gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
BİD'Î TALÂK
Kadını hayız halinde iken veya temizlenince birleştikten sonra yahut da bir temizlik içinde bir sözle birden fazla talâkla boşama Sünnet'e aykırı olan bu tür boşamanın haram olduğu ve bunu yapan erkeğin İslâmî hükümlere karşı gelmiş sayılacağı husûsunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır Ancak İslâm hukukçuları böyle bir boşamanın hukukî neticesi; yani boşamanın muteber olup olmıyacağı hususunda şiddetli münakaşalara varan görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir
İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre talâk üç şekilde gerçekleşir: Ahsen, Hasen, Bid'î Bunlardan Ahsen (en güzel) ve âile hakkında hayırlı ve elverişli olan talâk, kişinin eşini üç tuhur halinde bir talâk ile boşayıp iddeti bitinceye kadar bırakmasıdır Hasen yani güzel talâk da, kişinin karısını üç tuhur içinde üç kere boşamasıdır ki, buna bid'î mukabili "sünnî" denilir Bid'î talâk da bir sözle üç talâk'ı birden tuhur halinde vermek demektir
Hayız hâlinde veya temizlendikten sonra kendisiyle birleşme vâki olmuş kadını boşamak, bazı İslâm hukukçularına göre iki durumda Kitâb ve Sünnet'e aykırıdır Dolayısıyla böyle bir talâk geçerli değildir Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu gösterirler:
"Ey peygamber! kadınları boşamak istediğiniz zaman iddetleri içinde boşayınız ve iddeti hesaplayın Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz " (et-Talâk, 65/1)
"Boşama iki defadır Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır  (el-Bakara, 2/229)
Bunlardan başka İbn Ömer'in hayız halindeki karısını boşaması üzerine Resulullah (s a s )'in ona hanımına dönmesini emretmesi ve İbn Ömer ile Ebu'z-Zübeyr'den gelen rivayetlere göre Resulullah (s a s ) hayız halindeki boşamaları geçerli saymadığına" dâir hadisleri;
"Her kim sünnetimize uymayan bir iş işlerse o merduttur, geçerli değildir " mealindeki sahih hadisler bu tür talâk'ın İslâm'da muteber olmadığını göstermektedir (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 239)
Fakat bu görüş ve delillere rağmen dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur'a göre böyle bir boşama bid'at ve haram olmakla beraber geçerli bir boşamadır Erkek talâk hakkını kullanmış olur ve kadın da boş düşer (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 306 vd )
Bu tür talâkın geçerli olduğunu söyleyen müçtehidlerin görüşleri ise şu delillere dayandırılmaktadır:
İbn Ömer'le alâkalı hadiste Resulullah'ın eşine dönmesini emretmesi bu boşamanın bir talâk sayıldığına delâlet eder; çünkü talâk olmadan ric'at da olmaz
Ayrıca İbn Ömer'in böyle bir boşamanın sadece bir talâk sayılacağını bildirmiş olması (el-Buhârî, Talâk,1), bu talâk'ın geçerli olduğunu göstermektedir derler
Bu iki görüş İslâm hukuk tarihi boyunca günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir
Bir temizlik içinde veya bir mecliste üç kere boşama durumuna gelince dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur-u Ulemâ ister bir defada, ister arka arkaya birkaç defada ifâde edilen talâk'ın muteber olduğu görüşünü savunuyorlar Meselâ bir erkek hanımına "üç kere boşsun" veya "üç talâk ile boşsun" dese karısını beynûnet-i kübrâ ile boşamış olur Aynı şekilde bir temizlik içinde birden fazla zaman ve yerde birden fazla talâk ile boşama da evlilik bağını sona erdirme bakımından muteberdir Böyle bir talâk şekline karşı iki ayrı görüş ileri sürülmüştür:
Birincisi böyle bir boşama Kitâb ve Sünnet'e uymayan yani bid'i talâk olduğundan muteber değildir, kadını böyle bir talâk'la boşamak bir şey ifade etmez
İkinci görüş bir mecliste veya bir temizlik müddeti içinde birden fazla boşamalar bir boşama (ric'i talâk) sayılır Bu görüşü savunanlar şu delilleri ileri sürerler:
-Cumhur'un delilleri bid'i talâk'ın vâki olacağına ait olup yukarıda belirtilen delillerdir Ayrıca şu hususlarda ilâve edilebilir:
-Hanımının zina ettiğini gördüğü halde bunu ispat edemediği için mülâane yoluna baş vuran Uveymir, lânetleşmeden sonra karısını üç talâk ile boşamıştır Fakat burada boşanmanın mülâane ile olabileceği unutulmamalıdır Yani Uveymir'in bu boşaması doğrudan doğruya üç talâk ile boşama değildir
-Üç talâk ile boşanmış kadınların boşayan eşleri ile tekrar evlenebilmelerinin mümkün olup olmadığı mevzuunda Resulullah'tan sorulan suallerden Hz Peygamber'in bu nevi boşamaları sahih gördüğü anlaşılmaktadır (Buhârî Talâk, 3)
Muhalifler bu delillere de şu cevabı vermişlerdir: Bu suallerde geçen üç talâk ile boşamanın bir mecliste veya bir defada olduğu sâbit değildir Çeşitli zamanlarda ve sünnete uygun bir şekilde boşanmış ve âdet üçe varınca Hz Peygamber'e sorulmuş olabilir
Böyle bir talâk'ı bir talâk kabul edenler ise şu delilleri ileri sürerler:
"Boşama (talâk) iki keredir Sonra ya iyilikle geçinmek yahut güzellikle ayrılmak gerekir  Allah'ın had'leri bunlardır; bunları açmayın Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar kendilerine zulmetmiş olurlar (Bundan sonra koca) karısını boşarsa, kadın başka bir koca ya varmadan artık ona helâl olmaz Şâyet bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da Allah'ın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat getirirlerse birbirlerine dönmelerinde günah yoktur" (el-Bakara, 2/229-230)
Bu ayetler boşama haklarının bir anda kullanılmamasını, ayrı ayrı zamanlarda kullanılıp arada düşünülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar verebilmek için fırsat bırakılmasını ortaya koymaktadır
Bİ'R-İ MÂUNE OLAYI
Amiroğulları yurdu ile Süleymoğulları yurdu arasında bulunan Maune kuyusunun yakınında ashabdan yetmiş eğitici ve tebliğcinin şehit edildiği olay
Hicret'in dördüncü yılında Uhud savaşından dört ay sonra Necid Reisi Ebû Berâ' Medine'ye geldi Hz Peygamber (s a s )'den kendi kavmini irşad etmeleri için mürşidler istedi Hz Peygamber (s a s ) durumdan şüphelendi: "Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim" buyurdu Ebû Berâ': "Onları ben himayeme aldıktan sonra Necid halkından hiç biri dokunamaz" diye teminat verdi Bunun üzerine Resulullah (s a s ) Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b Tufeyl'e bir mektup yazdı Amir, amcası adına kavmini idare ediyordu Daha sonra Resulullah (s a s ) Münzir b Amr başkanlığında ashabından yetmiş kişilik bir heyet gönderdi Bunlar ashab-ı suffeden olup kurra idiler
Heyet, Bi'r-i Mâune'ye varınca korkunç bir ihanetle karşılaştılar Amir b Tufeyl, Hz Peygamber (s a s )'in göndermiş olduğu mektubu bile okumadan mürşidlerin etrafını büyük bir ordu ile kuşatmıştı Kendi kabîlesi, Ebî Berâ'nın himayesine aldığı mürşidleri öldürmek istemediğinden, başka kabîlelerden kuvvet toplamıştı Müslümanlar kuşatıldıklarını anlayınca kılıca sarıldılar ve: "Biz, Resulullah (s a s )'in gönderdiği mürşidleriz Sizinle hiç bir ilgimiz yok" dedilerse de söz anlatamadılar Mürşidler: "Allah'ım! Resulü'ne durumumuzu haber verecek senden başkasını bulamıyoruz, selamımızı ona sen ulaştır Allah'ım! Rasülün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki; biz Rabbimiz'e kavuştuk Rabbimiz bizden hoşnud oldu ve bizi de hoşnud kıldı " diyerek hallerini Allah'a arzetmişler ve insafsız düşman kılıçlarıyla Rablerine kavuşmuşlardır Allah bu sevgili kullarının isteklerini yerine getirerek vahiy meleği Cebrail'i Hz Peygamber (s a s )'e göndermiştir Cebrail: "Onlar Rab'lerine kavuştu Rab'leri onlardan hoşnut oldu ve kendilerini de hoşnut kıldı " diye durumu Hz Peygambere bildirmiştir
Rasûlullah (s a s ) durumdan haberdar olunca çok üzüldü Hemen bir hutbe irade ederek olayı ashabına bildirdi Allah'a hamd-u senâ'dan sonra şöyle dedi: "Kardeşleriniz müşrikler tarafından kuşatılıp şehit edildiler Hiç biri sağ bırakılmadı Onlar Allah'dan hoşnut oldular, Allah da onlardan hoşnut oldu "
Rasûlullah (s a s ) kendisine bu acı haberin ulaştığı gece sabah namazının ikinci rekatında rukûdan doğrulunca:
"Allah'ım! Onların durumlarını sana havale ediyorum Ey Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamber'in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına darlık getir " diye beddua etmiş ve buna beş vakit namazlarında bir ay müddetle devam etmişti Cemaatin de arkasında "âmîn" dediği Rasûlullah (s a s )'in bu duası kabul olmuştur
Bİ'SET
Gönderme Cenâb-ı Allah tarafından Peygamber gönderilmesi, özellikle Peygamberimiz Hz Muhammed (s a s )'in risalet görevi ile gönderilmesi hakkında kullanılan bir terim
"Bi'set" ve "ba's" kelimeleri mastar olup Kur'an-ı Kerîm'de daha çok bu kökten gelen fiil tiplerine rastlarız Bunlar üç manada kullanılmıştır:
1- Bir şeyi, bir nesneyi göndermek:
"Peygaınberleri, onlara (İsrailoğulları'na) dedi ki: Allah, Talût'u size hükümdar olarak gönderdi" (el-Bakara, 2/247) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır
2- Peygamber göndermek: "Allah, müminlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerine uyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi " (Âli İmrân, 3/164) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır
3- Öldükten sonra dirilmek: "Kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur Allah kabirlerdekileri diriltecektir" (el-Hac, 22/7) ayetinde olduğu gibi
Bi'set-i Nebî: Hz Muhammed (s a s )'in peygamber olarak gönderilişi demektir Hz Muhammed (s a s )'in Mekke dönemindeki hayatı iki merhalede incelenir: 1- Bi'setten önceki hayatı, 2- Bi'setten sonraki hayatı Peygamber Efendimiz (s a s )'in Hz Hatice ile evlenmesi ve Kâbe hakemliği Bi'setten önce olmuştur
Bi'set olayı İslâm ve dünya tarihi için bir dönüm noktasıdır
BUĞZ
Birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık beslemek, başkasına kin duymak, nefret etmek Kur'an-ı Kerîm' de yan anlamda "bağzâ" kelimesi kullanılır (Ali İmrân, 3/118; Mâide, 5/14, 64, 91; Mümtehine, 60/4)
Buğz, İslâm'a göre kötü huylardandır Buğz, müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerini zayıflatır, gevşekliğe yol açar İslâm toplumunun çözülmesine neden olur Halbuki insanlar arasında sevgi ve bağlılığı devam ettirmek esastır Onun için müslümanların birbirlerine kin beslemeleri, kin ve düşmanlığı, hiddet ve kırgınlığı meydana getirebilecek söz ve hareketlerden kaçınmaları gerekir Müslümanlar kendi aralarında edeble ölçü ve hesapla hareket etmelidirler Bunlar gözetildiği takdirde, karşılıklı sevgi doğar ve insanlar arasında kin vücuda gelmez
Enes b Malik (r a ) Hz Peygamber (s a s )'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:
"Birbirinize karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize darılıp arka çevirmeyin Ey Allah'ın kulları birbirinizle kardeş olunuz (Kardeş sevgisi gösteriniz)" (Buharî, Edeb, 57-58; Müslim, Birr, 24-28, 30; Ebû Davûd, Edeb, 47)
Müslüman müslümana asla buğzetmez Buğzetmek ancak Allah rızası için, Allah düşmanlarına yapılabilir Zira Hz Peygamber (s a s ) şöyle buyururlar: "Allah için buğzetmek ve Allah için sevmek imanın alâmetlerindendir " (Buhârî, İman, 1; Ebû Davûd, Sünnet, 2; İbn Hanbel, V,146) Ayrıca müslümana karşı sevgi beslerken de ölçüyü kaçırmamak gerektiği gibi, buğzederken de bu ölçüyü korumak gerekir Yine Rasûlullah (s a s ):
"Sevdiğini ölçülü sev, olur ki bir gün ona kızarsın, buğz ettiğine de ölçülü buğz et olur ki bir gün onu seversin " buyurmaktadır (Tirmizi, Birr, 60)
BUHÂRÎ
(194-256/810-869)
Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri
Ebû Abdullah Muhammed b İsmâil b İbrâhim b el-Muğîre b Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî
Muğire b Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin aracılığıyla müslüman olmuştur Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir Buhârî'nin babası ve dedesi hakkında pek bilgimiz yoktur
Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h /21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da doğmuştur Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle anılmasına sebep olmuştur Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi Ahmed'le birlikte yetim kalmıştır Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir Babasından kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu On bir yaşında hadis öğrenmeye başladı Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca gitti Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle Mekke'de kaldı (210 h /825)
Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı İlim öğrenmek için Şam'a, Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti Bu amaçla altı yıl Hicâz'da kaldı Buhârî, hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı Şiirle de ilgilendi Ancak fazla şiir yazmadı Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok attı
Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler Onu övenler arasında büyük muhaddis İmam Müslim'de vardır Buna rağmen, Buhârî'nin üstünlüğünü çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar Bu dedikodulardan rahatsız olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti Burada da rahat edemedi Buhârâ emiri ile arası açıldı Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez İlim meclislerinin herkese açık olduğunu,isteyenin gelerek yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına hapsedemeyeceğini bildirir Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan sürer
Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider Hartenk köyünde bulunan akrabalarının arasına yerleşir Semerkand'lılar, Buhârî'den yararlanmak isterler Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasında bulunurlar Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar ancak bu arada hastalanır ve Ramazan Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h /31 Ağustos 869) Cenazesi, bayram günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e defnedilir
İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine sahipti Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ seviyesini denemek için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından önemlidir Gezileri sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine takılanlara, dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir O aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de şöhret bulmuştu
İnce yapıtı uzun boylu idi İhtiyarlığında çok halim selim görünüşlü olmuştu Sert yaratılışlı değildi Yumuşak huyluydu İlim konusunda çok dikkatli idi Dayanaksız konuşmak istemezdi Başkaları hakkında gayet yumuşak bir dil kullanırdı Derdi ki,
"Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (c c)'a kavuşmayı arzu ediyorum " Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh ettiği (zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler kullanmazdı Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)" derdi O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alınmaz)" terimidir
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüştüğü şeyhler arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika, inanılır, akıllı bir muhaddistir İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur " Bazı âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (c c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir " Necm b el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s a s ) efendimizi gördüm Bir köyden çıkmış gidiyordu ve arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi O bir adım atınca Buhârî de bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (s a s )'ın ayağını bastığı yere basıyordu Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu "
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı İslâmî sınırlara uymada aşırı derecede titizdi Helâl ve haram konusunda duyarlı idi Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c c )'ın rızasını, Rasûlullah (s a s )'ın şefaatini kazanmaktan öte bir amaç taşımıyordu Babasından kalan mirası bile bu yolda harcamıştı Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah rızası için elini uzatıyordu Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi Gecenin bir kısmını uykuyla geçirirdi Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis tahric ederdi Yahut yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü Seherden önce uyanır, gece namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının sayısı binden fazladır Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini, senedi zayıf rivayetlere itibar etmediğini belirtir Hocalarının başlıcaları şunlardır:
Ahmed b Hanbel, Ali b el-Medinî, Yahya b Maîn, İsmail b İdris el-Medînî, İshak b Rahuyeh
Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz;
Mekkî b İbrahim el-Belhî, Muhammed b Selam el-Bikendi, İbrahim b el-Eş'as, Ali b el-Hasan b Şekîk, Yahya b Yahya, İbrahim b Musa el-Hafız, Şüreyc b en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b Abdullah el-Ensârî, Abdullah b Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî
Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır;
Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b Nasru'l Mervezî, İbni Ebi Dâvud, Müslim b Haccac ve en-Nesâi
Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la karışması söz konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı Sonraları Kur'an-ı Kerîm, kitap haline getirilip, çoğaltıldı orıa bir şeyin karışması engellendi Sahabe nesli bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş, değişik düşünceler ortaya çıkmıştı Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının yararlı olacağına inanıldı ve hadislerin tedvinine başlandı
Hadislerin toplanmasına Tabiun* döneminde başlanmıştır İmam Mâlik* (179 h /195) Hz Peygamber (s a s )'in hadislerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir İmam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalışmalar yapıldı
Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadır Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte bulunması, ikincisi de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır
Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince sahih olduğu sabit olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin kaynaklarını bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmiştir İmam Buhârî ayrıca bu eserle kendisinden önce yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin sağlam olduğunu, hiç birinin kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu Ondan sonra gelen muhaddisler, hadis çalışmalarının sınırlarını az çok belirlemiş oldular İlim adamları Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler
Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koyduğu gerçekleri ve şartları kabul ettiler, örnek aldılar O, hadiste odak ve hareket noktası olarak değerlendirildi
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı Eserine aldığı hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti Sahih hadislerin dışında kalan diğer hadisleri eserine almadı Eserin kabarmasını önlemek için sahih hadislerin bile bir kısmını almamıştır Câmiu's-Sahih'te yer alan hadislerin sayısı yedibinikiyüzyetmişbeştir Bazı hadisler değişik kitaplarda geçmektedir Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört bin'dir
Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her kitap da kendi arasında bâblara ayrılmıştır Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadislere yer verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz davranılmıştır Râviler birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür Hadisleri bazı titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları reddetme çığırını açan Buhârî olmuştur O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadisleri zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam etmişlerdir Sahih hadis kitabı yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizliği ileri götüren olmamıştır Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olması onun İslâm ümmeti arasında müstesnâ bir şöhret ve güven kazanmasına sebep olmuştur
Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler vardır Buhârî, hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır Hayatı seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık çalışmasının mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir
Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı doksanyedi, bâbların sayısı üçbindört yüzelli kadardır Üç râvili hadislerin sayısı da yirmi ikidir Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır Ancak aynı senet ve aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin sayısı yirmi üç kadardır Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adı verilmektedir İkisine birden "Sahihayn "* denilir Diğer dört hadis kitabına da "Sünen "*, altı hadis kitabının tümüne birden "Kütübü Sitte"* denilmektedir
Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve üzerinde çalışmalar yapılmıştır En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir
Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır:
Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir Sahasında ilk yazılanlardandır Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken Rasûlullah (s a s )'ın kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basılmıştır
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır Bazı yazma nüshaları mevcuttur İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmıştır
Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir 1325 yılında Zuafâü's-Sağîr ile birlikte Hindistan'da basılmıştır
Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır
et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir
et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden bahseder
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir Haydarabad'ta 1360 yılında basılmıştır
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir İstanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili bir risâledir Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır
Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında okuma hakkında yazılmış bir risâledir Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam adıyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de basılmıştır
Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır 1306'da Delhi'de basılmıştır
el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir eserdir
Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur Bunlardan başka kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait olduğu zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün:
Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir, Kitabü'l Hibe, Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut, Kitabü'l İlel, Kitabü'l-Fevâid, Esamü's Sahâbe, Kitabu'd-Duâfa, el-Müsnedü'l-Kebir, Sülâsiyyât
BÜLÛĞ, BÜLÛĞA ERME
Yetişmek, ulaşmak, ulaştırmak, kararlaştırılan bir iş, yer ve zamanın nihayetine ermek İnsan hayatının devrelerinden olan çocukluk çağının sona erip, olgunluk (erginlik) çağının başladığı nokta Yaş ile ilgili olarak bülûğ çağına erme ifadesi Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir
İnsanın dünya hayatı merhalelerinden bahseden bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur " Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz Sonra gücünüze ermeniz için (sizi büyütüyoruz) içinizden kimi (çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki bilirken birşey bilmez hale gelsin  " (el-Hâc, 22/5)
Ayette bildirildiği gibi, insan tabii ecelin daha evvel gelmemesi halinde çocukluk, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarını geçirir Yine Kur'an, henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların soyunma ve yatma vakti olan üç vakitte yatak odalarına izinsiz girmemelerini (en-Nûr, 24/58), bildirerek çocukluk çağından bahseder (Bülûğ çağı için bk Kur'an, 6/152,12/22,18/82, 28/14, 37/102, 40/67, 46/15)
İnsanın bir emir veya yasakla sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle akıllı ve çocukluk devresinden kurtulup bâliğ olması şarttır İslâm'da "ef'âl-i mükellefîn*, sorumluluk durumunda olan kimselerin yapmaları veya yapmamaları gereken bir takım emir ve yasaklar vardır Bunlar; farz, vacip, sünnet, müstehab helâl, mübah, mekruh, haramdır Müslümanlar da bunlardan bir kısmını yapmakla,bir kısmını da yapmamakla yükümlüdürler Bu yükümlülükler, büluğ çağı dediğimiz yaşa gelince başlar Bu nedenle İslâm'ın bülûğ çağı ile çok yakından ilgisi vardır Bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz: erkek çocuklarda oniki yaşın bitimidir Son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde erkeklerde onsekiz; kızlarda da onyedi yaştır Artık erkek onsekiz, kız da onyedi yaşına gelince bülûğa ermiş sayılırlar Ancak kız veya erkek, bülûğa erme sınırının son yaşlarına gelmeden, uykuda veya uyanıkken ihtilam olurlar, menileri gelir veya kadın ve erkek evlenmeleri halinde biri hamile kalmaya, diğeri de hamile bırakmaya müsait duruma gelirlerse, artık bülûğa ermiş sayılırlar (Mecelle, mad 985) Yukarıda saydığımız bülûğa erme sıfatları genellikle kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşlarında meydana gelir İklimin sıcak olduğu bölgelerde yetişme daha erken olacağından, bu özellikler daha erken yaşlarda da görülebilir Bu özelliklerin görüldüğü andan itibaren de İslâmî sorumluluklar başlar Bu yaşa gelmeyenlere İslâmî sorumluluk yüklenmemiştir (Tecrid-i Sarîh, I, 80) İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, gerek erkek, ve gerek kızlar için bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır (Mecelle, mad 987) Hanefî mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde bülûğ yaşının son sınırı onbeş, Mâlikî mezhebinde onsekiz yaş olarak belirlenmiştir
Bazı insanlarda erkek ve kadın tenasül uzuvları aynı nisbette vardır Bunlara "hünsa-i müşkil" denir Bunlarda bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır Bülûğ yaşının son sınırına gelmeden evvel kız ve erkekte meydana gelen ihtilam olma, meni gelme ve hayız olma halleri, bülûğa ermenin alâmetleridir Bülûğ çağına eren kız ve erkek gusül, abdest, namaz, oruç, malî imkânlar müsait ise hac* ve zekât*, erkekler için cuma* ve bayram namazları* gibi vecibeleri, kendi malında tasarruf hakkı ve diğer dinî sorumlulukları yerine getirmek zorundadırlar Bu yaşa gelen çocuklar, ebeveynlerinin ve büyük kardeşlerinin soyunma odalarına giremezler, ayn cinsten kardeşler bir yatakta yatamazlar, ayrı cinsten nikâhlanmaları yasak olmayan kimselerle yalnız başlarına kalamazlar Hz Peygamber (s a s ):
"Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı emrediniz; on yaşına geldikleri halde kılmazlarsa -incitmeyecek şekilde- dövünüz " (Ebû Davûd, Salât; 26) buyurmuştur Bülûğ yaşının başlangıcına geldiği halde henüz bâliğ olmayan şahsa hakikaten veya hükmen bâliğ oluncaya kadar erkek ise "mürahik* ", kız ise "mürahika" denir (Mecelle, mad 986
BURHAN
Huccet, delil, ispat aracı Kelâm ilmi açısından "delil", "bizi, bir konu hakkında müsbet veya menfi hüküm vermeğe götüren şeydir " Delil birkaç bakımdan taksime tabi tutulabilir Bu taksimlerden biri delilin aklî ve naklî bölümlere ayrılmasıdır Aklî delil* bütün mukaddimeleri (öncülleri) akla dayanan delildir: Meselâ, âlem değişkendir her değişken hâdistir (sonradan olmadır) gibi Şayet delilin mukaddimeleri tamamen naklî ise, delil de naklîdir: Allah'ın emrini terkeden asîdir Zira Kur'an'da: "Emrime asî mi oldun?" (Taha, 20/93) buyurulmuştur Her asî Cehennem'liktir "Allah'a ve Rasûlüne asî olan için Cehennem ateşi vardır" (el-Cinn, 72/23) buyurulmaktadır Naklî delil* ise bir bakıma aklî sayılır Çünkü nakli tebliğ eden zatın (peygamberin) doğruluğunu yine akıl ile ispat ederiz O halde sırf aklî delil ile aklî-naklî delil vardır Başka bir taksime göre delil kat'î* veya zannî* olur Medlûlünden (bildirdiği şeyden) muhalif ihtimalleri kaldıran delile kat'î; her türlü ihtimali izale edemeyen delile de zannî delil denir İşte aklî delil, kat'î olursa burhan adını alır Mukaddimeleri kesin (yakîn) olan delile burhan adı verilir Burhan, cedel (diyalektik) ve münakaşalara dayanıklı bir delildir "Alem değişkendir, her değişken hâdistir" delili bir burhandır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi- Giriş, İstanbul 1981, 72-73)
Burhan, yakîniyattan meydana gelen bir kıyastan ibarettir Yakîniyat denilen şeyler, bir kıyasın mukaddimelerini teşkil eder Eğer bu mukaddimeler başlangıç olarak aslen yakîniyattan ise bunlara zaruriyat denir Eğer dolaylı olarak yakîniyattan ise, bunlara da nazariyat adı verilir (Ömer Nasûhi Bilmen, Mülehhas İlm-i Tevhîd Akâid-i İslâmiyye, İstanbul 1973, 8)
İşte bu yollarla varılan neticelere, yakîn ve kesin bilgi veren Burhanî deliller denir
Burhanî delilleri ancak âlimler anlarlar Bu sebeple, muhatabın anlayacağı bir şekilde ifade etmek gerekir İnsanların daima büyük çoğunluğunu teşkil eden avam, burhânı anlayamaz Onlar ancak iknaî delilleri kavrayabilirler Kur'an-ı Kerîm her tabakadaki insana hitap ettiğinden, hem burhanî hem iknaî (hatabî) deliller ihtiva eder Bazı âlimler, bütün Kur'an delillerinin burhan olduğunu kabul ederler (Dr Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları Tevhîd ve İlm-i Kelâm, Ankara 1984,104; B Topaloğlu, a g e , 73)
Burhanî delillerin muhtelif türleri vardır:
a) Burhan-ı Temânu': Allah Teâlâ'nın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir
Her sağduyu sahibi bilir ki ulûhiyet (ilahlık) sıfatıyla nitelenen ve vücûdu (varlığı) zatının gereği bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve üstünlük sahibidir Bu hal ilâh olan varlığın tabiatı icabıdır Aksi halde o, tam bir ilâh sayılamaz Bu sıfatlarla nitelenen, her bakımdan birbirine eşit iki ilâh bulunduğu farzedilirse, yaratmakta ve hükmetmekte "tek" ve "rakipsiz" olmaları tam bir ilâh olmanın tabiatı icabı olduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır Buna rağmen, bu niteliklerde ve birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında ihtilaf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır O halde böyle bir ihtilaf sonunda, meselâ ilâhlardan biri bir şeyin olmasını; diğeri de olmamasını istese ve dilese aklen biliriz ki mutlaka şu üç ihtimalden biri olacaktır:
1 Ya her iki ilâhın da dilediği olacaktır
2 Veya her iki ilâhın dilediği de olmayacaktır
3 Yahut da ilâhlardan birinin istediği olacak, diğerininki olmayacaktır
Halbuki bu ihtimallerin her biri aklen muhaldir, batıldır Çünkü her iki ilâhın istekleri de olsa; bir anda bir şeyin hem olması hem de olmaması, yani varlık ve yokluk gibi iki karşıtın bir araya gelmesi gerekir ki, bunun imkânsız olduğu, mantık ilmi esaslarındandır
Her iki ilâhın da istekleri olmasa; bir anda hem olma (vücud) hem de olmamadan (âdem) mahrum kalması (karşıtların kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıken mümkün değildir
Eğer, üçüncü ihtimal gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerinin ki yerine gelmezse, arzusu olmayan ilâh âciz olur, aciz olan ilâh olamaz
Bütün bu ihtimallerin batıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de batıl olur Öyle ise, bu nazariyenin karşıtı olan tek ilâh nazariyesi doğrudur, gerektir O halde ilâh birdir o da Allahu Teâlâ'dır
b) Burhan-ı Tevârüd: Bu da Allah'ın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir
Eğer yerde ve gökte birden fazla ilâh olsaydı bu âlem:
1 Ya bütün ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücuda gelmiştir
2 Veya her biri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır
3 Yahut da ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur
Fakat bu aklî ihtimallerin üçü de batıldır Çünkü:
Birinci ihtimale göre; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi tek başına yaratmağa kâfi gelmediğinden, ortaklaşa yarattıkları anlaşılır Bu da, ilâhların hepsinin aciz ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder Çünkü ilâh olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl (yetkinlik) ile muttasıf bulunmak şarttır Aciz olan ilâh olamaz O halde bu ihtimâl batıldır
İkinci ihtimale gelince; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi bağımsız olarak tek başına yaratmağa yeterli olduğundan, herbiri tam bir etkili kuvvet ve bu âlemin yaratıcısı olur Böyle olunca bir eserin iki veya daha fazla müessirden meydana gelmesi, yani bir malûl üzerine iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin tevarüdü (birbiri arkasından gelmesi) gerekir Bu ise batıldır Çünkü bu, hasıl olan bir şeyin tekrar tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası mutlaka lüzûmsuz olur Lüzûmsuz olan ise ilâh olamaz
Üçüncü ihtimale göre; eğer bu âlem ilâhlardan yalnız birinin irade ve kudretiyle meydana gelmiş, diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa; tercih edici olmadan tercih gerekir Bu ise batıldır Çünkü ilâhların hepsi kemâl ve kudrette eşittir O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da diğeri yaratmadı? Yaratıcı niçin bu ilâh da öbür ilâhlar değil? Müreccihsiz (tercih edicisiz) tercih, aklen fasittir, batıldır Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar devre dışı kalacaklarından, aciz, dolayısiyle zaid ve lüzûmsuz olurlar Halbuki, bu ihtimallerin hepsi batıldır Bütün bu ihtimaller batıl olunca, çok ilâh nazariyesi de batıl olur
Görüldüğü üzere bu delil Allah'ın birliğini ispat eden kuvvetli bir delil ve burhandır (Dr A Arslan Aydın, a g e , 282-286)
c) Burhan-ı Tatbîk: Teselsül, her birinin varlığı daha öncekinin varlığına bağlı olarak birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı varsayılan sonsuz bir silsiledir Sonsuz olduğu ileri sürülen olaylar silsilesinin, sonlu olduğu, dolayısiyle teselsülün batıl ve muhâl olduğunu ispat eden aklî ve mantıkî delile burhan-ı tatbîk denir (Dr Ali Arslan Aydın, a g e , 99-100)
__________________
|