gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
AŞİR (AŞR-I ŞERİF)
Bir şeyin on parçada biri, onuncu Kur'an-ı Kerîm'in bir bölümü Kur'an-ı Kerîm'in tamamı altıyüz sahifedir Her biri yirmi sahifelik otuz cüze ayrılmış, her cüz de kendi içinde beşer sayfalık, dört hizbe bölünmüştür Her hizipte on parça vardır Yarım sahife tutarında olan bu parçaların herbirine "âşir" denir Her âşirde de beşte bir anlamına gelen
"humus" vardır İşte âşir okuyan, Kur'an-ı Kerîm'den bu onda birlerden birisini veya yaklaşık on ayet kadar okuduğu için bu ad verilmiştir
ÂSİYE
Kocası kâfir olup, kendisi mümine olan ve müminlere misal olarak gösterilen Firavn'ın eşi
Musa (a s ) zamanında yaşamıştır Firavn, İsrailoğulları'nın kadınlarını alıkoyup erkek çocuklarını öldürtüyordu Musa (a s ) doğduktan sonra, anası Allah'u Teâlâ'nın kendisine bildirdiği şekilde onu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı İçinde Musa'nın bulunduğu sandık, Firavn'ın sarayı hizasına gelince onu alıp saraya götürdüler Âsiye kocası Firavn'ı ikna ederek Musa'yı öldürtmedi Hatta ona kalbi ısındı ve: "Aman onu öldürmeyin, belki büyür de işimize yarar " diyerek Musa için süt anne aramağa başladı Nihayet, Musa yalnız kendi annesinin memesini kabul edinceye kadar süt anne aradılar Böylece Allah, Musa'yı annesine iade etmiş oldu
Musa (a s ) büyüyüp risalet görevini yerine getirince ona ilk iman edenlerden biri de Âsiye idi Firavn, hanımının Musa (a s )'ya iman etmesine dayanamayıp ona işkenceler yaptı ve bu işkenceler sonunda Firavn hanımı Âsiye'yi şehit etti
Resulullah (s a s ) kemâle eren dört kadından biri olarak Âsiye hatunu saymış ve ondan övgüyle söz etmiştir Gerçekten, kocaları küfre hizmet eden fakat kendileri evlerinde Allah'ı anan ve Allah'ın emirlerine göre yaşayıp iffetini koruyan mümine hanımlar için Âsiye hanım güzel bir örnektir (et-Tahrim, 66/10-12) Onların bu sabırları ve imanlarında sebatları elbette bir gün kocalarını da imana getirmelidir Eğer eşlerinin İslâm'a gelmeleri pek muhtemel değilse müminelerin böyle bir evliliği yaşamaları caiz değildir
ASR, ASIR
Zaman, çağ, yüzyıl, dehr, gündüz ve gece, gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı (ğadâd ve aşiy), öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, kabile ve aşiret, yağmur, hapsetmek, menetmek, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak manalarına gelir Müfessirler hep bu manaları göz önüne alarak buradaki asr'a çeşitli manalar vermişlerdir Bunların hepsi sahih olmakla beraber asrı, dehr, yani uzun zaman ile tefsir etmek daha şümullü olacağından tercih nedeni oluyor Cenâb-ı Allah'ın Asr suresinde, asra yemin etmesi de her şeyin asrın içinde, yani bir zaman dilimi içinde cereyan etmesi ve Cenâbı Allah'ın kudretinin zaman içinde tecelli etmesi hikmetine bağlıdır
"Asra yemin olsun ki hiç şüphesiz insan hüsran (zarar)dadır Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır " (el-Asr,103/1-3) Müfessirlerin belirttiğine göre burada Allah'ın, üzerine yemin ederek kıymetini belirttiği asır şu manalara gelir:
1-İkindi namazı İkindi namazı faziletli olduğu için Allah ona yemin etmiştir Bakara suresinin 238 ayetinde de özellikle ona devam etmemiz istenmiştir
2-İkindi vakti İkindi namazının vakti ve gündüzün sonu olduğu, insan ömrünün son anlarını andırdığı için faziletlidir
3-Hz Muhammed (s a s )'in asrı Hz Muhammed (s a s )'den önce dünyayı cehalet, küfür, şirk ve zulüm karanlıkları bürümüştü Onun peygamber olarak gönderilmesiyle insanlık adalet, fazilet ve ahlâkî düsturlara kavuşmuştur (M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 6067)
Ayrıca cahiliyet devri Arapları asr manasına gelen Asr'a söverler; her şeyi asra nispet ederlerdi Bunun çirkin ve yanlış olduğunu gözler önüne sermek için Cenâb-ı Allah Asr'a yemin etmiştir Çünkü her şey zaman içerisinde vuku bulur Zaman, Cenâb-ı Allâh'ın bir memuru olarak öldürmek ve olgunlaştırmak görevini yapar Zaman kötü olmaz, insanlar kötüleşir O yüzden Peygamberimiz (s a s ):
"Zamana sövmeyin, zira zaman Allah'tır " buyurmuşlardır (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 299, 311) Bu da zaman içinde vuku bulan her şey Allah'ın iradesi ile vaki olur, demektir
ASR SÛRESİ
Kur'an-ı Kerîm'in yüzüçüncü suresi Üç ayet, ondört kelime ve altmışsekiz harften ibarettir İbn Abbas, İbn Zübeyr ve Cumhûr'a göre Mekkî; Mücahid, Katâde ve Mükâtil'e göre Medenî'dir
Kur'an-ı Kerîm'in kısa bir suresi olmasına karşılık en anlamlı ve özlü sûrelerinden biridir Bu surede, İslâm'ın insanlık için getirdiği sistemle, İslâm ümmetinin bütün özellikleri ve vazifeleri anlatılmaktadır Üç kısa ayetten ibaret olan sure, içinde insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen fevkalâde üstün prensipler ihtiva etmektedir
Allah, Asr'a yemin ederek insanların ziyanda olduğunu bildirmektedir İnsan, ömrünün her anında ya sevap veya bir günah işlemektedir Eğer günah işliyorsa bu açık bir ziyandır Eğer sevap işliyorsa, belki kaçırdığı sevap daha büyük olabileceğinden bu da bir çeşit ziyândır Sonra insanın mutluluğu ahireti aramasında ve ahireti sevip dünyaya fazla rağbet etmemesindedir Halbuki ahiret sevgisine götürecek sebepler gizli, dünya sevgisine götürecek sebepler açık olduğu için, insanların çoğu dünya zevkine dalmış, böylece de ahireti kaybetmişlerdir
Surede "Asr"a yemin edilmesi, insanın hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan dört özellik taşıyan kimselerin kurtulacağına dikkat çekmek içindir 1-İman, 2-Salih amel, 3-Birbirine hakkı tavsiye etmek, 4-Birbirine sabrı telkin etmek
Asr yani "zaman", kelime olarak, geçmiş zaman ve pek uzun olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zaman için de kullanılır Çünkü her an, gelecek zaman şimdiki zamana, şimdiki zaman da geçmiş zamana dahil olmaktadır Burada mutlak olarak zamana yemin edilmiştir O hâlde burada iki tip zaman kastedilmiş olabilir Yani geçmiş zamana yemin edilmesinin anlamı, insanlık tarihinin yukarıda adı geçen dört özellikten uzak olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır Geçmekte olan zamana edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın her bir insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat verildiği zaman olduğunu bilmek gerekir
İmam Fahrüddin er-Râzi, şöyle der:
"Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu; sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!  Onun bu sözünü işitince, bu söz Asr suresinin anlamıdır' dedim İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla erimektedir Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına neden olur " Onun için geçen zamana yemin edilmesinin anlamı, hızla geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet etmesidir Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada hayatlarını ona göre düzenleyenler olacaktır
Surede "insan" kelimesi tekil olarak kullanılmıştır Ama sonraki cümlede, insanlar arasında bu dört özelliği taşıyanlar istisna edilmiştir Onun için burada "insan" kelimesi cins isim olarak kullanılmıştır Bu durumda "insan" kelimesinin kapsamına, şahıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer Yani zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kimler olursa olsunlar hüsrandadırlar Örneğin zehirin öldürücü özelliği vardır Fert, toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkışırsa sonuç değişmez Zehir her ne olursa olsun öldürücüdür Tıpkı bunun gibi, insanlar bu dört özellikten yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini batıla teşvik ediyorlar ve nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde birleşiyorlarsa hüsran içindedirler
"Hüsrân" kelimesine gelince, "kâr"ın zıddıdır Ticarette bu kelime genel olarak bir işte zarara uğramayı veya iş hayatında sürekli zarar etmeyi ifade etmek için kullanılmıştır Kur'an-ı Kerîm "hüsran" kelimesini özel bir ıstılah olarak, "felah", yani kurtuluş kelimesinin zıddı olarak da kullanmıştır
Kur'an-ı Kerîm gerçek imanın ne olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıklamıştır: "Müminler onlardır ki Allah'a ve Resulüne inandılar; sonra şüphe etmediler " (el-Hucurât, 49/15), "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra doğru yolda sebat edenler " (Fussilet, 41/30), "Müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir  " (el-Enfâl, 8/2), "İnananlar en çok Allah'ı severler " (el-Bakara, 2/165), "Hayır, Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar " (en-Nisâ, 4/65)
İman etmekten maksat, Allah'a iman etmektir Ancak, sadece varlığına değil, aynı zamanda tek ilâh olduğuna, ortağı bulunmadığına, insanların ibadet ve itaat edeceği yegane varlık olduğuna, insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül edilecek varlığın yalnız O olduğuna, ancak O'nun emirlerine uyulup, ancak O'nun yasaklarından kaçınılacağına, O'nun farzlarının yerine getirilip O'nun yasaklarından uzak durulacağına, herşeyi işiten ve görenin ancak O olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli niyetlerini de bildiğine inanmaktır İmanın ikinci bölümü ise, Resulullah (s a s )'a inanmaktır O'nun Allah tarafından tayin edilmiş en büyük rehber ve lider olduğuna, getirdiği hükümlerin Allah tarafından ve Hakk olduğuna, O'na itaat etmenin zorunlu olduğuna inanmaktır Risâlete iman etmek aynı zamanda meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Kur'ân'a iman etmeyi kapsamaktadır Çünkü bunlar, Allah Resulü'nün getirdiği talimatın unsurlarıdır Üçüncüsü ahirete inanmaktır İnsanın bu dünya hayatı ilk ve son değildir İnsan ölümden sonra tekrar diriltilecektir Bu dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a verecek ve bunun sonunda salih amel işleyenler mükâfatlandırılacak; kötü olanlar ise cezaya çarptırılacaklardır
İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan; imandan sonra salih ameldir "Salih" kelimesinin anlamı bütün iyiliği kapsar Küçük ve büyük iyilik de buna dahildir Ama Kur'an'a göre kökü imana dayanmayan hiçbir amel salih amel sayılmaz Herhangi bir amel Allah ve Resulü'nün bildirdiği hidâyete uygun işlense de, iman olmaksızın salih amel sayılmaz Onun için Kur'an-ı Kerîm'de nerede amelden söz edilmişse, orada iman da zikredilmiş ve salih amel imandan sonra anılmıştır
Çünkü insan, iman iddiasına rağmen Allah ve Resulü'nün gösterdiği yoldan başka yol takip edebilmektedir Onun için Kur'an'da verilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel işleyenler için geçerlidir Bu surede de, insanın hüsrandan kurtulması için, imandan sonra, salih amel işlemesi gerektiği bildirilmiştir Diğer bir ifadeyle, salih amel olmadan sadece iman ile bir insan hüsrandan kurtulamaz Bu surede daha sonra, hüsrandan kurtulmak için gerekli iki sıfat daha açıklanmıştır Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledikten sonra, birbirine Hakk'ı telkin ve sabrı tavsiye etmektir Bunun anlamı, birincisi; iman edenler ve salih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mümin ve salih bir toplum meydana getirmelidirler İkincisi; bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir Onun için toplumun bütün üyelerinin, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır
İslâm'ı ve bütün hükümlerini kabul edip, yeryüzünde yaşanıp uygulanmasını tavsiye etmenin yanısıra; ehl-i iman ve onların toplumunun hüsrandan kurtulabilmesi için toplum üyelerinin birbirine sabrı telkin etmesi de şart koşulmuştur Yani İslâm'ı, hakim kılmanın uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşısında birbirlerine, sebat göstermeyi telkin etmelidirler Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir
ASR-I SAÂDET
Peygamber Efendimiz (s a s )'in dönemi
Peygamber Efendimiz'den itibaren İslâm Tarihi, Hz Peygamber dönemi, Hulefâ-i Râşidûn, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır İşte bu dönemlerin başında yer alan Hz Peygamber dönemine müslüman âlimler "Asr-ı Saâdet" adını vermişlerdir
"Mutluluk Devri" manasını ifade eden bu terkip, gerçekten de o dönemin bir kelimeyle ifade edilmesini sağlayan isabetle seçilmiş bir terkiptir
Çünkü Peygamber Efendimiz (s a s ) döneminde bizzat O'nun rehberliği ve liderliğinde ashab-ı kirâm, İslâm'ın dînî-dünyevî bütün emirlerini anlamış, yaşamış ve yaşatmışlardı Hz Peygamber'in eğitiminden geçmiş olan ashab-ı kirâm, İslâm davasına gönülden bağlı idiler Samimiyet ve ihlâs içerisinde yalnız bir Allah'a kul olmuşlar, O'nun Resûlüne gönül vermişlerdi Ruhlarını, düşüncelerini, davranış ve yaşayışlarını Allah ve Rasulunun istediği şekilde şekillendirmişlerdi; Kitap ve Sünnet, onlara yön veriyordu Bu sebeple de inandıkları ulvî davalarını her şeyin üstünde tutuyor; dinleri uğruna mallarını, hatta canlarını feda etmede zerre kadar tereddüt göstermiyorlardı
İşte bu anlayış ve yaşayışa sahip bulunan fertlerden oluşan İslâm toplumunda, tam bir birlik ve beraberlik, âhenk ve uyum, dayanışma ve yardımlaşma, kaynaşma ve aktivite hakimdi Müslümanlar, idarî, siyasî, ictimaî, iktisadî, ilmî, askerî, adlî gibi çok muhtelif yönlerden olgunluğun zirvesinde idiler Belki idarî müesseseler gelişmemişti, ama idarenin en mükemmeli veriliyordu Henüz dünya imparatorlukları dize getirilmemişti müslümanlar dünyanın dört bir tarafına hâkimiyetlerini götürememişlerdi, ama bunun temelleri sağlam bir şekilde ve muvaffakiyetle atılmıştı Müslümanların hayat standardı ve refah seviyesi pek yüksek değildi ama, zaten onlar müreffeh, mutantan ve lüks ve israfa yönelik bir hayatın arayıcıları değillerdi Muhtelif ilimlere dair muntazam, sistemli eserler yazılmamıştı ama, ashab-ı kirâm, gerçek bilgiye yani vahye sahip çıkmış, ilmin önem ve değerini gayet iyi anlamışlardı Henüz o dönemde devamlı silâh altında tutulan ve talim yaptırılan teçhizatlı ordular yoktu ama; İslâm cemiyetinin her bir ferdi, gözünü budaktan esirgemeyen ve şehidliği mertebelerin en yücesi bilen cesaret timsali mücahid bir kişiliğe sahipti Adliye sarayları, mahkeme salonları, adliyeye dair diğer organizasyonlar henüz mevcut değildi ama; Hırsızlık yapan, kızını Fâtıma da olsa elini keserdim " diyen bir peygamberin tabîleri, adaletin eşsiz örneklerini sergilemişlerdi
Yani cemiyetin her köşesinde huzur, güven, emniyet, asayiş, nizam, intizam ve istikrar vardı Bu dönem, daha sonraki müslüman nesillere örnek teşkîl eden mutluluk ve saâdet dönemiydi
Bundan dolayı da elbette ki bu dönem "Âsr-ı Saâdet" diye anılacaktı
AŞÛRÂ
Kamerî ayların ilki olan Muharrem'in onuncu günü Âşûre günü adını alan bu günde oruç tutulurdu Âşûre orucu denen bu oruç, İslâm'dan önce Araplar'ca bilinirdi Âşûre kelimesinin İbrânice aşûr'dan geldiği ve o günde Araplar'ın oruç tuttuğu dikkate alınırsa, kelimenin bütün Sâmî diller arasında ortak bir kelime olduğu anlaşılır (Buhârî, es-Savm, 1; Umdetü'l-Kârî fi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, V, 351) Bu kelime Yahudîler'de büyük keffâret günü için kullanılmıştır (Tevrat, Levililer, 16, 29 vd ) Hz Peygamber Medîne'ye geldiği zaman Yahudiler'in Âşûre günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu Cevap olarak şöyle dediler:
"Bugün, iyi bir gündür Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden bugün kurtarmıştır Musa (a s ) Allah'a şükür için bugünde oruç tutmuştur Biz de tutarız dediler Hz Peygamber; "Biz Musa'nın sünnetine sizden daha yakınız, dedi ve o gün oruç tuttu ve ashabına da tutmalarını emir buyurdu " (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarih, VI, 308, 309)
Hz Âişe'den nakledilen şu hadiste, Allah Resulu'nun Mekke döneminde de aşûre orucu tuttuğu anlaşılır
"Cahiliye devrinde Kureyş, Âşûre gününde oruç tutardı Hicretten önce Hz Peygamber de aşûre orucu tutardı Medine'ye hicret ettikten sonra bu oruca devam etti Ashabına da tutmalarını emretti Ertesi yıl, Ramazan orucu farz kılınınca, aşûre günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu tuttu, dileyen de bıraktı" (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarîh, VI, 307, 308)
İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir Yalnız İslâm'ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur Ayrıca Yahudiler'e benzememek için Muharrem'in 9,10 ve 11'nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür
Bugün bütün sünnî müslümanlarda Muharrem'in 10'u oruç günü kabul edilirken, bazı tarihi sebeplerden dolayı da mukaddes sayılır Özellikle Hz Nûh'un gemisinin bugünde tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturduğunu anlatan söylentiler önemlidir
Âşûre adlı tatlının menşei de buna dayanır Gemidekiler o günü kutlamak istemişler ve geminin ambarında arta kalan erzakı karıştırıp bir aş pişirmişler İşte aşûre pişirme âdeti buradan kalmıştır Yine Âdem (a s )'in tövbesinin bugünde kabul edildiği, Hz İbrahim'in bugünde ateşten kurtulduğu, Hz Yakub'un, oğlu Hz Yusuf'a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır
Şiîler Hz Hüseyin'in Kerbelâ'da şehit edildiği gün olan on Muharrem'i matem günü sayarlar ve Muharrem'in biri ile onu arasında gülmez, et yemez, yeni elbise giymez, yeni bir işe başlamazlar On Muharrem dövünme ve yas günüdür Sonra yas bitti mi aşûre törenleri başlar
Âşûre günü sürme çekmek, gusül etmek, kına yakmak, büyükleri, âlimleri, hastaları ziyaret etmek, yetimlerin başını okşamak, hububât ve tatlı pişirmek, İhlâs suresini okumak, sevinmek ve bugünü ayrı bir gün olarak kutlamak İslâm'da olmayan bir davranıştır Bu konuda Hz Peygamber (s a s )'den gelen ne sahîh ve ne de zayıf bir hadîs vardır Hadîs diye rivayet edilen bazı sözler tamamen uydurmadır Sahabeden ve dört mezhep imamından vb kimselerden de bir rivayet olmadığı gibi, muteber kitapların hiçbirinde de buna dair bir haber yoktur (İbn Teymiye, Mecmûu'l-Fetâvâ, Kahire 1326, II, 48; es-Subki, el-Menhel, Kahire 1393, X, 209) O hâlde bugünde böyle bir tatlı pişirip yakınlara ve komşulara dağıtmak tamamen bid'at ve İslâmî olmayan bir örftür
__________________
|