gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
BELVÂ-İ ÂMME
Belvâ, musibet, zahmet, ıztırap, meşakket, güçlük gibi anlamlara gelir Âmme, ise bütün, herkes, umûm demektir Buna göre "belvâ-i âmme" herkesi kapsayan meşakkat ve güçlük demektir
Terim olarak belvâ-i âmme; kaçınılması güç, umûmun mübtela olduğu bir şey hakkında husûsî bir hüküm verilmesidir
Dinimiz kolaylık dinidir Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk değil ", (el-Bakara, 2/185) buyurulur Bu nedenle "belvâ-i âmme" fıkhın fer'î kaynaklarından biri olmuştur Müslümanların çoğunun uğradığı güçlük ve meşakkatler bu kaideye dayanılarak hafifletilmiştir Bunlardan birkaç misal verelim:
Sokakta elbisemize sıçrayan ve korunması mümkün olmayan su ve çamur damlalarıyla namaz kılmanın caiz olması;
Özürlü kimselerin özürleri sebebiyle bulaşan pislikle namaz kılmalarının caiz olması;
Çocukların öğrenmek için abdestsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'i ellerine almalarının caiz olması;
Binalardaki tuvaletlerde tuvalet esnasında ön ve arkayı kıbleye çevirmenin caiz olması; (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Kahire 1968, s 76-77)
Doktor ve sağlık görevlilerinin tedâvî için kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakmalarının caiz olması gibi
Ancak hakkında nas olan hükümler "belvâ-i âmme" sebebiyle kolaylaştırılamaz İnsanın idrarı elbisesine bulaşır, bunda belvâ-i âmme vardır, diye idrarın necis olmadığına hükmedilemez, çünkü bu konuda nas vardır (Atıf Bey, Mecelle Kavâid-i Kulliyye Şerhi, İstanbul 1327, s 25)
BER'
Kötü görülen, hoşlanılmayan şeylerden uzak durmak, tertemiz ve her türlü kirden uzak yaratmak, iyileşmek ve şifa bulmak anlamlarına gelen ve yaratılışı ifade eden bir terim
Kelimenin kökü Be-ra-e' fiilidir Min' edatıyla kullanıldığında -den uzaklaşmak, ilgiyi kesmek'; Tef'îl' babında 'Ber ra e' şekliyle aklamak, beraet ettirmek; 'istif'âl' babında 'İs teb-ra-e' şeklinde kullanıldığı zaman ise temizlenmek, berâatını istemek anlamlarına gelir
Allah'ın güzel isimlerinden olan Bârî, Allah'ın yarattığı şeyleri tertemiz yarattığını ve her türlü kirden arındırdığını ifade eder (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4876) Hak Teâlâ zatı, sıfatları, isimleri, fiilleri ve şuûnatıyla tertemiz, her türlü çirkinlik ve kirden müberra ve her türlü noksanlıktan uzak olduğu için; O' nun yaratması da böyle tertemiz ve her türlü noksanlık ve kirden, ayıptan uzaktır
Kelimenin Kur'an'da geçen diğer şekillerinin de kuşkusuz bu kök anlamıyla yakından bağlantısı vardır Sözgelimi, Hz İsa'nın "körü ve alacalıyı ibrâ ettiği", yani iyileştirdiği belirtilir (Âli İmrân, 3/49) Yusuf suresinde Hz Yusuf veya Aziz'in karısı "Ben nefsimi tebrie etmem"(Yusuf 12/53) derken nefsini temize çıkarmak, daha doğrusu kötülüklerden uzak görmek istemediğini; çünkü nefsin her zaman kötülüğü emrettiğini belirtir İnsan, tabiatı gereği yanılır, kötülük ve günah işleyebilir Bu yüzden, Allah' tan başkası temelde barî' değildir; noksanlık, kötülük ve günah insanın ayrılmaz özelliklerindendir Buna karşılık, insan tövbe ve istiğfar ile, haramlardan mümkün olduğunca kaçıp, emredilenleri yerine getirmekle günahlardan temizlenir, yani nefsini tezkiye' eder; ama tebrie' edemez
İslâm'ın oldukça önemli kural ve esaslarından olan teberrî' veya teberrâ' ise, Allah'ın düşmanlarından uzak durmak, onları velî, sırdaş ve lider edinmemek, kendilerine özellikle müslümanların kaderiyle ilgili görevleri tevdî etmemek ve onlarla gönülden dost olmamak demektir (el-Bakara, 2/166-7; el-En'âm, 6/68; el-Enfâl, 8/48; et-Tevbe, 9/3)
Aynı 'Be-ra-e' fiilinden türeyen 'Berâet' kelimesi ise; "mahkemede suçsuzluğu ortaya çıkmak ve suç töhmetinden kurtulmak", siyasî hukuk açısından ise "ilişkileri kesme, sulh durumuna son verme" anlamlarına gelir ve Kur'an-ı Kerîm'de Tevbe suresinin başında kullanıldığı biçimiyle, artık İslâm'ın hakim duruma geçtiği konumda ya İslâm'ı seçmek, ya da savaşa hazır olmak şıklarından birini tercih hususunda müşriklere verilen ültimatom (Elmalılı, Hak Dini Kur' an Dili, Tevbe,1 ) manasını ifade eder
Yine, aynı fiilden gelen "beriyye" kelimesi ise "yaratıklar" demektir Kur'an'da 'hayru'l-beriyye' ve 'şerru'l-beriyye' şeklinde geçer (Beyyine, 98/6-7)
el-BERR
Allah'ın isimlerinden biri Kullarına şefkatli olup, lûtuf, ihsanı, keremi, iyiliği ve bahşetmesi çok olan anlamına gelen Allah'ın Esmaü'l-Hüsnâ'sından biri
Allahu Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister; zorluk istemez Zorluk çıkaranları da sevmez Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, örter; merhametlilerin merhametlisidir; bir iyiliğe on mükâfat verir Kötülüğün cezası ise bir katını geçmez Bir kul, gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzünden onu yapmamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır Buna karşı, bir kötülük yapmayı tasarlamış ve kararını vermişken herhangi bir sebeple yapmamışsa ona ceza verilmez
Berr, "iyiliği ve hayrı geniş olmak" anlamındaki "birr" masdarından sıfattır Kur'an'da şöyle geçer: "Gerçek biz bundan evvel (muvahhid olarak) O'na ibadet ediyorduk Şüphesiz ki O, (evet) O, (va'dinde sadık) ihsanı bol, çok esirgeyicidir " (et-Tûr, 52/38) Evet, Cennet'e girecekler böyle diyecektir Allah kullarına karşı şefkatlidir O, hiçbir fiilinde zulüm ve hiçbir hükmünde de haksızlık etmez İnsanlar, nankörlük ederek kendileri haddi aşarlar Oysa Allah sonsuz nimetler vermiş, sonsuz ihsanda bulunmuştur Kullar kendileri kendilerine zulmederler Allah onca inkâr, kötülük ve nankörlüklere karşı ceza vermede acele etmez O, sonsuz kerem sahibidir O, yardım edenlerin en hayırlısıdır Allah kullarına çok merhametlidir (el-Bakara, 2/207) "Şüphesiz Rabbiniz Rauf'dur, Rahim'dir, çok şefkatli, çok merhametlidir " (en-Nahl, 16/7; Ayrıca bk Rahmân, Rahim Mad )
BERZAH
Set, engel, iki şey arasındaki perde Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi (ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya da kabir âleminin adıdır (es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s 38; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât s 56)
Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir Bunlardan "İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır karışamazlar "(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında kullanılmıştır (el-Furkan, 25/53) Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım " Hayır onun söylediği hu söz hakikatte boş laftan ibarettir Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır " şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında kullanılmıştır (el-Mû'minun, 23/100) Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar
Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır Hadislerde belirtildiğine göre kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi uyuyun Gelin çok sevildikçe rahat uyur Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar gelinler gibi uyurlar " (Tirmizî, Cenaiz, 70)
Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır
Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler " (Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s 34-36)
Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez, insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya azap görür O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir Yaşayışla ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir varlıktır Bunun mahiyetini ancak Allah bilir (Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s 28
BEŞER
İnsan, insanoğlu, insanüstü, ademoğlu Beşer bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi demektir (İbn Fâris, Mu'cemul Mekayîsi'l-Luğa, Mısır 1969, I, 251)
İnsana beşer denmesi, hayvanların aksine üzerinde yün, kıl ve tüy gibi şeylerin bulunmayıp derisinin olduğu gibi görünmesindendir (Râğıp el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, Beyrut (t y ) 47)
Aynı kökten gelen "beşere": Üst deri, derinin üst tabakası; "beşîr": güzel yüzlü, müjdeleyici; "beşâre": güzellik anlamına gelir (İbn Fâris, a g e , I, 251) "Beşerî" ise, insana ait olan, ilâhî olmayan anlamında kullanılır
Sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere "beşer" tabiri, insan hakkında, onun maddî yönü ve dış görünüşüyle ilgili olarak kullanılır Kullanışta kelimelerin ince anlamlarını göz önünde bulunduran Kur'an-ı Kerîm, beşer sözcüğünü insanın bu yönüyle ilgili olarak ele almıştır (Râğıp el-Isfahânî, a g e , 47) Meselâ: "Ve O, sudan bir beşer yarattı" (el-Furkan, 25/54)
"Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir beşer yaratacağım Onu düzenleyip (insan şekline) koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın"(el-Hicr,15/28-29) "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım" (Sâd, 38/71) ayetlerinde beşerin maddî yönü ve şekli, bedeni sözkonusu edilmektedir
Burada özellikle ilk ayet (Furkan, 25)'teki mesaj, bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır Bilindiği gibi, her canlının sudan yaratılmış olmasının yanı sıra, insan da iki şekilde sudan yaratılmıştır Biri, suyun yeryüzündeki, hatta tüm görünür âlemdeki varlıkların temel kaynağını oluşturması ve özellikle topraktan meydana gelen tüm yaratıkların ancak suyla hayat bulmaları bakımından, diğeri de içinde insanın tohumunu barındıran meninin de su kabul edilmesi sebebiyledir İnsanın, beşeri yapısı ve yaratılışı gereği karşıt cinsiyle birleşip üremesi, akrabalık bağı kurması, çocuk yapması onun beşerî özelliğini yansıtır Allah'a iman etmeyenler insanı yalnızca bir beşer olarak kabul ederler ve onu sadece dış nitelikleriyle ele alırlar Bugün de bütün düşünce akımlarıyla Batı kültür ve medeniyetinin temsil ettiği bu anlayış, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişkiden ibaret bir hayata sahip varlık olarak değerlendirirler Müşrik kavimlere bir peygamber gönderilse, onlar beşerin peygamber olamayacağını söyleyip, peygamberlere karşı, hep cephe almışlardır Onlar peygamberlerine "Sen de bizim gibi bir beşersin" diyorlardı Nitekim müşrik liderlerinden Velid b Muğîre'nin Kur'an hakkındaki sözleri şöyle nakledilmektedir: "Bu, dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir Bu, sadece bir beşer sözüdür " (Müddessir, 74/24-25) Başka ayetlerde de şöyle buyurulur:
"Semûd (kavmi) de uyarıcıları yalanladı: "Bizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz dediler " (el-Kamer, 54/24) "Böyledir, çünkü peygamberleri, açık deliller getirirlerdi fakat, onlar (peygamberlere): "Bir beşer mi bize yol gösterecek deyip inkâr ettiler ve yüz çevirdiler " (et-Teğâbun, 64/6)
Onların bu isimlendirmelerine karşılık Kur'an-ı Kerîm, peygamberlerin de beşer olduklarını beşer olma yönüyle diğer insanlarla eşit olduklarını ifade ettikten sonra, ancak onlara vahiy geldiğini ve bu sebeple diğerlerinden farklı olduklarını vurgular Bu nedenledir ki Yüce Allah Peygamberimize şöyle demesini emreder: "Ben de sizin gibi bir beşerim; ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolunuyor " (el-Kehf, 18/110)
Buna karşılık ayrıca müşrikler insanı yalnızca, fizikî görünümüyle, yani beşeri yanıyla değerlendirdiklerinden, kendilerine fizikî açıdan normalin dışında güzel gelen bir insan karşısında hayrete kapılıp: "Allah için böyle beşer olmaz, bu ancak kerim melektir " (Yusuf,12/31 şeklinde tepki gösterirler Ama, insan yalnız beşerî yönüyle değil, vahy alan yönüyle de insandır
İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur'an'ın ifadeleriyle unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının sembolüdür Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın Ademiyyet yanıdır, batınî duyularıdır, kalbidir İnsan beşer olarak kalmamalı beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır Kur'an'da, yetkin hale ahsen-i takvîm -en güzel kıvam, en güzel yaratılış denirken, insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve hayvanlaşmış beşeriyete yuvarlanmış haline de 'esfel-i sâfilin- alçakların alçağı' denilmektedir (et-Tin, 95/4-5)
BEŞÎR
Müjdeci ve müjde veren, güleç yüzlü insan Bu kelime korkutucu ve tehlikeyi haber verici anlamına olan "nezîr" ifadesiyle beraber Kur'an-ı Kerîm'de sekiz yerde geçmekte olup peygamberler hakkında kullanılmaktadır (el-Bakara, 2/119; el-Mâide, 5/19; A'râf 7/188; Hud,11/2; Sebe', 34/28; Fâtır, 35/24) Çünkü peygamberler insanlara Allah'ın rahmet ve nimetini müjdelerler, inanmayanları ise Allah'ın azabıyla korkuturlar Bu ayetlerden birinde Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey kitap ehli! Peygamberler'in arası kesildiğinde, "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, size (Allah'ın dinini) açıkça anlatacak peygamberimiz geldi Şüphesiz o, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir " (el-Mâide, 5/19)
Beşîr sıfatını taşıyan peygamberler, Allah'a iman edip onun hüküm ve emirlerine itaat edenlere verilecek mükâfaatları bildirir ve mümin kitleyi Cennet nimetleriyle müjdelerler Allah'ın dinine davet eden beşîr, peygamberlik görevini yerine getirirken nefret ettirmeden ve en güzel hikmetle, yumuşaklık ve nezaketle davetini yapar (en-Nahl, 16/125) Dolayısıyla peygamberlerin getirdiği hükümlere ve akideye davet yapan tebliğcilerin de, davet görevini aynı tavırla bir "beşîr" olarak yerine getirmeleri gerekir
Peygamberler zorlayıcı, baskı kullanan değil, sadece "(azabı) haber verici ve (Cennet nimetleriyle) müjdeleyici (beşîr)" dir
BESMELE
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîym" sözünün kısaltılmış şekli Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah Teâlâ'nın adını anmak ve bu adla işe başlamak anlamına gelir İslâmiyet'ten önce Araplar, herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak başlarlar, meselâ, Bismi'l-Lat (Lat'ın ismiyle), Bismi'l-Uzza (Uzza'nın ismiyle) derlerdi Her kavimde buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir hizmetlinin, âmirinin verdiği bir emri yerine getirirken,
"Bunu falanın adına yapıyorum" demesi âdettendir
Resulullah (s a s ), İslâm dinini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, cahiliye Arapları'nın kullandığı sözü değiştirmiş ve, "Ey Allah'ım, senin adınla" anlamına gelen, "Bismike Allahümme" ve "Allah'ın adıyla" anlamına gelen, "Bismillahi" sözlerini kullanmıştır Ancak Kur'an-ı Kerîm'de Neml suresinin otuzuncu ayeti nazil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır Bu ayette Süleyman (a s ) tarafından yazılan bir mektup söz konusudur Mektupta "Bu mektup Süleymandan'dır ve Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır " denilmektedir Kısaca besmele dediğimiz ve "Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla" anlamına gelen Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim'in Kur'aân-ı Kerîm'den bir ayet, yahut bir ayetin bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır
"İşime, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum O'nun emriyle ve O'nun için bu işin başındayım ve O'nun adına teşebbüste bulunuyorum, O'nun emriyle yapıyorum Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'rıun tarafından bana verilmiştir ve O'ndandır O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse ben bu işi tamamlayamam "
Helâl ve hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret eden pek çok emirler, vardır
"Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok Allah'ı anın " (el-Bakara, 2/200)
"Namazlarınızı kıldıktan sonra, ayakta otururken ve yanlarınızın üzerinde iken Allah'ı anın " (en-Nisa, 4/103)
"Rabbı'nın adını an İhlâs ile O'na yönel " (el-Müzzemmil, 73/8)
"Rabbı'nın adını sabah akşam an" (İnsan, 76/25)
Resulullah (s a s )'den nakledilen bir hadîsde şöyle denilmiştir: "Bismillah ile haşlamayan her ciddi iş noksandır "
Besmele, Neml suresinde bir ayet olmasına rağmen, gerek Fatiha suresinin, gerek diğer surelerin başındaki "besmele"lerin, o surelerden bir ayet olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür Hatırlanacağı üzere Fatiha suresi başındaki besmele, surenin bir ayetidir Bu, diğer surelerin başındaki besmele gibi değildir Berae suresi dışındaki diğer bütün sureler ise besmele ile başlar Fatiha suresinin ilk ayetinin besmele olduğunu kabul eden Şafiî mezhebi âlimleri ayrı bir besmeleyi öteki surelerde de kabul etmez ve sure başlarındaki besmeleyi sureden sayarlar
Bilindiği gibi, bugün müslümanların ellerinde bulunan mushaflar, Hz Osman b Affân (r a ) zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilayetlere gönderilen nüshaların kopyasıdır Bu nüshalarda Berae suresi dışındaki bütün surelerin başına besmele yazılmıştır Hz Osman'ın (r a ) bu işi yaparken, şüphesiz, ne yaptığını çok iyi bildiği ve yazılan mushaf nüshalarına herhangi bir sözün girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösterdiği muhakkaktır İşte bu görüşten hareketle sure başlarına yazılan besmelenin, ilgili oldukları surelerden bir ayet olması düşünülebilir Nitekim İmam Şâfiî, bu görüşe kâni olarak, Fatiha suresi başındaki besmelenin bu sureden bir ayet olduğunu söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır Diğer sureler hakkında ise, kendisinden, bir defasında, besmelenin surelerden bir ayet olduğu, bir defasında da olmadığı tarzında iki değişik rivayet mevcuttur
Hanefilere göre, besmelenin mushafta yazılmış olması, onun Kur'an' dan olduğunu işaret eder Ancak namazda, Fatiha suresinin başında okurken, Fatiha gibi cehren (sesli) okunmaması, besmelenin Kur'an'dan bir ayet olmadığını gösterir Diğer surelerin başında yer alan besmeleler de böyledir O halde her sure başındaki besmele, Kur'an'dan bir ayet olsa bile, başında bulunduğu sureden bir ayet değildir Sadece surelerin arasını ayırmak için, teker teker indirilmiştir
İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü diğerlerinden farklıdır O'na göre, sure başlarındaki besmele, Kur'an' dan değildir Bununla beraber yeni bir sureye başlarken her işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazılmıştır Bu sebepledir ki İmam Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce besmelenin cehren okunmasına karşıdır Aynı şekilde o, sessiz (sırren) okunmasını da meneder
Bismillahi'r-rahmani'r-rahim sözü dört kelimeden oluşan bir cümledir Bunlar: İsim, Allah, Rahman, Rahim kelimeleridir Ancak isim kelimesinin başına bir "b" harfi getirilmiştir Bu harf, kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki cümleyi bağlamak için kullanılmıştır 'b' harfinden önce var sayılan fiil başlarım, 'okurum', 'yaparım' olabileceği gibi 'başla', 'oku', 'yap' şeklinde emir de olabilir Buna göre besmele, bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle beş kelimeden meydana gelmiş olur
"(Rahim) ve (Rahman) olan Allah'ın adıyla başlarım" gibi
Besmeledeki ilk kelime olarak görülen isim, bir hususa işaret etmek üzere konulmuş addır Ahmet, Ali, ağaç, su gibi isimler, özel isim ve cins ismi olmak üzere iki kısımdır Şahıs isimleri ile yer veya şehir isimleri özel isimdirler Bu isimler kimin adı ise, hangi yer, şehir, kurumu belirtiyorsa başkalarında bulunmayan, kendilerine özgü özellikleri vardır Buna karşılık, tahta,masa,ağaç,insan gibi isimler cins ismidirler Genel bir anlam belirtirler Bu sebeple "Ahmet" denildiği zaman, onun insan olduğu anlaşılır Çünkü Ahmet, insan cinsi içinde yer alır Fakat insan denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz Çünkü Ahmet'ten başka insanlar da vardır
Özel isim olan Ahmet kelimesi ile, cins isim olan insan kelimesi arasındaki bu farklılık, Ahmet'in her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar Meselâ Ahmet, iki eli ve kulağı olan, iki göze ve bir buruna sahip bulunan kimsedir demekle tarif edilmez Çünkü bunlar, her insanda bulunan uzuvlardır Bu sebepledir ki, bir kişiye veya bir şeye and olarak verilen özel isim, sadece ona hastır Ve onu diğer benzerlerinden ayıran özelliklerin alâmetidir Yine bu sebeple özel isimlerin eş anlamlısı aranmaz Başka bir kelimeye tercemesi yapılmaz
Besmele'de yer alan ikinci kelime Allah ismidir Allah, kendine has doksandokuz sıfatı olan zatın yüce ismidir Gerçek mabudun adıdır ve özel ismidir Allah Teâlâ'nın kendine has sıfatlarından bazılarını, Kur'an-ı Kerîm'in aşağıdaki birkaç ayetine işaret ederek gösterebiliriz
"O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yok'tur O, gizliyi de aşikârı da bilendir O, esirgeyen, bağışlayandır O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur Hükümrandır Mukaddestir, selâmdır, mümindir, müheymindir, azizdir, cebbardır Allah müşriklerin ortak koşmasından münezzehtir O öyle Allah'tır ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir En güzel isimler O'nundur Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih eder O, hüküm ve hikmet sahibidir " (el-Haşr, 59/22-24)
İşte Allah, bazılarını işaret ettiğimiz bu ve buna benzer, üstün sıfatları zatında toplamaktadır
Besmele'de yer alan üçüncü kelime, 'Rahman' kelimesidir Bu kelime kendinden önce ismi zikredilen yüce zatın sıfatıdır Yani Allah Teâlâ'nın sıfatıdır Rahman kelimesi, rahmet kelimesinden türetilmiştir Rahmet, sözlükte, insan kalbinin bir kimseye acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiilî yardıma dönüşür Bu sebepledir ki, o kimse hakkında 'çok merhametli' denir Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Teâlâ'nın merhametini arılamakta bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir Çünkü insandaki merhamet duygusu geçici bir haldir Ancak bir üzülme ve acıma neticesinde ortaya çıkar Üzülme ve acımanın ortadan kalkması ile merhamet duygusunun da yok olduğu görülür Allah Teâlâ ise üzülme ve ani olan, sönüp geçen acıma duygusundan münezzehtir Acıma kelimesindeki insanî haslet geçicidir Allah Teâlâ bu geçici hasletlerden münezzehtir Bu sebeple Allah Teâlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir üstünlük arzeder ve ezelden ebede, eser ve neticesi nimetler ve bağışlar olarak ortaya çıkan sonsuz bir merhameti gösterir
İlâhi rahmetin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Teâlâ'nın zatına has olan, zatıyla birlikte kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur Bu kulları için daima hayrı murat ettiğini gösterir
Allah Teâlâ'nın iradesi, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, irade sıfatının taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması anlamına gelir Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmamaktan vazgeçirecek hiç bir güç yoktur Allah Teâlâ'nın bu sıfatı, O'nun zatına has bir sıfat olması dolayısıyla, zatıyla kaim ve kadîm bir sıfattır İşte ilâhî rahmet, böyle bir sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine ortaya çıkmasını gösterir
Allah Teâlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması, yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir
Rahman, yukarıda da işaret edildiği gibi, rahmet kelimesinden türemiş olup, son derece merhametli, çok rahmet sahibi anlamlarına gelen bir sıfattır Ancak bu sıfat, ezelî ve ebedî bir rahmeti işaret ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış, yalnız Allah Teâlâ'ya tahsis edilmiştir
Rahman kelimesinin diğer bir özelliği de Kur'an-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel bir isim olarak kullanılmış olmasıdır
"İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız, en güzel isimler O'nundur " (el-İsra, 17/110)
"Senden evvel gönderdiğimiz resullerimizden sor: Biz, Rahman'dan başkasını ilâhlar yapmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45)
"Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseleri korkutacaksın " (Yâsin, 36/1 I )
"(Cennet), görmeden Rahman'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere hastır " (Kaf 50/33)
"Ey babam, şeytana tapma, Çünkü şeytan Rahman'a çok asi olmuştur " (Meryem, 19/45)
"Rahman'ın yaratışında hiç bir düzensizlik göremezsin " (Mülk, 67/3)
Mealleri zikredilen bu ve sayıları elliye varan diğer ayetlerde Rahman' kelimesinin Allah'a has ve Allah ismine eşit bir anlamda nasıl kullanıldığı açıkça görülmektedir Bu sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir Ve diğer özel isimler gibi herhangi bir dile terceme edilemez
Besmele'de de görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Teâlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyla, kapsamı geneldir Yani gözle görülsün veya görülmesin, yoktan var edilmiş veya yaratılmış her ne varsa, hepsi de Rahman'ın eseri neticesidir Bu rahmetin dışında kalmış hiç bir varlık düşünülemez Bu bakımdan her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı kesbî değil, vehbîdir, irâdî değil cebrîdir, Rahman'ın eseridir İşte bundan dolayıdır ki "Allah Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahmanı'dır" denilmiştir
Allah Teâlâ, hiç bir şeyi sebepsiz ve kıymetsiz yaratmamış, yarattıklarını başı boş bırakmamıştır Rahmet-i Rahman'ın bir eseri olarak insanı yarattığı zaman, ona kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş; böylece insanın kendi irade ve ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlayacak yolu göstermiştir Zira insana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile küfrü, kendisini dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak doğru yol ile hüsrana götürecek eğri yolu biribirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş; aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını; akılsız davranıp eğri yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik akılsızlığının cezasını çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir
İşte, Allah Teâlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, cahil, çalışkan, tembel, haklı, haksız, adil, zalim, mutî, âsi, mümin, kâfir ayırımı yapmadan herkese ve her yarattığına teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak; sadece, âlime, çalışana, haklıya, adile, mutîye, mümine hasılı kendi iradelerini Allah'ın iradesiyle ahenk içerisinde tutabilen herkese ihsan ederken diğerlerini mahrum bıraktığı rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır Bu Rahîm sıfatı, besmelenin dördüncü kelimesi olarak yer almıştır O halde bunu kısaca ifade etmek gerekirse; başlangıçta çalışana ve çalışmayana bakmadan, onu vücuda getirerek öylece idare etmek, Allah Teâlâ'nin Rahman sıfatının eseri iken, sonradan çalışana çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahîm sıfatının sonucudur Bir başka ifadeyle denebilir ki, insan istese de istemese de, kendisine vücut verilmiş ve bunun bekâsı için gerekli nimetler ihsan edilmiştir Bu, ezelden ebede Rahman olan Allah Teâlâ'nın rahmetidir Fakat insan, Allah Teâlâ'nın irade ve ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlaşarak rızasını kazanmak için yaratılmıştır Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir Bunları doğru yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Teâlâ'nın mükâfatına nail olur Doğru yoldan sapan ise bundan mahrum olur Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm sıfatından yayılan rahmetidir Bu sebeple denilir ki "Allah Teâlâ, ahiretin Rahîmidir Yani ahiret günü bütün müminlere rahmeti ile muamele eder "
Allah Teâlâ'nın Rahman sıfatı, kendisine has zât sıfatı olduğu halde; Rahim sıfatı, kendi iç güdüleri veya iradeleriyle hareket eden yaratıklara bir nebze olsun bahşedilmiş bir sıfattır İnsanların kendi yavrularına veya biribirlerine besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu rahîm sıfatının bir eseridir Bundan dolayı insanın, Allah Teâlâ'nın zatına has olan Rahman sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olmadığı halde rahîm sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olabilir Nitekim bir kimse hakkında çok merhametli anlamına rahîm denilmesi bundandır
BEY'AT
Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (İmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir " Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir Zira Resul-u Ekrem (s a s )'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler Bununla yükümlüdürler Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir Yine diğer bir hadîs-i şerif'te: "Âllahu Teâlâ'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur İtaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, İmâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan itaat İslâmî hükümlerle sınırlıdır Allahû Teâlâ (c c )'nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zaruridir İslâm ûleması "bey'at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir Nitekim İbn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir" (İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder
Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir
Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir
Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır
Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür Herkes o imamın işareti ile hareket eder
İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir
Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid hâlifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir Eğer İslâmî hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır Çünkü bey'at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dahilinde musafahalaşırlar
Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir Kur'an-ı Kerîm'de, Resul-u Ekrem (s a s )'e hitâben: "Sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir Şu halde kim (bu bey'at bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan buyurulmuştur Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm'ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de: " Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) emri verilmiştir İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir Bu sebeple fukahâ bey'at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabilir Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir Zira Hz Ömer (r a ): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b el-Hattâb, 1401/1981, 103) Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır Hilâfete tayinde asıl olan, müminlerin seçmesidir İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz Ebû Bekir (r a ) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur İmam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı yeterlidir Şâhidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir Mûtezile ise, beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir Zarûretten maksad fitneyi önlemektir Bir de Peygamber (s a s ): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin! " buyurmuştur (Buhârî, Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder İleriyi görebilen İslâm âlimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir Zalimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir İslâm topraklarındaki tağutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin terkedilmesinin büyük payı vardır Resul-u Ekrem (s a s )'in:
"İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, İlim, 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir Kaldı ki sadece müminlerin emirinin (Halife'nin) muttakî olması kâfi değildir Bu muttakî olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev vermesi zarûrîdir Nitekim bir hadîs-i şerifte:
"İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve İslâm milletine ihanet (hâinlik) etmiş olur" (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır
Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır Halbuki Resul-u Ekrem (s a s ) ile müminlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez Bu bey'at'ın Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir Mekke dönemi*yle ilgili olarak İmam Serahsî: "O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir İbn Abbâs (r a )'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a, 13) Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, İslâmî bir devlet mevcut değildi O şartlar altında, Resul-u Ekrem (s a s )'in bey'at alması, müminlerin her halûkârda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir Halbuki müminlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır Resul-uEkrem (s a s )'in:
"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851) buyurduğu sabittir Müminler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek zorundadırlar
__________________
|