Yüzlerce yılın bilgeliğiyle adımlanan koridorlar…
Duvarlar, çizikler, sesler, sözler; usulca gökyüzüne yükselen…
Gördükleri kavrıyor izleyeni ve içe baktırıyor ta içe


Karşıdan gelen aydınlık her şeyden haberli oluşun ışıklarını yakıyor;
bütün o kasvet ve karanlığın içinde umuda yakın duygular var, unutmamalı diyor


Asırlardır, tüm zamanlarda yapılan törenler
Bereketin içinde, toprağa dokunarak, gökle bütünleşerek…
Rüzgar bütün gücüyle döne döne eser, güneş ve ay dairesel hareket eder
Mevsimler değişirken bir çember çizer ve başladıkları yere dönerler
Çocukluktan yaşlılığa ve tekrar çocukluğa giden yaşam gibi
Bu dönüş evrendeki her sesle, ritimle, ahenkle bir olmak, bütünleşmek için…
Beklemek bazen böyle büyüyüp sarıp sarmalar insanı;
merak ve beklenenin gelmeme olasılığıyla beslenen kaygılar beden diline yansır
Akar gibi uzayan dakikalar bekleyene sonsuzluk gibi gelir


Bulutlardan süzülen ışık zamana dokunmakla eş

Hafif bir esinti havada, en derin karanlıkların içini gören göklerin tek efendisi güneş, uzaklaşmış…
Şimdi gecenin zamanı, ışığın değil karanlığın hızını kullananların…
Gün ışığında durdurulan duyguların, korkunun, öfkenin, rahatlamanın, uykunun zamanı…
Kuşlar, geceyi selamlıyor, karanlığın kıyısına tüneyip…
Taşlarla, kemerlerle, iplerle, adım adım emekle kurulan köprüler

Altından sular, üstünden hepsi birbirine benzeyen hepsi birbirinden ayrı insanlar, çevresinden asırlar geçip giderken hayatın izleyicileri…
Mutluluğun dayanıksızlığını anımsatıyorlar
Ne kadar narin, kırılabilir, değişken, her an yok olmaya yakın olduğunu
Öte yandan göz yaşartacak yakınlık ve kararlılıkta, masum ve bembeyaz duruyorlar sessizce


Bir geminin yavaşça uzaklaşması ayrılığı çağrıştırıyor
Uzaklaşırken küçülen gemiler gibi uzaklaşırken küçülür sevilenler de
Ufuk çizgisini oluşturan puslu çizgi, fotoğrafı da, taşıdığı anlamı da ikiye ayırıyor
Giden ve kalanın farklı öykülerini düşündürüyor


Ve kuş suya uçabilmenin anlamını öğretir…
Denize yakınlaşınca akla düşen çocukluğun o hiç bitmeyen uzun yazları…
Boşluğa bırakmak bedeni, uçmak boşlukta sonsuz gibi gelen bir an…
Ve suyun her yanını sardığını hissetmenin derin hazzı… Sonra işte her yer mavi!


Dünyada ki en kötü yalnızlık türü,
sizi tam anlamıyla tanıyıp anlayan bir dostun varlığından yoksun olmaktır…
Böyle kısa ve eşsiz anlardır bizi çocukluğumuza, dostluğun ve yaşamın güzelliğine su damlacıklarının aracılığıyla dokunduran, dokunurken hatırlatan…
İstanbul’un sevgili Kızkulesi
Eski bir dost, önünden geçip gittiğimiz ama orada olduğunu hep bildiğimiz
Efsanelerin, şarkıların, şiirlerin, aşıkların kulesi
Bilgelikle, deneyimle, kutsayan, okşayan, severek bakan;
şehrin tarihin zamanın tam orta yerinde duran, asırların tanığı…
Işıklandırılmış sessiz, derin bir hüznün sembolü…
Su…
Yalın, kadim, güçlü, sakin, öfkeli, uysal, serin, ılık…
Yaşamı başlatan, yaşamı sürdüren, döne döne gelip geçen başladığı yere dönen…
Bir yıldırım düşer yaşamın ortasına, önce ışık sonra karanlık gelir, boşlukta kalır herşey, dünya değişir…
Çok uzak olmayan gelecekten gelen ve kederli haberler taşıyan bir telgraf gibi


Gerçeklikten tamamen kopuk ama bir yandan da kimsenin bozmak istemeyeceği bir sessizlik, huzur ve kaygısızlık var
Acı, kaçış, içe dönüş, çaresizlik, çözümsüzlük gibi duygulardan uzaklaşmak için ıssızlığın suskun koynuna sığınmak gibi…
Mavinin mistik ve buğulu tonu da destekliyor taşıdığı anlamı
Suyun yüzeyinde belirsiz olan ve açıkça görünen yan yana duruyor…
Huzur var mı yok mu emin olunamıyor
Geçiş, değişim, dönüşüm anları

Sonra ardından gelen alışmayı öğrenmek…
İnsan gizeme dair engelleri kaldırınca, orada en zor olanla karşılaşıyor, kendisiyle…