bir yıldızdır ve spiral kollardan birinin iç kesimlerine yakın bir yerdedir Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu düşündüğümüz Aristoteles ve Ptolemaios’ tan bu yana hiç kuşkusuz epey yol katettik![13]
Aslına bakılırsa, burada sözü edilen çok büyük miktarlardaki madde, evrendeki madde miktarı hakkında gerçek bir fikir vermiyor Her an yeni galaksi ve süper kümeler keşfedilmektedir ve bunun bir sonu da yoktur Aristoteles’ten bu yana bir bakıma çok yol kat etmiş olabiliriz Ama diğer açıdan, öyle görünüyor ki onun çok gerisindeyiz Aristoteles asla, zamanın varoluşundan önce bir zamandan bahsetme yanlışını yapmazdı, ya da tüm evrenin gerçekte bir hiçlikten yaratıldığını iddia etmezdi Buna benzer düşünceler bulmak için, birkaç bin yıl geriye, Musevi-Babil Yaratılış efsanelerinin çağına gidilmesi gerekirdi
Ne zaman birileri bu yöntemleri protesto etmeye çabalasa, haylaz bir okul öğrencisinin okul müdürünün odasına sürüklenmesi gibi, derhal ulu Albert Einstein’ın huzuruna çıkarılır ve genel göreliliğe daha fazla saygı göstermesi gerektiği hakkında kaskatı bir derse tâbi tutulur, hiç kimsenin matematik teoremleriyle tartışamayacağı konusunda bilgilendirilir ve usulüne uygun bir şekilde cezalandırılması için evine gönderilir Temel fark şuradadır ki, birçok okul müdürü canlıdır, Einstein ise ölü Ve bu nedenle kendi teorilerinin bu özgün açıklaması hakkında bir yorumda bulunabilecek durumda değildir Gerçekte, büyük patlamaya, kara deliklere ve benzerlerine yapılan bir atıf bulmak için Einstein’ın yazılarına bakmak boşunadır Einstein başlangıçta felsefi idealizme eğilimli olsa da, bilimde mistisizme amansızca karşıydı Yaşamının son onyıllarını Heisenberg ve Bohr’un öznel idealist görüşlerine karşı savaşmaya harcamış ve gerçekte materyalist bir tutuma yaklaşmıştı Kendi teorilerinden mistik sonuçlar çıkarılacağından kesinlikle çok endişe duyuyor olmalıydı Şu güzel bir örnektir:
Friedmann’ın bütün çözümleri, geçmişte bir zamanda (on ilâ yirmi milyar yıl önce) komşu galaksiler arasındaki uzaklığın sıfır olması gerektiği şeklinde bir özelliğe sahip Büyük patlama olarak adlandırdığımız o anda, evrenin yoğunluğu ve uzay-zamanın eğriliği sonsuz olmalıydı Matematik sonsuz sayılarla tam anlamıyla uğraşamadığından, genel görelilik teorisi (ki Friedmann’ın çözümleri buna dayandırılmıştır), evrende artık kendisinin de işlemediği bir nokta olduğunu öngörür Böyle bir noktaya matematikçiler tekillik derler Aslında bütün bilim teorilerimiz, uzay-zamanın girintisiz çıkıntısız ve neredeyse düz olduğu kabulüne dayandırılmıştır, bu nedenle de bu teoriler uzay-zaman eğriliğinin sonsuz olduğu büyük patlama tekilliğinde çökerler Bu demektir ki, büyük patlamadan önce çeşitli olaylar olsaydı bile kimse bunları daha sonra neler olacağını belirlemekte kullanamazdı, çünkü öngörülebilirlik büyük patlamada çökmüş olacaktı Aynı şekilde eğer yalnızca büyük patlamadan bu yana olanları biliyorsak, ki durum budur, ondan daha önce neler olduğunu belirleyemeyiz Bize göre, büyük patlamadan önceki olaylar hiçbir sonuca sahip olamazlar, bu nedenle kendilerini modelin dışına koymak ve zamanın büyük patlamayla başladığını söylemek zorundayız
Bu tip pasajlar, kuvvetle, Ortaçağ skolastiklerinin entelektüel jimnastiklerinden birini hatırlatıyor, bir toplu iğnenin ucunda dans eden meleklerin sayısı kaçtır? Bu bir hakaret değil Eğer bir argümanın geçerliliği kendi iç tutarlılığıyla belirlenirse, o takdirde Ortaçağ skolastiklerinin argümanları da en az yukarıdakiler kadar geçerlidir Bu insanlar aptal değillerdi, hepsi son derece eğitimli mantıkçı ve matematikçilerdi, ortaçağ katedralleri kadar karmaşık ve kendine göre kusursuz teorik yapılar dikmişlerdi Gerekli olan tek şey, onların öncüllerini kabul etmekti ve ardından her şey yerli yerine oturuyordu Tek sorun ilk öncülün geçerli olup olmadığıydı Tüm matematiğin ve onun merkezi zaafının genel bir sorunudur bu Ve tüm bu teori çok büyük ağırlıkla matematiğe dayanmaktadır
“Büyük patlama olarak adlandırdığımız anda…” Ama eğer ortada zaman yoksa, ona nasıl bir “zaman” atfedebiliriz? Zamanın o noktada başlamış olması gerektiği söyleniyor O takdirde zamandan önce orada ne vardı? Zamanın olmadığı bir andaki zaman! Bu düşüncenin kendisiyle çelişik doğası apaçık ortadadır Uzay ve zaman, maddenin varoluş tarzıdır Eğer ne zaman, ne uzay, ne de madde yoksa, ne vardı? Enerji mi? Ama enerji, Einstein’ın açıkladığı gibi, sadece maddenin bir başka dışavurumudur Kuvvet alanı mı? Ama kuvvet alanı da bir enerjidir ve zorluk devam eder Zamandan kurtulmanın yegâne yolu büyük patlamadan önce tek bir şeyin varolduğunu söylemektir: Hiçlik
Sorun şudur: Hiçbir şeyden bir şeyler elde etmek nasıl mümkündür? Eğer dinsel olarak düşünülecek olursa sorun yoktur; Tanrı evreni hiçlikten yaratmıştır Katolik Kilisesinin hiçlikten Yaratılış öğretisi budur Hawking bu gerçekten rahatsızlık duysa da ondan haberdardır, tıpkı sonraki satırlarında söylediği gibi:
Birçok insan, zamanın bir başlangıcı olduğu düşüncesinden, muhtemelen ilâhi kudrete şamar patlattığı için pek hoşlanmaz (Öte yandan, Katolik Kilisesi büyük patlama modelini kavramış ve 1951 yılında bu modelin İncil’le uyum içinde olduğunu resmen açıklamıştır )
Hawking bu sonucu kabul etmek istemez Ama kaçınılmazdır Tüm karışıklık, felsefi olarak yanlış bir zaman kavrayışından çıkmaktadır Bunun sorumlusu kısmen Einstein’dır, çünkü zamanın ölçümünü zamanın kendisiyle karıştırmakla öznel bir unsuru teoriye katmış oldu Bir kez daha Newton’un eski mekanik fiziğine duyulan tepki aşırıya kaçtı Sorun zamanın “göreli” ya da “mutlak” olup olmadığı değildir Ele alınan temel mesele, zamanın nesnel mi öznel mi olduğudur, zamanın maddenin bir varoluş tarzı mı, yoksa zihinde varolan ve gözlemci tarafından belirlenen tümüyle öznel bir kavram mı olduğudur Hawking şu satırlarda açıkça öznel bir zaman fikrini benimser:
Newton’un hareket yasaları, uzayda mutlak konum fikrine son verdi Görelilik teorisi de mutlak zamanı çöpe attı Bir çift ikizi düşünelim Diyelim ki ikizlerden biri bir dağın tepesinde yaşasın, diğeri ise deniz seviyesinde İlk ikiz ikinciden daha hızlı yaşlanacaktır Bu nedenle eğer tekrar karşılaşırlarsa, biri diğerinden daha yaşlı olacaktır Bu durumda, yaş farkları çok az olabilir, ama eğer ikizlerden biri yaklaşık olarak ışık hızında hareket eden bir uzaygemisiyle uzun bir yolculuğa gitmiş olsaydı bu yaş farkı çok daha büyük olurdu Geri döndüğünde, dünyada kalan kardeşinden çok daha genç olurdu Bu ikizler paradoksu olarak bilinir, ama bu, ancak insan zihninin derinlerindeki mutlak zaman düşüncesine sahip olan biri için bir paradokstur Görelilik teorisinde zamanın tek bir mutlak ölçüsü yoktur, bu kişinin nerede olduğuna ve nasıl hareket ettiğine bağlıdır?[14]
Zamanın ölçümünde öznel bir unsurun bulunduğu tartışmalı bir konu değildir Zamanı, belirli bir referans dizgesine göre ölçeriz, ki bu dizge bir yerden diğerine değişebilir ve değişir de Londra’daki zaman Sydney’deki ya da New York’taki zamandan farklıdır Ama bu, zamanın tümüyle öznel olduğu anlamına gelmez Evrendeki nesnel süreçler ister onları ölçebilelim ister ölçemeyelim işlemeye devam ederler Zaman, uzay ve hareket nesnel konulardır ve ne bir başlangıçları ne de bir sonları vardır
Engels’in bu konuda söylediklerini burada hatırlatmak ilginç olacaktır:
Devam edelim Demek ki zamanın bir başlangıcı vardı Peki bu başlangıçtan önce ne vardı? O sıralar kendisiyle özdeş, değişmez bir durumda bulunan evren mi? Ve bu durumda, birbirini izleyen hiçbir değişiklik olmadığından, daha da özelleşmiş bir zaman fikri daha da genel bir varlık fikrine dönüşür İlkin, burada, Bay Dühring’in kafasında hangi kavramların değiştiğiyle en ufak bir şekilde ilgilenmiyoruz Tartışılan mesele, zaman fikri değil, Bay Dühring’in kendisini hiç de o kadar kolay kurtaramadığı gerçek zamandır İkincisi, zaman kavramı daha genel bir varlık fikrine ne kadar dönüşmüş olabilirse olsun, bu bizi bir adım bile ileri götürmez Çünkü tüm varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır, ve zaman dışında bir varlık, uzay dışında bir varlık kadar büyük bir saçmalıktan ibarettir
Hegelci “ezeli varlık” ve neo-Schellingci “önceden tasarlanamaz varlık”, bu zaman dışı varlığa kıyasla akılcı tasarımlardır Bu nedenle Bay Dühring çok büyük bir ihtiyatla işe girişiyor; aslında bu pekâlâ bir zamandır, ama zaman denilemeyecek bir zaman; zamanın kendisi gerçek parçalardan oluşmaz ve yalnız bizim kavrayışımız tarafından keyfi bir biçimde parçalara ayrılır –yalnızca zamanın ayırt edilebilen olgularla gerçek dolduruluşu sayılabilirliğe elverişlidir–, boş bir süre yığılmasının ifade ettiği şey tamamen tasavvur edilemezdir Bu yığılmanın ne anlama geldiğinin burada hiçbir önemi yok; sorun, dünyanın, burada varsayıldığı durumda sürüp sürmediği, bir zaman süresinden geçip geçmediğidir Uzun zamandır biliyoruz ki böylesi içeriksiz bir süreyi ölçmekle hiçbir şey elde edemeyiz, tıpkı herhangi bir hedef ya da amacımız olmaksızın boş uzayda ölçüm yapmakla hiçbir şey elde edemeyeceğimiz gibi Ve Hegel tam da bu yöntemin can sıkıcılığından ötürü, bu sonsuzluğu kötü sonsuzluk olarak adlandırır [15]
Tekillikler Mevcut Mu?
Kara delik ve tekillik aynı şey değildir Işığın bile yüzeyinden kaçmasına izin vermeyecek kadar muazzam kütleçekim kuvvetine sahip çökmüş bir devasa yıldız olması anlamında yıldızsal kara deliklerin olası varlığını dışlayan ilkesel hiçbir şey yoktur Ve bu düşünce yeni de değildir 18 yüzyılda, yeterince kütlesel bir yıldızın ışığı yakalayabileceğine işaret eden John Mitchell tarafından böyle bir durum öngörülmüştü Bu sonuca Newton’un klasik kütleçekim teorisine dayanarak ulaşmıştı Genel görelilik işin içine girmemişti
Ne var ki, Hawking ve Penrose tarafından geliştirilen teori, gözlenen olguların çok ötesine geçer ve gördüğümüz gibi –onların niyetleri bu olmasa bile– her türden mistisizme alet olan sonuçlara ulaşır Eric Lerner, galaksilerin merkezinde muazzam kütlesel kara deliklerin olmasını zayıf bir olasılık olarak değerlendirir Lerner ve Anthony Peratt, bu süper-kütleli kara deliklerle, kuasarlarla, vb ilişkilendirilen tüm özelliklerin elektromanyetik olgularla nasıl daha iyi açıklanabildiğini göstermişlerdi Bununla birlikte Lerner, yıldız boyutlarındaki kara deliklerin varlığına ilişkin kanıtın epeyce güçlü olduğuna inanır, çünkü bu kanıt, bir nötron yıldızı olamayacak kadar büyük olan çok yoğun X-ışını kaynaklarının saptanmasına dayanır Ama bu noktada bile gözlemler sorunu kanıtlamaktan çok uzaktır
Matematiksel soyutlamalar evreni kavramak için kullanışlı araçlardır, ama tek bir koşulla: En iyi matematiksel modelin bile gerçekliğin ancak kaba bir tahmini olduğu olgusunu unutmamak koşuluyla İnsanlar, modelleri olguların kendisiyle karıştırmaya başladıklarında sorunlar patlak verir Bizzat Hawking bu yöntemin zayıflığını yukarıda değindiğimiz pasajda farkında olmaksızın açığa vurmaktadır Büyük patlama noktasında evrenin yoğunluğunun sonsuz olduğunu kabul ediyor, ama bu kabul için hiçbir gerekçe ileri sürmüyor ve sonra da çok tuhaf bir tartışma çizgisine kayarak şunu ekliyor, “matematik sonsuz sayılarla tam anlamıyla uğraşamadığından ötürü” görelilik teorisi bu noktada çöker Bu çöken şeye şunu da eklemek gerekir “ve tüm bilinen fizik yasaları da”; çünkü büyük patlamayla çöken yalnızca genel görelilik değil bilimin tümüdür Ondan önce neler olduğunu bilmemekle kalmıyoruz, bunları bilemeyiz de
Bu yaklaşım Kant’ın bilinemez kendinde-şey teorisine geri dönmektir Geçmişte, insan kavrayışına bir sınır koyma rolü, din ve Hume ile Kant gibi belli idealist filozoflar tarafından üstlenilmişti Bilimin daha ötelere gitmesi engellenmişti İnsan zekâsının ilerlemesine izin verilmediği yerde, mistisizm, din ve akıldışılık başladı Yine de tüm bilim tarihi, ardarda gelen engellerin aşılışının öyküsüdür Bir kuşak açısından bilinemez olduğu varsayılan şey, bir sonraki kuşak için açık bir kitap haline gelmiştir Tüm bilim, evrenin bilinebilir olduğu fikrine dayanır Bugün ilk kez, bilimciler bilgiye bir sınır çekiyorlar, teorik fizik ve kozmolojinin bugünkü durumu hakkında olağanüstü bir skandal ve acınası bir durumdur bu
Yukarıdaki pasajın ifade ettiği şeyleri bir düşünün: a) bütün teori için bir dayanak noktası sağladığı varsayılan genel görelilik de dahil bilimin tüm yasaları büyük patlamada çöktüğü için, bu patlamadan önce –eğer bir şeyler varsa bile– neler olduğunu bilmek imkânsızdır, b) büyük patlamadan önce eğer birtakım olaylar varsa bile bunların daha sonra olanlarla bir ilgisi yoktur, c) bunun hakkında hiçbir şey bilemeyiz, ve böylece d) basitçe “bunları modelin dışında tutmak ve zamanın büyük patlamayla başladığını söylemek” zorundayız
Bu iddiaları ileri sürmekteki kendine güven gerçekten de nefes kesicidir Bizden, kozmolojideki en temel sorunları anlama yeteneğimize mutlak bir sınır koymayı, yani soru sormamayı (çünkü zamanın ortaya çıkışından önceki zaman hakkında tüm sorular anlamsızdır) kabul etmemiz talep ediliyor ve zamanın büyük patlamayla başladığını sessiz sedasız kabul etmemiz gerektiği söyleniyor Böylece Stephen Hawking ispatlanması gereken şeyi basitçe doğru kabul etmiş oluyor Aynı şekilde, din bilimciler de Tanrının evreni yarattığını ileri sürüyorlar ve Tanrıyı kimin yarattığı sorulunca, bu tip soruların ölümlülerin aklının alabileceği şeyler olmadığı söyleniyor Yine de tek bir noktada hemfikir olabiliriz, tüm bunlar gerçekten de “ilâhi kudrete şamar patlatmaktadır ” Daha da ötesi, zorunlu olarak bu anlama gelmektedir
Dühring’e karşı giriştiği polemikte Engels, hareketin hareketsizlikten çıkmasının, bir şeyin hiçlikten doğmasının imkânsızlığına işaret etmişti: “Bir Yaratılış eylemi olmaksızın, hiçlikten, asla bir matematik diferansiyel kadar küçük bir şey dahi elde edemeyiz ”[16] Hawking, öyle görünüyor ki, Fred Hoyle, Thomas Gould ve Hermann Bondi tarafından büyük patlama teorisine alternatif olarak ileri sürülen Kararlı Durum teorisinin yanlış olduğunun görüldüğünü savunuyor Diyalektik materyalizm açısından bu iki teori arasında bir tercih yapmak için asla bir neden yoktur Birincisi de diğeri kadar kötüdür Gerçekten de, maddenin uzayda sürekli olarak hiçlikten yaratılmakta olduğunu varsayan Kararlı Durum teorisi, rakip teorilerden –eğer bu mümkünse– çok daha mistikti Böylesi bir düşüncenin bilimciler tarafından ciddiye alınabilmiş olması bile, bilime bunca zamandır eziyet eden felsefi kafa karışıklığının kesin bir kanıtıdır
Antik çağdakiler bile “hiçlikten hiçliğin doğduğunu” kavramışlardı Bu gerçek, fiziğin en temel yasalarından biriyle, enerjinin korunumu yasasıyla ifade edilir Hoyle’nin, söz konusu olanın yalnızca çok küçük bir miktarın olduğunu savunması hiçbir şeyi değiştirmez Kızının bir bebek sahibi olacağını anlayan öfkeli babayı yatıştırmak için, ona yalnızca “biraz gebe olduğunu” temin eden naif bir genç bayanın tavrına benzer bu En küçük bir madde parçacığı (ya da aynı şey olan enerji) bile ne yaratılabilir ne de yok edilebilir ve bu nedenle Kararlı Durum teorisi daha en baştan ölüme mahkûmdur
Penrose’un “tekillik” teorisinin ilk başlarda evrenin kökeniyle bir ilişkisi yoktu Öngördüğü şey yalnızca, kendi ağırlığı altında çöken bir yıldızın, yüzeyi er geç sıfır boyutuna kadar daralan bir bölgeye hapsolabileceğiydi Ne var ki, 1970’de o ve Hawking ortak bir makale yazdılar, bu makalede büyük patlamanın böyle bir “tekillik” olduğunu kanıtladıklarını iddia ettiler, kanıt olarak sundukları tek şey ise “genel göreliliğin doğru olduğu ve evrenin gözlemlediğimiz kadar madde içerdiği” idi
Çalışmamıza, kısmen bilimsel determinizme olan Marksist inançlarından dolayı Ruslardan ve kısmen de tekillikler düşüncesini tiksindirici bulan ve Einstein’ın teorisinin güzelliğini bozduğunu düşünen insanlardan karşı çıkanlar oldu Ama hiç kimse bir matematik teoremiyle gerçekten tartışamaz Böylece en sonunda çalışmamız genel kabul gördü ve bugünlerde neredeyse herkes evrenin bir büyük patlama tekilliğiyle başladığını kabul ediyor
__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
|