KRDNZ
|
Osmanlî'da Mimarlık
Selçuklu mimarlığının Orta Asya – Horasan mimarlığı ile İran mimarlığının bir sentezi olduğunu, Anadolu’ya geçişten sonra İran ağırlıklı üslûbun devam etmesi yanında erken Bizans ve Ermeni mimarlıklarından yeni bir Türk sentezi yaratıldığını ifade etmeye çalışmıştım Osmanlı mimarlığı ise, Türk kültürünün Bizans etkili yeni bir sentezi olarak karşımıza çıkıyor İslâm mimarlık sanatının ‘yüz akı’ olan Osmanlı – Türk mimarlığı, sadece bizlere değil, dünya kültürüne İslâm’ın en büyük ve en önemli eserlerini kazandıran bir mimarlık mirası bırakmıştır
Osmanlı mimarlığını tarihçilerden farklı olarak, ama yine de tarihi gelişimler paralelinde oluşan mimarlık sanatı açısından dönemlere ayırarak incelemekte yarar vardır:
1/ Erken Osmanlı mimarlığı dönemi (1300-1453) Anadolu beylikleri dönemi mimarlığının devamında Bizans eserleri ile direk temas Avrupa kıtasına geçişten sonra olgunlaşmaya başlayan Türk – Bizans sentezi
2/ Klâsik Osmanlı mimarlığı dönemi (1453-1720) İstanbul’un fethi ile başlayan Türk kültür ve mimarlık sanatının doruğa ulaştığı dönem
3/ Batı etkili Osmanlı mimarlığı dönemi (1720-1890) Batı mimarlık üslûplarının, klâsik Türk mimarlığına uyarlanışı Tanzimat’tan sonra, Avrupa mimarlık üslûplarının taklit edilmesi
4/ Ulusal Osmanlı mimarlığı dönemi (1890-1930) Klâsik Osmanlı – Türk mimarlığına dönüş ve yeni bir yorum
ERKEN OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1300-1453) Oğuzların Kayı boyundan Türkler, Süleyman Şah’ın (… -1231) dört oğlundan biri olan Ertuğrul Bey’in (1231-1281) yönetiminde Horasan’dan Anadolu’ya yöneldiler Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat (1218-1236), gelen boyu evvelâ Ankara dolaylarındaki Karacadağ’a, sonra da yeteneklerini görerek ‘uç beyi’ olarak Bizans sınırına, Söğüt’e yerleştirdi (Bu stratejik mevki, Osmanlı’nın tarih sahnesinde yer almasını tetikleyecektir ) Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra aşirete hükmeden Osman Bey (Gazi) (1281-1326), çevre Bizans yerleşimlerine akınlar düzenleyerek İnegöl, Bilecik gibi Bizans yerleşimlerini ele geçirdi Anadolu Selçukluları bahsinde değindiğim gibi, Selçukluların otoritesini kaybetmesi ile diğer beylikler gibi Osman Bey de – İlhanlılara vergi vermek şartı ile- bağımsızlığını ilân etti (1299) Komşu Bizans tekfurları ile ekonomik ve siyasi ilişkiler kurdu Bursa’yı 1326’da fethetti ise de aynı yıl öldü Oğlu Orhan Bey (1326-1362), Bursa’yı başkent yaptı 1331’de İznik fethedildi (İznik’in Hıristiyan dünyasındaki önemli yerini hatırlarsak, bu fethin dînî ve siyasi coğrafyayı ne denli değiştiren bir fetih olduğunu takdir ederiz ) İlhanlı Hanı Ebû Said Bahadır’ın 1335’te ölümü ile İlhanlı’nın Osmanlı üzerindeki baskısı kalktı ve Beylik tam bağımsız hâle geldi
Ertuğrul ve Osman Beylerden günümüze anıtsal mimarlık eserleri intikal etmemiştir Kuruluş mücadelesi verilen bu dönemde, bunu doğal karşılamak gerekir Beylik dönemi Osmanlı mimarlığı Orhan Bey’le başlar Orhan Bey tarafından fethedilen İznik kenti, Hıristiyanlık tarihinin önemli bir kenti olması yanında çini atölyeleri ile öne çıkan önemli bir sanat merkezi idi Bizans sanatı ve mimarlığı ile ilk direk temas, burada gerçekleşmiştir Osmanlı’nın ilk mimarlık eseri kabul edilen Hacı Özbek Camii, 1333’te, burada yapılmıştır Bu caminin mimarlık üslûbunun ilginç yanı, İslâm’ın ilk dönemlerinden başlayıp Anadolu Selçuklu camilerinde devam eden geleneksel ‘Ulu Cami’ tipinin burada uygulanmamış olmasıdır Cami, tek açıklıklı, tek kubbeli, merkezi sistemde inşa edilmiş olup ön cephesinde son cemaat yeri de bulunan bir yapıdır Ve de o dönem Osmanlı mimarlığı için bir istisnadır Çünkü 1400’lü yıllara kadar ‘Ulu Cami’ tipi devam edecektir Burada, evvelki bahislerde anlatmakla beraber ulu cami tipini hatırlatmakta yarar görüyorum: Ulu camiler geniş alana yayılan büyük yapılardır Geniş bir hacmi orta sütunsuz ve kemersiz, tek açıklık halinde geçmek, dönemin inşa tekniği açısından olanaksızdı (Gerçi Konstantinopolis’teki Aya Sofya, 537 yılında 31 5 metre çapındaki kubbe ile, bundan çok çok evvel Roma’daki Pantheon, 128 yılında 41 5 metre çapındaki kubbe ile açıklıkları orta desteksiz geçmişlerdi Ama biz bu gün nasıl ki nano teknolojisine yabancı isek, nasıl ki uzayı fethedemiyorsak, nasıl ki bir türlü çağdaş olamıyorsak, onlar da inşaat konularında geri idiler ) Bu nedenle kapalı alanlar, 10 x 10 veya 15 x 15 metre gibi üstünü kapatabilme olanağı veren ölçülerdeki kare modüllerin yan yana getirilmesi ile oluşturulurdu Bu da iç mekânda, her bir karenin köşe noktalarına gelen taşıyıcı kolonlarla, bir sütun ormanı manzarası meydana getirirdi 10 – 15 metre açıklıkların ilk dönemlerde ahşap malzeme ile düz dam şeklinde kapatıldığını, İran’da daha geniş açıklıklara soğan kubbeler yapıldığını, Anadolu Selçuklularında konik veya piramidal külahların çokça kullanıldığını görmüştük Osmanlı, açıklıkları örtmede ilk önce konik ve piramidal külahları terk etti ve Bizans mimarlığına has yarım küre kubbe kullanımına geçti
Bursa Ulu Cami, bunun tipik örneğidir Caminin inşasına Orhan Bey döneminde, 1334’te başlanmış, 1399’da Bayezid I (Yıldırım) döneminde, yani 65 yılda bitirilebilmiştir Bu da, devlet hazinesinin henüz gereken zenginliğe kavuşamadığının bir göstergesi oluyor Caminin dış ebadı 68 x 56 metre kadardır Cami, Kıbleye bakan yönde (x aksında) 5, diğer yönde (y aksında) 4 modülden, yani 5 x 4 = 20 modülden oluşuyor Bu durumda iç hacimde 4 x 3 = 12 adet taşıyıcı sütun bulunuyor Modül açıklıkları, aşağı yukarı 13 5 x 13 5 metre kadar oluyor Modüller üzeri 20 adet yarım küresel kubbe ile örtülmüş bulunuyor Kubbelerin oturduğu kasnaklar üzerinde içeriye doğal ışık sağlayan pencereler var İç mekânda, orta aksta bir de havuz yer alıyor Dış cephedeki kemer ve pencerelerle cephe ritmine önem verilmiş Giriş cephesi iki yanında, cami kitlesi ile orantılı minareler var (Bu günün gerinin gerisi cami mimarlığımızdaki orantısız, alabildiğine uzatılmak istenen ve de bir fırtınada masaya dikine konmuş bir kurşunkalem gibi devriliveren minarelere dikkatinizi çekmek isterim )
Ulu cami tipi, Osmanlının birçok ilinde uygulama alanı bulmuştur Gelibolu’da Büyük Cami (1385), Bulgaristan Plovdiv’de (Filibe) Cuma Camii (1389), Edirne’de Eski Cami (1403-1414) de ‘Ulu Cami’ tipi camilerdir
Murad I (Hüdavendigâr) (1362-1389), Rumeli fethine girişti Edirne, Gümülcine, Filibe fethedildi Birçok Balkan ülkesi Osmanlı’ya tâbî oldu Sultan, 1375’te başkent Bursa’ya döndü Osmanlı’nın Avrupa kıtasına geçmesi ile Osmanlı mimarlık teknolojisi önünde yeni ufuklar açıldı Bu da, daha geniş açıklıkları örtebilme tekniği ile gelen merkezî kubbeye geçiştir İznik Yeşil Cami inşaatına 1379’da başlandı, 1393’te, Bayezid I (1389-1402) döneminde, 14 yılda bitirildi Mimarı Hacı bin Musa’dır Camide merkezî kubbe ve son cemaat yeri vardır Cami, ismini iç mekândaki yeşil çini kaplamalarından almıştır
Bursa Yeşil Cami, Çelebi Sultan Mehmed (1413-1421) döneminde yapılmıştır Mimarı Hacı İvaz Paşa’dır (Demek ki mimardan da paşa olabiliyormuş ) (Osmanlı tarihçileri 1402-1413 yılları arasındaki 11 yılı ‘Fetret Devri’ diye adlandırırlar ve sultan ismi vermezler Bilindiği gibi Bayezid, 1402 Ankara savaşında Timur’a yenildi Yıldırım’ın öldüğü 1403’ten sonra 4 oğlu ayrı ayrı yerlerde hükümranlıklarını ilân etmişlerdi Yani 4 ayrı yerde 4 ayrı Osmanlı Sultanı vardı Bu da Büyük Selçuklulardan gelen eski bir Türk töresine uygundu Çelebi Mehmed, 10 yıl sonra kardeşlerini bertaraf etti ve tek sultan oldu Tarihçiler Süleyman, İsa, Musa Çelebileri neden sultan saymazlar, bilemiyorum ) Konumuzun dışına çıktım ama söylemeden duramadım; neyse, biz konumuza dönelim: Cami, ismini İznik’teki Yeşil Cami gibi iç mekân duvarlarındaki koyu yeşil çinilerden ve zengin süslemelerden alıyor Yan yana iki merkezî kubbesi ve son cemaat yeri vardır Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim Kilise mimarlığında ana nef, mihraba yönelik dikdörtgen planlıdır Sağ ve solunda yan nefler bulunur İslâm ibadetinde ise saf halinde namaz kılınır Bu da kıble yönüne bakan yatık dikdörtgen salon formunu gerektirir Yan yana inşa edilen çift kubbe ile yatık dikdörtgen salon sağlanmış oluyor Demek ki Osmanlı mimarlığı, Bizans’ın kilise formunu taklit etmemiş, ancak onlardan geniş çaplı kubbe inşaatı teknolojisini almıştır Acaba büyük çaplı kubbe inşaatının sırrı ne idi? Bizans’la tanışmadan evvel biz büyük çaplı kubbe inşaatında başarılı olamıyorduk Yaptığımız geniş çaplı kubbeler yıkılıyordu Mimarlarımız, ustalarımız bu sırrı öğrenmek için bir büyük Bizans kubbesini yıktılar Ne gördüler biliyor musunuz? Kubbenin oturduğu dairesel kasnağın içinde kalın döğme demirden çember vardı Bu çember, kubbeden gelen kuvvetler bileşkesinin ayrıldığı yatay ve düşey vektörlerden yatay vektördeki kuvveti karşılıyor, ona mukavemet ediyordu Bu gün bir orta öğretim öğrencisinin bile bildiği, basit bir matematik bilgisi
Bursa Yeşil Türbe (1421), asil ve uhrevî mimarlığı ile Selçuk kümbetlerinden çok ayrı bir değere sahiptir Aslında mimarlık kurgusu Selçuklu’nun devamı mahiyetindedir Bunda da Selçuklu kümbetlerinde olduğu gibi sandukaların bulunduğu zemin kat ve naaşın defnedildiği bodrum kat (mumyalık) vardır Bu türbe de Selçuklu’da olduğu gibi 8’gen planlıdır Fakat dış cephenin efesi Selçuklu kümbetlerinden çok farklı ve huşû vericidir Tabii, çatı örtüsü de artık Osmanlı olmuş yarım küre formlu kubbedir Bu türbede iç cepheler olduğu gibi dış cephe de kısmen yeşil (türkuaz) çinilerle kaplıdır Velhasıl bir sanat harikasıdır
Yeni başkent Edirne’de Üç Şerefeli Cami, 1437-1447 yılları arasında yapılmış, Murad II (1421-1481) dönemi eseridir Bu cami Osmanlı mimarlığında büyük bir aşamadır Yatık dikdörtgen formlu (60 x 24 metre) iç mekân, önüne ilâve edilen revaklı şadırvan avlusu ile kareye tamamlanmaktadır Şadırvan avlusu ve şadırvan büyük bir aşamadır ve Osmanlı’nın en eski örneğidir Daha büyük aşama kubbe örtüsü ile başarılmıştır Ortada çapı 24 metreyi bulan, kilit taşı altında 28,5 metreye erişen büyük bir küresel kubbe vardır Kubbeyi 4 adet fil ayakları taşımaktadır Hacmin sağ ve solunda ikişer küçük kubbe daha vardır İç mekâna, yine saf halinde kılınan namaza en uygun gelen şekil verilmiş olmaktadır Dört bir yanı revakla çevrili şadırvan avlusunun dört köşesinde 4 adet minare yer almaktadır Yine ilk defa bu camide minare sayısı 4’e çıkmıştır Minarelerin ikisi baklavalı ve çubuklu, biri burmalı, dördüncüsü zikzak çizgili motifler halindedir Bu dördüncü minarenin her üç şerefesine üç ayrı merdivenle çıkılır Halkta bir kanaat vardır: Üç ayrı merdivenle üç ayrı şerefeye çıkışın sadece Mimar Sinan tarafından Selimiye Camii’nde gerçekleştirildiği söylenir Hayır, böylesine geometrik bir marifeti sergileyen ilk minare bu minaredir 68 metreye yaklaşan minare, Selimiye den sonraki en yüksek Osmanlı minaresidir (Şimdiki orantısız yükselen çirkin minareleri saymıyorum ) İnşaatta sadece kesme taş kullanılması da bir ilktir Özetle büyük çaplı kubbesi, sivri kemerler ve pencereler, mukarnaslı başlıklar gibi elemanları ile ve de 4 adet minaresi, son cemaat yeri ve revaklı şadırvan avlusu gibi kompozisyonları ile klâsik Osmanlı mimarlığını hazırlayan bir camidir Bu nedenle Türk mimarlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır
KLÂSİK OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1453-1720) 1453 yılı, Türk tarihinin olduğu kadar Dünya tarihinin de önemli bir dönüm noktasıdır Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) Konstantinopolis’i fethetmekle Doğu Roma İmparatorluğu’nun da vârisi oldu Bizans’ın yasalarına, müziğine, mimarlığına değer verdi; hatta benimsedi Bizans’ın ‘hilâl’ simgesini bayrağına koydu (Dikkat ederseniz hiçbir Arap ülkesinin bayrağında hilâl yoktur Tunus ve Pakistan bizi örnek alarak hilâli kullanmışlardır ) ‘Sultan-ı İklim-i Rum’ unvanı ile anıldı Kültür ve sanat alanında da aydın bir kafaya sahipti Avrupa’dan Rönesans ustalarını davet etmiş, İslâm’da günah sayılan kendi portresini dahi yaptırmıştır Osmanlı kültür ve sanatının, mimarlığının gelişmesinde, temele ilk harcı Fatih koymuştur Osmanlı sanat ve mimarlığı, sadece bir yüzyıl içinde doruğa ulaşmış, her alanda olduğu gibi mimarlık alanında da ‘klâsik’i yakalamıştır Acaba mimarlık eserlerini ‘klâsik’ yapan etkenler nelerdir?
1/ Mülkî örgütlenme: Merkez, eyalet, vilâyet, sancak, kent yönetimleri ile yapıların sıkı kontrolu
2/ Mâlî kudret: Zengin hazine; Defterdara bağlı ‘Bina Emini’ ile inşaatın malzeme – işçilik sarf ve maliyetlerinin ayrıntılı tutanaklarla kaydı ve ‘Kubbealtı’na hesap verilmesi Tesislerin işletme ve idamesinin zengin vakıflar aracılığı ile sağlanması
3/ Kültür ve sanata verilen önem: Edebiyat, musiki, fen ve sosyal bilimler, mimarlık, hat, tezhip, ebru, minyatür gibi süsleme sanatlarına ve sanatçılarına gereken değerin verilmesi
4/ Sosyal kurumlara verilen önem: Halkın din, eğitim, sağlık, ticaret, sosyal yaşam işlevlerini karşılayacak tesislerin, mimarlık değeri olan kalıcı binalar şeklinde inşası ve halkın hizmetine sunulması
5/ Şehirciliğe ve alt yapıya verilen önem: Başat yapıların kentin tepe noktalarında inşası ile kent siluetinin zenginleştirilmesi Ana yollar ve içme suyu tesislerinin inşa ve bakımı Konut ve sivil mimarlık inşaatlarının ruhsata tâbî olması
6/ Kalifiye mimar ve ustaların yetiştirilmesi ile ehil mimar ve ustaların ‘Hassa Mimarlar Ocağı’na bağlanması Bu ocaklardaki ser mimar, mimar-ı sâni ve diğer mimarlar, suyolcu, ambarcı, kethüda gibi fen elemanlarının mimarlık - mühendislik projelerinde ve de inşaat safahatında görev alması İnşaatta görev alacak uygulama ustalarının yetiştirilmesi ve şantiye yönetimi Anıtsal yapılarda ‘ser mimaran-ı hassa’nın direk padişaha muhatap olması
Bu dönemin anıt eserlerinde ‘Selâtin Camileri’nin (Sultanların yaptırdığı camilerin) önemli yeri olmakla beraber sosyal ihtiyaçları karşılayan yapılar da aynı önem ve özen gösterilerek inşa edilmişlerdir Bu tesisler ayrı ayrı inşa edildikleri gibi büyük camilerle beraber ve aynı mimarlık manzumesi içinde de inşa edilebilmektedir Bu gibi dört başı mamur yapılar grubuna ‘Külliye’ (Bütünlük, topluluk) diyoruz Örneğin, Fatih Külliyesi, Süleymaniye Külliyesi gibi Külliyelerde cami başat eleman olmakta, çevresinde birbirleri ile ilintili olarak türbeler, sıbyan mektebi, kütüphane, medreseler, sebil, muvakkithane, imarethane, tabhane, hamam, dar-üş şifa, arasta gibi sosyal tesisler yer almaktadır
Klâsik dönem mimarlık eserlerini detaylı anlatmak, bu makalenin sınırlarını çok aşar Esasen ben burada mimarlık tarihi anlatmıyorum Mimarlık tarihine ‘Genel Bir Bakış’ atfediyorum ve ilkeler üzerinde duruyorum Meraklısı için bu konularda yerli ve yabancı, ciltlerce kitapta ve internette namütenahi bilgi, resim ve planlar vardır
Osmanlı klâsik camileri, bazı yarım aydınların söylediği gibi Aya Sofya’nın mimarlık üslûbunun devamı mıdır? Ayasofya bazilikası (537), şüphesiz ki Dünya mimarlık tarihinde büyük bir aşamadır Bu eserden bin yıl sonra gelen Osmanlı mimarlarının ondan etkilenmemesi olası değildi Özellikle strüktür açısından ondan çok şeyler öğrenmişlerdir Fakat mimarlık kurgusu olarak hiçbir cami Aya Sofya’nın devamı değildir Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında ne kadar fark varsa, Aya Sofya ile Osmanlı camileri arasında da o kadar fark vardır Aya Sofya’nın insanı havada uçuran rûhânî iç perspektifine karşın Osmanlı klâsik camileri daha realist, daha dünyevî efeye sahiptir İki din arasındaki görüş farklılıklarını bu iki mabette hissedersiniz
Kiliselerdeki ana hacimde, mihraba yönelik ve dikdörtgen planlı orta nef (sahın) ve iki yanında daha az yükseklikte yan nefler bulunur Orta ve yan nefler sütun dizileri ile ayrılır Ana mekân, orta neftir Yan neflerin, giriş-çıkış, mum adama, dini heykel ve resim galerisi, aziz naaşlarının zemine defni ve şapel gibi işlevleri vardır Aynı anlayış Aya Sofya’da iki yanındaki galerilerle sağlanmıştır Osmanlı camilerinde ise iç mekân tek hacim olarak algılanır Çünkü İslâm’da camide yapılacak tek işlev vardır O da bir imam önderliğinde ve saf halinde namaz kılmak, birlik ve beraberlik içinde, ama kendi başına Allah’a yönelmektir
Şimdi, klâsik camilerimizi Aya Sofya’dan farklı kılan ayrıntılara bakalım: Camilerimizde dış cephe duvarlarında fazla sayıda pencerelerle içeriye daha bol ışık sağlanmıştır Bu ne demektir? Kiliselerde loşluk ile sağlanmak istenen kutsal ruhânîlik, camilerde yerini bol ışıkla sağlanan doğal ortama bırakmıştır Pencereler, tam kemerli değil, İslâm geleneğine uygun olarak sivri kemerlidir Giriş kapıları ve mihrapta Selçuklu sanatından gelen geleneksel stalaktit alınlıklar, taşıyıcı ve iç revak sütunlarda stalaktitli, dış revak ve mahfil sütunlarında baklavalı Türk sütun başlıkları kullanılmıştır Yine iç mekânda abartılı dekorasyon yapılmaz, duvarlarda ve fil ayaklarında bitki veya geometrik desenli, âyet yazılı çini kaplamalar, alçı elvan (renkli cam) tepe pencereleri, kemer ve kubbelerde ‘kalem işi’ denen, sıva üzerine boyalı desenler yeterli dekoru sağlarlar Bizans mozaikleri ise hiçbir zaman kullanılmamıştır Ana kitleye son cemaat yeri ve revaklı şadırvan avlusu ve şadırvan gibi dini işlevi olan mekânlar ilave edilmiştir Dış kitle kompozisyonunda ana kitle + kubbe + minare ve şerefelerde birbirleri ile uyumlu orantılar gözetilmiştir Aya Sofya’nın etkileyici iç mekânına karşın dış kitlesi hantal bir görünüm arz eder Klâsik camilerimizde ise iç mekân kadar dış kitle kompozisyonuna da önem verilmiştir Ana kitle, zahirî bir kare piramit içinde kubbe ve yarım kubbelerin oluşturduğu bir uyumla zemine kadar iner Minarelerdeki alt şerefeler, ana kubbe seviyesinde kalarak kitlenin cephe dengesini sağlarlar (Usta bir ressamın renkler ve objelerle tuval üzerinde oluşturduğu denge gibi )
Aya Sofya ile benzerlikler, genellikle strüktür (taşıyıcı bünye) ile ilgili ayrıntılardadır Bunlar, küresel kubbe, kubbeyi destekleyen yarım kubbeler, fil ayakları ve pandantifler ve üzerlerindeki ağırlık kuleleridir (Pandantif, kubbe tabanı olan dairenin kare plana intibakını sağlayan dört köşedeki eğri üçgen formundaki yapı elemanıdır ) Osmanlı cami strüktüründe, yüklerin bileşkelerle zemine iletilmesi, tam bir geometrik düzen içinde uygulanmış, statik sistem şemaları Aya Sofya’nın strüktür şemasını aşmıştır Camilerimiz, mimarlık değerleri yanında, aynı zamanda birer mühendislik anıtıdır
Osmanlı camilerindeki kubbe çaplarının, Aya Sofya ile karşılaştırılması halkımızca merak konusu olmuştur Kubbe çapları, Aya Sofya’da (532-537) (30,80+31,80)/2=31,30 m , Beyazıt Camii’nde (1500-1505) 16,80 m , Şehzade Camii’nde (1544-1548) 18,70 m , Süleymaniye Camii’nde (1550-1557) 26,20 m , Selimiye Camii’nde (1568-1575) 31,30 m kadardır Burada iki şey dikkatimizi çekiyor: Birincisi, erken Osmanlı döneminde uzun sürede tamamlanabilen camiler, klâsik dönemde 4 ilâ 7 senede bitirilebiliyor Bunda, yukarıda saydığımız etkenlerin büyük rolü var İkincisi, Aya Sofya’nın kubbe çapına ulaşmamız bin senemizi almış Kanımca bunun nedenini inşaat beceriksizliğinde değil, kullanılan malzemenin kalitesinde aramak gerekir diye düşünüyorum Bizans, mimarlık eserlerinin taşıyıcı bünye duvarlarında genellikle tuğla kullanmıştır Aya Sofya’nın strüktürü de tuğla ile oluşmuştur Keza diğer Bizans eserlerinde de tuğlanın taşıyıcı olarak kullanılmış olduğunu görüyoruz Bu tuğla malzeme, bin beş yüz yıldır taşıyıcı vasfını kaybetmemiştir Hâlbuki Osmanlı’nın imal ettiği tuğlalar ve horasan derz harçları, bu kaliteye ulaşamamıştır Bunu Osmanlı eserlerinin tuğla yapılarında gözlemliyoruz Her halde bu nedenle olsa gerek, Osmanlı mimarları, Sinan da dâhil, taşıyıcı bünye duvarlarını küfeki taşı ile inşa etmişlerdir Küfeki taşı, İstanbul’un Sur dışından itibaren Trakya’da bolca bulunan, kalsiyum karbonat esaslı, içinde deniz kabuklularına rastlanan, kolay işlenen, zamanla mukavemet kazanan, kirli beyaz rengi ile albenisi olan bir taştır Osmanlı eserleri, kalıcılığını bu taşa medyundur Ancak iş kubbe yapımına gelince tuğlaya ihtiyaç duyulmuş, o da yıllar yılı kubbe için gerekli olan mukavemeti verememiştir Klâsik Osmanlı mimarlarının çağdaşı olan Avrupalı mimarlar, Gotik dönemden beri, kubbe strüktürü araştırmalarında kubbeyi taş kaburgalarla çatarak aralarını tuğla ile doldurma teknikleri geliştirmişler, böylece geniş açıklıklar elde edebilmişlerdi Ne yazık ki, Fatih Sultan Mehmed’in batıya açık geniş fikirleri, torunlarınca benimsenmemiş, içimize kapanma dönemi başlamıştı Onun için de teknik gelişmelerden ve Rönesans’tan habersizdik Daha XVI Yüzyıl başında Bramante 42 metre kubbe çaplı Sen Piyer’i tasarlıyor, XVI Yüzyıl ortasına gelmeden Mikelanj, bu çaptaki kubbeyi gerçekleştiriyordu Zamanımızda da Londra’da bir kilometre çapında kubbe yapıldı Bizim mühendisliğimiz de bunu başarabilir ama o kalitede çelik ve plastik malzememiz olmadığı için tek başımıza yapamayız Demek ki değişen bir şey yok Neyse, biz burada kubbe yarışına girecek değiliz Kubbe çapları, büyüklük – küçüklük hiçbir zaman mimarlık değerine miyar olamaz Konuyu burada kapatalım
Bildiğimiz kadarı ile İstanbul’un en eski camii Mahmut Paşa Camii’dir (1463) Ortada iki ana kubbe, yanlarında üçer küçük kubbe ile erken dönem Osmanlı mimarlığının devamı mahiyetinde bir camidir
Fatih Sultan Mehmed’in mimar Atik Sinan’a yaptırdığı Fatih Camii ise bu günkü cami değildir Cami ilk depremde yıkılmış; zaten mimar da başarısızlığını başı ile ödemişti Fatih, Beyazıt meydanında, bu günkü üniversitenin yerinde bulunan Bizans Senatosu yerine bir yıl içinde 1454’te bir saray yaptırmış ise de (Eski Saray) Kanuni döneminde yanmıştır
Bu gün Kapalıçarşı bünyesinde kalmış bulunan Sandal Bedesteni de Fatih’in Osmanlı sivil mimarlığına bir armağanıdır Topkapı Sarayı külliyesinin ilk eseri, Fatih’in yaptırdığı Çinili Köşk (1472) olsa gerektir Bu köşkte, Bursa ve Edirne mimarlık geleneklerinin devam ettiğini görüyoruz Köşk, merkezi kubbeli ve iki yanı eyvanlı, köşelerde dört odası bulunan planı ve de çini kaplamaları ile Türk mimarlık sanatının tipik ve güzel bir örneğidir
İstanbul, Beyazıt Meydanı’ndaki Bayezid II Camii (1500-1505), strüktür yapısı ile Aya Sofya’yı andırır ise de yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerle, tipik Osmanlı üslûbu bir eserdir Kare planı, merkezi kubbesi, ön ve arkasındaki yarım kubbeleri, sağ ve solundaki sahınları ile Aya Sofya plan şeması ile aynı olmakla beraber, iç hacmindeki tek mekân anlayışı ve de mimarlık elemanlarındaki ayrıntıları ile Osmanlı’nın ilk klâsik dönem camii sayılır Cami ile bütünleşen revaklı şadırvan avlusu ve iki minaresi vardır Mihrap arkasındaki bahçede Sultan II Bayezid’in türbesi, meydana bakan yöndeki medresesi ile ‘külliye’ anlayışını getiren ilk camidir Mimarlık tarihi kitaplarında caminin mimarının Hayrettin olarak geçmesine karşın, son yıllarda mimarın Yakup Şah olduğu anlaşılmıştır
__________________
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Ey ŞaiR! Bana Yağmurdan bahsetme, yağdır
|