Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #321
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




AHFÂD

Torunlar "Hafîd" kelimesinin çoğulu olup, bir kimsenin sonuna kadar olacak çocuklarını ihtiva eder Şöyle ki, oğul ve kızların çocukları ve bu torunların çocukları Sonuna kadar hepsi ahfâddır
İslâm hukukunda ahfâd'a dair muhtelif meselelerde bazı hükümler vardır Meselâ vakıf konusunda, ahfâda dair hükümlerden bazıları şöyle sıralanabilir Birisi yaptığı vakfın gelirini "evlâdıma şart ettim" dese, bu vakıf sadece o kişinin çocuklarını kapsar, torunlarına şâmil olmaz Başka bir görüşe göre bu şart ahfâda da şâmildir
Vakfedenin sözünde evlâd tabirinin, ahfâda da şâmil olduğuna dalâlet eden bir delil, bir karine bulunursa bu vakıfa ahfâd da dahil olur Bu konuda da âlimler arasında ihtilaf yoktur Meselâ vakıf yapan kişi, "vakfımın gelirini, nesiller boyunca evlâdıma şart ettim" dese, bu vakfın içine ahfâd da dahil olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 360)
Nikâh konusunda ahfâdın hükmü ise, kişinin kesinlikle, erkek olsun kadın olsun, bunlarla evlenememesidir Böyle bir evlilik dinen haram ve yapılan akid de bâtıldır Ahfâd kişinin furû'una girdiğinden nesebî yakınlığı dolayısıyla evlenmesi yasak olan zümreler içinde sayılmıştır
Aynı şekilde ahfâd furû' içinde yer aldığından, kişi kendi ahfâdına zekât veremez
Miras konusunda ise, evlâd var iken ahfâd hacb*edilir Yani ölen kişinin mirasına önce evlâtları, şayet bunlar öldüyse, bunların çocukları, yani torunlar, belli esaslar ve usûller dahilinde mirasçı olurlar
Öbür taraftan muhtaç olan baba, dede ve annelerin nafakaları da evlâd veya ahfâd üzerinedir Fakat muhtaç olan bir kişinin oğlu veya kızı varsa, bu durumda ahfâdının bu kişiye nafaka vermesi gerekmez (Bilmen, age II, 500 vd)


AHİLİK
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da kurulan üretici, esnaf ve çiftçi yardımlaşma teşkilâtı, Ahî Arapça'da "Kardeşim", Türkçe'de "Cömert" olan akı anlamında kullanılmaktadır İslâm ortaçağında ortya çıkmış bulunan ve daha çok bir esnaf teşkilâtı olan Ahîlik (veya fütüvvet) yiğitlik ve cömertlik esasları üzerinde kurulmuştur Öncelikle esnafın mensup olduğu bu teşkilât daha sonraları ve özellikle sınır boylarında fetihlerin Batı'ya doğru götürülmek istendiği noktalarda bütün sınır boyu sâkinlerinin katıldığı bir kuruluş haline gelmişti Arapça'da genç, yiğit, delikanlı ve cömert kişi anlamında olan "Fetâ" kelimesinden türetilerek adına "Fütüvvet" denilen bu teşkilâtın mensupları birbirlerine kardeşim anlamında olan "Ahî" kelimesiyle hitap ettikleri için bu kelimeden alınarak teşkilât mensuplarına da "Ahîler" denilmekteydi Ahîlik teşkilâtı özellikle Anadolu'nun yurt edinilmesinde ve bilhassa halk ve esnaf arasında İslâmî prensip ve emirlerin uygulanmasında büyük bir rol oynamıştır
Gerek Selçuklu ve gerek Osmanlı Sultanlarından bazılarının ve özellikle ilk Osmanlı sultanlarının da bu teşkilâta vezirleriyle birlikte üye olduklarını görüyoruz Anadolu'nun birçok şehrinde tekkeleri olan Ahîler Osmanlı devletinin kuruluşu dönemlerinde fetih hareketlerinde büyük rol oynamış ve aynı zamanda gazî ünvanı ile cihad hareketine katılmışlardı
Bundan anlaşıldığına göre Ahîler yalnız kendi üyeleri ve mensuplarının haklarını korumak gayesiyle aralarında oluşturdukları bir örgüt olmaktan çok; inanç birliği için biraraya gelmiş, İslâm'ın menfaatlerini koruyan bir kuruluş idiler Toplum içinde bir dayanışma sağladıkları gibi, halkı ve devlet adamlarını cihâda ve fetihlere teşvik ediyorlardı
Ahîlik, aslında, ilk kuruluşu ve gelişmesinde, asla bir tarikat değildi Fakat tarikatların prensip ve teşkilatından yararlandığı muhakkaktır Daha sonraları bu teşkilatın mensupları Mevlevî ve Bektaşî tarikatlarına girmişlerdi Mevlevîlerin ileri gelenlerinden Mevlânâ Hüsâmeddin'in babası olan "Ahî Türk" Konya'daki Fütüvvet* teşkilâtının başı idi Aynı şekilde Kırşehir'deki bir Bektâşî zaviyesi şeyhinin Ahîlik teşkilatına bağlı olduğunu görüyoruz Fakat bütün bunlara rağmen Ahîlik teşkilatı Sünnîlik ve ılımlı Şiilik çizgisini korumuştur Anadolu'daki Ahîlerin en ileri gelen reislerinden olan Ahi Evren'in Sünnî ve Şâfî olduğu bilinmektedir
Ahîlerin Fütüvvet teşkilatına tam üye ve lâyık olabilmeleri için, ilim ve san'atla uğraşmış veya uğraşmakta olan kimseler olması gerekir Özellikle üyenin cuma akşamları yapılan toplantılarda okunan Kur'an-ı Kerim, hadîs, menâkıb, tasavvuf edebiyatı ve hikmet gibi derslere ve ilim meclislerine katılması gerekir
Ahî teşkilâtının prensip ve özelliklerini en iyi anlatan ve yansıtan onların "Fütüvvetnâme"* adıyla yazdıkları belgelerdir On üçüncü yüzyılda yazıldığı bilinen bir fütüvvetnâme'de ahîlik prensipleri ve ilkeleri şöyle tesbit ediliyor:
"Bir ahînin ancak on sekiz dirhem gümüşe eşit bir sermayesi bulunabilir Ahî mutlaka helâlinden kazanmalıdır Bütün ahîlerin bir sanatı olmalıdır Ahîler yoksullara yardım etmelidir Ahî en iyi şekilde cömert olmalıdır Âlimleri sevmeli onlara saygı duymalıdır Ahîlerin iyi, anlayışlı ve temiz giyimli kimselerle sohbet etmesi lâzımdır Ahîler fakirleri sevmelidir Hakkı kaybolanların hakkını aramak teşkilâtın görevidir Ya bu hak alınır yahut helâl edilir Ahî alçak gönüllü olup, namazını asla kazaya bırakmamalıdır Utanma duygusuna sahip ve nefsine hâkim olmalı, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmemelidir Aksine sultanlar onun kapısına gelmelidir "
Ahilik teşkilâtında mertebe sistemi şöyle idi En başta bir "Şeyhu'lMeşâyih" adıyla bir lider bulunur Buna Ahî-Baba denirdi Bunun altında bir önceki lider olarak "Şeyh" ünvanını taşıyan sâbık şeyh yer alır
Üçüncü mertebede "Halife", ondan sonra "Nakipler" gelirdi Daha sonra altı bölükten oluşan ve ilk üç bölüğüne "Ashâb-ı Tarîk" (Yol arkadaşları) adı verilen "Ahîler" yer alıyordu Teşkilâtın en son mertebesinde "Yiğitler" vardı ki bunlar teşkilâta yeni katılan kimseler idiler
Ahîlerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı Başlarına beyaz keçe külâh giyer, üstüne sarık sararlardı Ayaklarında şalvar, bellerinde yünden örülmüş bir kuşak bulunurdu Ayaklarına mest giyer, bellerinde uzun kamalar taşırlardı
Ahîler gündüz çalışır, akşam "tekke'ye* gelip yemeği birlikte yerlerdi Bu tekkelerinde misâfir ve yolcu eksik olmazdı Çünkü misâfir ve yolculara karşı çok iyi ve misafirperver davranırlardı Ahîler zalim ve haksızlara karşı amansız bir mücadele verdikleri gibi, kendi aralarında da herhangi bir üye Ahîlik prensiplerine aykırı davranıp müşterisini aldatırsa, yalan söylerse derhal Ahî-Baba tarafından yargılanır ve mutlaka cezalandırılırdı İşte bundan dolayı Ahîlik teşkilâtı İslâmî ticaret anlayışını koruyan, bir iman, yiğitlik, cihad ve ahlâk ocağı idi
Moğolların Anadolu'yu istilâları sırasında Ahîler tam bir cihad* anlayışıyla bu amansız düşmana karşı koyarken, aynı dönemde yaşayan Mevlevîler* ise Moğollarla işbirliğine gitmişlerdi Ama bütün bu güzelliklere rağmen bu teşkilât da her teşkilât için mukadder olan akıbete uğramış ve zamanla bozulmuştur İlk dönemlerde teşkilatta tam bir Sünni akîde hakim iken daha sonraları bu çizginin dışına çıkılmış; devlete karşı isyan eden ahlâksızlığa meyilli, kimliği belirsiz kimseler bu teşkilât içinde görülmeye başlayınca eski özelliklerini kaybetmiştir Fatih devrinden sonra ahîlik teşkilâtı eski itibarını kaybedip, gücünü koruyamamıştır



ÂHİR ZAMAN


Hz Peygamber (sas)'in İslâm'ı tebliğinden başlayıp kıyametin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terim
Bu tarif çerçevesinde Resulullah'a "Âhir zaman Peygamberi" denilmektedir Bunun anlamı da "Son Peygamber" demektir
Bizden önce yaşamış ümmetlerin geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana; bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte benzetilmiştir Kıyametin yaklaştığı zamana da aynı şekilde "Âhir zaman" denilmektedir Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği ifade edilmiştir (geniş bilgi için bk Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri)
İslâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur Ancak İslâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)* doğru olmayan ve tahminlerden öteye gitmeyen rakamlar vermektedirler Ancak, Hz Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda İslâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir Âhir zamana İslâm'ın MVII yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili bilgi yalnız yaratana has kılınmıştır Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktur





AHKÂF SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in kırkaltıncı suresi Surenin on, onbeş ve otuzbeşinci ayetleri hariç geri kalanı Mekke'de nazil olmuştur Sure, yirmiyedinci ayetinde söz konusu edilen Âd kavminin bulunduğu bölge olan Ahkâf'tan adını almıştır Sure Ha-Mim şeklinde huruf-u mukattaa ile başlayan yedi surenin sonuncusudur Otuzbeş ayetten ibaret olan Ahkâf suresi üçyüzkırkdört kelime ve ikibinüçyüz harften meydana gelmiş olup fasılaları nûn ve mim harfleridir
Bu sure Mekke'de nazil olduğu için daha çok imanî ve akîde konularını ele almıştır Allah'ın birliğine, onun kâinatta var olan her şeyin mutlak Rabbi olduğuna iman konusunu işlemektedir Vahye, risâlete, peygamberlerin getirdiği mesajlara, bir çok peygamberin gelip geçtiğine iman etme hususlarını konu edinen Ahkâf suresi, Kur'an ve Kur'an'dan evvel indirilmiş bulunan semavî kitaplara, Kıyamet gününe, dirilişe, insanların hesaba çekilecekleri ve yaptıklarının karşılıklarını iyi veya kötü alacakları hususlarına iman etmenin gereklerini anlatmaktadır
Sure yukarıda söz konusu ettiğimiz hususlara imanı her yönüyle gönüllere kadar indirmekte, kalbin her teline dokunarak değişik alanlarda olayı dile getirmektedir Sure bu iman konusunun belli bir insan kitlesini değil, bütün kâinâttaki varlıkları ilgilendirdiğini belirtir İsrailoğullarından bir grubun İslâm'a karşı tutumunu söz konusu ederek olayı ele almakta ve ayrıca cinlerden bir grubun Kur'an-ı Kerim'e karşı tavırlarını anlatmaktadır Yahudilerden bazı kimselerin son derece yanlış ve sapık bir anlayışa kapıldıklarını, diğer bazı kimselerin ise, olumlu davranışlarını ve sağlam fıtratlarını dile getirip bunlardan örnekler sunar Suredeki anlatım tarzı insanın kalbini kâinatın ufuklarında, göklerde ve yerde gezindirerek ona Kıyamet ve ahiretten tablolar çizmektedir Hz Lut (as) kavminin iman etmemelerinden dolayı başlarına gelen felâketleri ve içinde yaşadıkları şehirlerinin kötü sonunu anlatmaktadır
Surenin anlatım ve akışına göz attığımızda dört ayrı bölüm içinde olayların değerlendirildiğini görüyoruz
Birinci bölüm, surenin başlangıcı olup Kur'an'ın Allah katından vahiy yoluyla indirildiği ilk ayette ifade edildikten sonra, kâinat içindeki ahenk ve mükemmel nizamın Allah tarafından yönetildiği belirtilmekte ve buna insanların dikkati çekilmektedir Bu güçlü ifadelerden sonra iman ve akîde konusu ele alınmakta Allah'a şirk koşmanın son derece basit ve dayanaksız bir tutum olduğu belirtilerek reddedilmektedir
"(Ey Muhammed) Kâfirlere de ki, "Söyleyin bana Allah'ı bırakıp ondan başka şu tapındıklarınız yeryüzünde ne yaratmışlardır? Yoksa onların ortaklıkları göklerde mi? Eğer şu inancınızda doğru yolda iseniz o halde size indirilmiş bir kitap veya sizden öncekilerden size intikal etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin" (4)
Böylece Allah'ı bırakıp karşılık vermeyen, duyup işitmeyen, konuşmayan, cansız putlara veya ölüp gitmiş insanlara tapınmanın sapıklığı ve basitliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Bununla da kalmamakta; o tapındıkları put ve tâğûtların kıyamet gününde insanlarla çekişerek o sıkıntı dolu hesap gününde kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade edecekleri bu sûrede anlatılmaktadır
Surede ayrıca müşriklerin Resulullah'a karşı tutumları anlatılıp, Kur'an'ı kendisinin uydurduğunu ve bunun bir büyü olduğunu belirtmeleri üzerine onlara verilen Kur'anî cevaplar ve meydan okumalar sergilenmektedir Ayrıca İsrailoğullarının bazı yanlış tutumları dile getirilerek onların iman ettiği Hz Musa ve kitapları Tevrât'ın Kur'an tarafından tasdik edildiği bildirilerek onlardan iman edenlerin doğru davranışları takdir edilmektedir Nihayet bölümün sonunda zulmedenlerin yanlışlıkları ahlatılıp uyarıldıklarını ve salih amel işleyenlerin müjdelendiklerini görüyoruz
"Muhakkak Rabbimiz Allah 'tır deyip de sonra dosdoğru gidenlere korku yoktur Ve onlar üzülecek de değillerdir İşte onlar Cennet ehlidirler İşlediklerine karşılık olarak orada ebediyyen kalacak ve (mükâfatlandırılacak)lardır" (13)
İkinci bölümde de doğru ve sapık iki insan fıtratının akîde karşısındaki tutumları örnek olarak anlatılmaktadır Doğumlarından erginlik çağına varıp sorumluluk yüklenerek tecrübelerle karşı karşıya kaldıkları zaman takındıkları tavır ve giriştikleri hareketleri izlenmektedir Bu iki örnekten biri Rabbine şükredip anne ve babasına karşı iyi davranmakta, ahde vefa gösterip Allah'a yalvararak günahlarından tevbe etmektedir Diğeri ise, Allah'a karşı isyankâr davranarak anne ve babasını üzmekte, onlara itaât etmeyerek âhireti inkâr etmektedir Bunun için de büyük bir sıkıntı içine gömülüp bitkin bir duruma düşmektedir
"Onlar öyle kişilerdir ki yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların kötülüklerinden vazgeçeriz Onlar Cennet halkıdırlar Bu dünyada kendilerine va'dedilen doğru vaad'in gerçekleşmesidir" (16)
"İşte bunlar da kendilerine azap sözü gerekli olmuş kimselerdir Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır Gerçekten onlar ziyana (hüsrana) uğrayanlardır" (18)
Bu kısım bir Kıyamet tablosuyla sona erip bu tablonun acı sonu gözler önüne serilmektedir
"O kâfirler ateşe sunuldukları gün: (Kendilerine) denir ki: Dünya hayatınızda sizin için temiz olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve doğru yolu terketmenizden dolayı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız " (20)
Üçüncü bölümde ise, kendilerine gelen peygamberi ve ilâhi emir ve mesajları reddettikleri için Âd kavminin başlarına gelen son derece acı ve elîm âkıbeti dile getirmektedir Kendileri hayat ve mutluluk bekledikleri rüzgârdan, öldürücü ve yok edici bir azap görünce nasıl perişan oldukları anlatılmaktadır
"Onu vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce dediler ki: "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur " Hayır o, acele beklediğiniz şeydir Acıklı azabı getiren rüzgârdır Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder Derken onlar öyle bir hale geldiler ki evlerinden başka bir şey görünmez oldu (her şey yok oldu) İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız " (24-25)
Bu ayetlerle Kur'an'ın muhatabı olan o günün Mekkeli müşrikleri ile Kıyamet'e kadar gelip geçecek bütün inkârcı ve Allah'ın emirlerini reddeden kimselere Âd kavminin durumu anlatılarak acı sonlarının nasıl olduğu hatırlatılmaktadır
"Bilin ki onları sizi yerleştirmediğimiz sağlam yerlere yerleştirmiştik Ve kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik Ne var ki bu kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı Çünkü Allah'ın ayetlerini (emir ve hükümlerini) bile bile inkâr ediyorlardı Alay ettikleri şey onları mahvetti" (26)
Bu kısmın sonunda Mekkelilerin çevresinde bulunan kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak, tapındıkları put ve tağûtların kendilerine yardım etmekten aciz oldukları, yalanlarının ortaya çıktığı ifade edilmektedir Böylece onların bu örneklerden etkilenip imâna gelmeleri için ikazda bulunulmaktadır
Dördüncü bölümde de cinlerden ve onların Kur'an'a karşı olan tavrından söz edilmektedir Nihayet sure:
"Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir Evet o her şeye kadirdir" (33) mesajıyla sona ermektedir


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla