Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #289
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




CEHMİYYE

Cebriyye mezhebinin önde gelen kollarından biri
Cehmiyye fırkası, ismini kurucusu Cehm b Safvân (ö 128/745)'dan almaktadır Cehmi'den, mezhebler tarihi kaynaklarında çeşitli vesilelerle oldukça fazla söz edilmektedir Cehm b Safvan'ın hayat seyri ve şahsî görüşlerinin fırka üzerinde büyük etkisi vardır
Cehm b Safvan, Halku'l-Kur'an (Kur'an'ın yaratılması) meselesinde, Kur'an-ı Kerîm'in yaratılmış olduğunu ilk defa ortaya atan ve Allah'ın sıfatlarını nefyeden Ca'd b Dirhem'in talebelerindendir Ca'd b Dirhem, Hz İbrahim'in "Allah'ın dostu" olduğunu ve "Allah'ın Hz Musa'ya hitabı"nı inkâr ettiği için Basra Valisi Hâlid b Abdullah el-Kasrî tarafından 124/741 yılında bir nevî kurban edilerek öldürülmüştür (İbnu'n-Nedîm, el-Fihrisî, Leibzig 1870, s 337; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbad I955, Il, 621)
Cehm, Horasan kumandanı el-Haris b Süreyc'in idaresinde kâtiplik ve dahilî yardımcısı hizmetlerde bulunmuştur Kendi görüşlerini yaymak maksadıyla zamanın sultanına bile karşı geldi ve nihayet Müslim b Ahvez el-Mazenî onu Emevîlerin son zamanlarına tekabül eden 128/745 yılında Merv'de öldürdü Cehm'in görüşleri daha çok Tirmiz ve Merv civarında yayılmıştı
Cehmiyye'nin tesirinde ortaya çıkan Cebriyye fırkası, esas itibariyle ikiye ayrılır:
Birincisi: Cebriyye-i Hâlisa, ismiyle tanınan gruptur ki, bunlar fiilin işlenmesinde kula hiç bir kudret tanımazlar Bu fırkaya göre fiil tamamen Allah tarafından işlenir Kul bunlara göre tamamen sorumsuzdur
İkincisi: Cebriyye-i Mutavassıta' dır Bunlar birincilerden biraz daha ılımlıdırlar Kula bir kudret tanırlar; ancak, bunun fazla büyük bir etkisi yoktur Bir nevî kulun kudreti temsilen vardır, derler
İşte Cehmiyye fırkası, bunlardan birinci gruba, yani Cebriyye-i Hâlisa' ya girer Cehm b Safvan tam bir Cebriye-i Hâlisa'ya mensub kişi idi ve görüşlerini bu fikirler üzerine binâ etmişti (eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1984, I, 85)
Şimdi de, Cehmiyye'nin görüşlerini tek tek inceleyelim Cehmiyye, esas itibariyle Cebriyye mezhebinin görüşlerini paylaşmakla beraber, aynı zamanda ezelî sıfatların nefyi konusunda da Mutezile ile uyum sağlamaktadır Bu benzerliklerin dışında Cehmiyye'nin bazı farklı görüşleri vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:
1-Yüce Allah'ı yaratıkların sıfatlarıyla vasıflandırmak caiz değildir Zira bu durum, teşbihi, yani Allah'ı kula benzetmeyi beraberinde getirir Bundan dolayı, Allah'ın Hayy (diri) ve Alîm sıfatlarını nefyettiler Fakat, Allah'ın Kâdir (her şeye gücü yetmesi), Hâlik (yaratıcı), Mûcid (var eden), Muhyî (hayat veren), Mumît (öldüren) ve Fâil (yapan) sıfatlarını kabul ettiler Çünkü yaratıklar bu kabul edilen sıfatlar ile vasıflandırılamazlar Bu vasıflar sadece Allah'a mahsustur (el-Bağdadi, el-Fark Beyne'l-Fırâk, Beyrut (ty), 211-212; Şehristânî, age, I, 86-87)
2-Yüce Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir Bu konuda şöyle söylerler: Allah'ın, herhangi bir şeyi yaratmadan önce bilmesi caiz değildir Yani ilim ve yaratma onlarca eşittir Çünkü, şayet Allah önce bilip sonra yaratsaydı, bu durumda Allah'ın ilmi ya olduğu üzere bâki olmuş olurdu, ya da olmazdı Eğer olduğu üzere bakî olmuş olursa, yani ilk olduğu, ilk hali üzere devam ederse ve herhangi bir ilâve olmamış olursa, Allah cahil olmuş olurdu Çünkü, ilim sahibinin ilmi daima gelişmeli ve artmalıdır Eğer olduğu gibi bâki olmamış olup, ilk hali üzere devam etmez ise o zaman da Allah'ın ilmi değişmiş demektir Değişen şey ise mahluktur, kadîm değildir, hâdistir Böylece Allah'ın ilmi hadis olmuş olur
Bu izah Allah'ın ilmi için yapılmıştır Kelâmı ise aynı şekilde bunlara göre hâdistir Dolayısıyla Kur'an mahluktur" derler
3- İnsan bir şey yapmaya kadir değildir İnsanın bir şey yapabilme gücü yoktur O fiillerinde mecburdur, kendisi hakkında yaratılan ve yazılan fiilleri yapmaya mecburdur O'nun ne kudreti, ne iradesi ve ne de ihtiyârı yani hürriyeti vardır Zira, Yüce Allah dışında kimsenin ne fiilî ne de ameli vardır Ameller insanlara ancak mecâzen nisbet edilir Nasıl ki, ağaç meyva verdi, su aktı, taş hareket etti, güneş doğdu ve battı, yağmur yağdı derken burada sözü edilen özneler o fiilî aktif olarak yapmamışlar, fakat bu fiiller onlara nisbet edilmiştir İşte, bunun gibi insana da mecâzî olarak insan şu veya bu şeyi yaptı deriz Burada esas fiilî yapan insan değildir, fakat ona nisbet edilmiştir O fiilî ona Allah yaptırmıştır Dolayısıyla insanın bir sorumluluğu yoktur İnsanın bütün fiilleri bir zorlama sonucu olduğuna göre, sevap ve ikâp da bir cebr sonucudur İnsan, tıpkı rüzgar önünde iradesiz kayıp giden bir yaprak gibidir
4- Cennet ve Cehennem son bulacaktır Cennet'e girenler, oradaki nimetlerden bir müddet istifâde ettikten, Cehennem'e girenler de belli bir müddet oradaki azabı tattıktan sonra Cennet ve Cehennem'in sonu gelecektir Onlar da son bulacaklardır, daimî bir ebedîlik söz konusu değildir Çünkü biz, evveli olmayan bir sonsuzluk düşünemediğimiz gibi, sonu olmayan bir sonsuzluk da düşünemeyiz Kur'ân' da sık sık geçen Cennet ve Cehennem ehli için sözü edilen " orada ebedî olarak kalacaklardır" (Birkaç örnek için bkz: Tâhâ, 20/76; Teğâbun, 64/9) ayetlerindeki "ebedîlik" sözünü hakiki bir ebediliğe değil de, te'kid ve mübalağaya hamlederler Cennet ve Cehennem'in daimî olmayacağına da şu ayeti delil getirirler: Mesut olanlar ise Cennettedirler Rabbi'nin dilemesi bir yana, sonsuz bir lütuf olarak, gökler ve yer durdukça, orada temelli kalacaklardır" (Hûd, 11/108) Onlara göre bu ayette "gökler ve yer durdukça" ifadesi bir şartı ve istisnayı ifade eder (Şehristâni, age, I, 88)
5- Kim Allah'ı hakkıyla bilir ve tanır, daha sonra lisanıyla inkâr ederse, o bu inkârıyla küfre düşmüş olmaz Çünkü, ilim ve marifet inkâr ile zâil olmaz O kişi mümindir Kısacası; iman yalnızca yüce Allah'ı bilmek; küfür ise yalnızca O'nu bilmemektir İman; tasdik, ikrâr ve amel diye kısımlara ayrılmaz, o sadece hakkıyla ma'rifettir Aynı zamanda, peygamberlerin ve diğer insanların arasında iman bakımından bir fark yoktur Çünkü, marifet birbirinden farklı olmaz (Şehristâni, aynı yer)
6- Allah'ın âhirette görülmesi caiz değildir
Ayrıca; bu farklı görüşlerin dışında, nakil olmadan, akılla iyi ve kötünün bilinebilmesi yani husn* ve kubuh* meselesinde de Mu'tezile' ile uyum göstermişlerdir
Abdulkâhir el-Bağdadî (öl 429/1037), ana hatlarıyla görüşlerini vermeye çalıştığımız Cehmiyye fırkasını yetmiş iki fırkadan birisi olarak kabul eder Bu ayrıma göre; Râfızîler yirmi fırka, Haricîler yirmi fırka, Kaderiyye yirmi fırka, Mürcie on fırka olarak, Cehmiyye ve Kerramiye ise başlı başına birer fırka kabul edilir Sonuçta da yetmiş iki fırka tamamlanmış olur (Bağdâdî, age, 25)
Cehmiyye fırkası canlılığını Hicrî beşinci asırda bile sürdürmüştür Daha çok Nihavend taraflarında yaygındı İsmail b İbrahim eş-Şirâzî bunları Eş'ariyye mezhebine davet etti Cehmiyye'den bir kısmı bu daveti kabul ederek ehl-i Sünnet arasına katıldılar
Cehmiyye fırkası, yukarıda sayılan görüşlerinde, özellikle Kur'an'ın mahluk olması meselesinden ve Allah'ın ilminin hâdis olması hususundan dolayı ağır tenkitlere ve saldırılara uğramıştır Birçok eserin Cehmiyye'ye reddiye olarak yazıldığı bilinen bir husustur Meselâ, Ahmed b Hanbel: "Kim Kur'an'ı okumanın yaratılmış olduğunu düşünürse o bir Cehmîdir ve Cehmî de bir kâfirdir" demiştir (İbn Ebî Ya'la, Tabakâtü'l-Hanâbile Kahire 1952, I,142) Yine ilk devir âlimlerinden el-Âcurrî (ö 360/970) rü'yet ile ilgili yazdığı eserini bir nevî Cehmiyye'ye cevap olarak ortaya koymuş ve bir yerde "Her kim kitap ve sünnete muhalefet eder, Cehm, Bişr el-Merîsî ve benzerlerinin görüşlerine razı olursa, o, kâfirdir" demekte ve bunu sık sık tekrarlamaktadır (el-Âcurrî, Tasdîku'n-Nazar bi'n-Nazar İlallâhi Teâla fi'l-Âhireti, Beyrut 1988, 34)
Her konu belli bir hassasiyeti ve dikkati gerektirmektedir Ancak, itikâdî hususlar daha farklı bir özelliğe sahiptir Zira burada sözkonusu edilen hususlar kişinin hem yaşayışını hem de âhiret hayatını etkileyecek inanç esaslarıdır Müslüman, dinini, iman esaslarını, bilmesi gerekenleri iyice öğrenmeli; eksik kalan yönlerini vakit geçirmeden tamamlamalıdır Neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu, kabul ve reddedilen hususları iyice bilmelidir Dolayısıyla kendisini zararlı fikirlerden korumalıdır


CEHR

Sesli, yüksek sesle söyleme, konuşma ve okuma Fatiha ve zammı sureyi namazda yüksek sesle okumaya "cehrî", alçak sesle, içinden okumaya da "hâfî"* denir
Cemaatle namaz kılarken, imamın akşam, yatsı namazlarının ilk iki rek'atında; sabah, cuma, bayram, vitir ve terâvih namazlarının da her rek'atında Fatiha ve zammı sûreyi cehrî, yüksek sesle okuması vaciptir Bunun ölçüsü şöyle tesbit edilmiştir: İnsanın kendisi işitecek kadar okumasına hâfî, başkasına işittirecek şekilde okumasına da cehrî denir
Tek başına namaz kılan kimse de sabah, akşam ve yatsı namazlarında Fatiha ve zammı sûreyi dilerse sesli, dilerse içinden okur Sesli okuması daha faziletlidir (Meydânî, el-Lübâb, I, 75) Geceleyin kılacağı nâfile namazlarda da aynı hüküm geçerlidir Namaz dışında da Kur'an-ı Kerîm'i okumak ibadettir Bu okuyuş cehrî (sesli) olabileceği gibi sessiz de olabilir Çünkü Peygamber Efendimiz (sas)'in her iki şekilde okuduğu da rivayet edilmiştir Ebû Hüreyre (ra)'ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (sas)
"Geceleyin Kur'an'ı bazen yüksek sesle, bazen de alçak sesle okurdu" (Ebû Dâvud, Tatavvu' 25) Bu konudaki çeşitli rivayetlere bakarak İslâm âlimleri bunlardan hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Ancak âlimlerin çoğunluğuna göre sessiz okumak daha faziletlidir Aslında bu, içerisinde bulunulan ortam ve kişinin durumuna göre değişir Kur'an okuyan kimse riyâ ve gösterişten kendisini kurtaramayacak ise içinden okumalıdır Bu onun için daha faziletlidir Böyle bir endişe bahis konusu değilse ve başkalarını rahatsız edecek bir durumda değilse, sesli okuması daha faziletlidir (İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Faziletleri ve Okuma Kaideleri, İstanbul 1980, 99-100)
Bunların dışında Allah'ın isim ve sıfatlarını anmak anlamına olan zikir de ya kalp ile ya da dil ile olur İmam Nevevî: "Zikrin en faziletlisi, kalp ve dil ile birlikte yapılan zikirdir İkisinden birini tercih sözkonusu olursa kalp ile yapılan zikir daha faziletlidir" (Nevevî, el-Ezkâr, Beyrut 1971, 8) demiştir


CELÂL

Azamet, ululuk, büyüklük, yücelik Celâl, Allah'ın azametini ifade eder Esmâ-i hüsnâ'dan biri olup, Mekke' de nazil olan Rahmân suresinde iki defa zikredilmektedir İlk geçtiği ayette Rabbin "vechini" (yüzünü) nitelerken, ikinci âyette bizzat Rabbin kendisini nitelemektedir
İlk geçtiği ayet: "Yeryüzünde bulunan herkes fanidir fakat celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin vechi (yüzü) bakîdir" şeklindedir (er-Rahman, 55/26-27) Rabbin kendisini nitelediği ayet ise şöyledir: "Celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin ismi ne yücedir!" (er-Rahmân, 55/78)
Cenâb-ı Allah'ın, Cebbâr, Kahhâr, Mütekebbir gibi yücelik ve sertlik ifade eden isimleri Celâl sıfatlarıdır Rab ve Rahmân gibi isimleri de Cemâl ve Celâl sıfatlarını kapsar
Hiç şüphesiz, ululuk Allah'a mahsustur O, hem zatı, hem sıfatları itibarıyla en yücedir O halde kula yaraşan, o yüce Rabbin emirlerine uymak; başkasının emrini O'nun emrinden üstün tutmamaktır Her şeyin mâliki ve sahibi O'dur İnsana bir yarar murad ettiğinde buna engel olacak; bir zarar murad ettiğinde de onu defedecek kimse yoktur
Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
Peygamber (sas), bir adamın şöyle dua ettiğini işitti: "Allah'ım, senden nimetin tamamını isterim!" Bunun üzerine Rasûlullah: "Nimetin tamamı nedir?" diye sordu Adam: "Ben bir duada bulundum ve bu dua sebebiyle hayır ummaktayım" diye karşılık verdi Hz Peygamber: "Cennete giriş ve Cehennem'den kurtuluş, nimetin tamamındandır" buyurdu Aynı zamanda Rasûlullah (sas), bir adamın: "Ya ze'l-Celâli ve'l-İkrâm" dediğini işitti ve bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sana icabet edildi (dua kapısı açılır), dilekte bakın" (Tirmizî, Daavât, 98)


CELD

Deriye vurmak veya deriyle vurmak Istılahta celd, zina eden gayr-i muhsan* mükellef erkek ve kadın ile zina iftirasında (kazf) bulunanların ve şarap içenlerin belirli yerlerine, belirlenen ölçülerde değnek veya kamçı ile vurmaktan ibaret olup, her bir vuruşa "celde" denir (Bilmen, Ö N, Hukûk-ı İslâmiyye, III, 202)
Celd, ya da dilimizde yaygın bilinişi ile celde, Kur'an'da "Zina eden erkek ve kadından her birine yüzer celde vurun" (en-Nur, 24/4) ve "Muhsan kadınlara zina iftirasında bulunup da dürt şahit getiremeyenlere seksen celde vurun"(en-Nur, 24/4) şeklinde iki yerde geçmekte olup; ilkinde zina suçu için, diğerinde kazf* suçu için ön görülen bir ceza olarak ifade edilmektedir
İslâm ceza doktrininde, celd uygulamasının ne tür suçlar için geçerli olduğu belli olmakla birlikte; celd'in mahiyeti, farklı suçlara, kadın ve erkeğe uygulanış tarzı ile, uygulamada kullanılacak değnek veya kamçının tipi gibi konularda İslâm hukuk ekolleri arasında bazı görüş ayrılıkları vardır
Celd yani değnek veya kamçı ile dövme cezası Kur'an'da zina ve kazf suçları için öngörülmüş; sünnette de, şarap içme suçu için uygulanmıştır Söz konusu suçlar, cezâsı celd olan "hadd" suçlarını teşkil eder Zina suçu için, muhsan olmayan kişiye uygulanacak ceza yüz değnektir Devlet başkanının, siyaseten (maslahat gereği), ek bir ceza vermesi durumu hariç, Hanefi hukukçular, çoğunluk hukukçuların aksine, bu durumda, celd cezasına ilâveten bir de sürgün cezâsı verilemeyeceği görüşündedirler Kazf suçu için belirlenen ceza seksen değnek olup, bunun yanında "şahitliğin kabul edilmemesi" gibi manevî bir ceza daha vardır Şarap içme suçu için de, kazf'te olduğu gibi seksen değnek vurulur Hanefîler bu konuda Hz Ömer'in uygulamasını esas almışlardır Çünkü Hz Peygamber, şarap içme suçu için kesin bir ölçü getirmemiş, Hz Ebû Bekr kırk değnek; Hz Ömer ise seksen değnek vurdurmuştur (Buhârî, Hudud, 86)
Celd'i gerektiren aynı nev'i suçların bir araya gelmesi halinde tek ceza ile yetinilirken; celdi gerektiren farklı suçların aynı anda ve aynı şahısta toplanması durumunda nasıl bir ceza uygulanacağı doktrinde tartışmalıdır Bu cümleden olarak, zina, şarap içme, kazf ve öldürme suçlarını işleyen kimsenin öldürülmesi gerektiği ifade edilmiştir
Celd cezasına bu suçlar dışında, ne tür bir ceza uygulanacağı Kur'an ve sünnette belirtilmeyerek, yetkili devlet organlarının takdirine bırakılan (ta'zir) suçlar için de uygulanabileceği kabul edilmiş; fakat, ta'zirde uygulanacak celde'nin üst sınırını on celde ile sınırlayan bir hadis bulunmasına rağmen, (Buhârî, Hudûd, 86) ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarı konusunda görüş birliği sağlanamamıştır Bununla birlikte, cumhurı fukâha* ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarının -siyaseten hüküm hariç- hadd cezalarında uygulanan ölçüyü geçemiyeceğini kabul etmişlerdir Hanefî hukukçuları, ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarının "üç"ten az, "otuz dokuz"dan fazla olamayacağını ifade etmişlerdir (Konevî (ö 978/1570_, Enîsu'l-Fukâha, Beyrut 1987, 173)
Celd uygulaması yapılabilmesi için, suçlunun cezaî ehliyete sahip bulunması gerekir Bu itibarla akıllı ve bâliğ olmayan veya suçu ihtiyarıyla işlemeyen kimseye celde vurulmaz Bunun yanında celd uygulanacak kişide "suç bilinci"nin aranıp aranmayacağı konusu tartışmalı olmakla beraber; insanın, içinde yaşadığı ülkenin kanunlarını bilmesi gerektiği farzedilerek ve vaki olabilecek kötüye kullanımların da önüne geçilmesi düşünülerek, yaptığı işin cezayı gerektiren bir suç olduğunu bilmeyen kimsenin de gerekli cezaya çarptırılması haklı görülebilir
Celd cezasında kullanılacak değnek veya kamçının, Hz Peygamber ve Râşit halifelerin uygulamalarından hareketle, kısa-ince veya kalın-iri olmayıp bu ikisi arasında orta yumuşaklıkta budaksız bir değnek veya düğümsüz bir kamçı olması gerektiği üzerinde çoğunluk İslâm hukukçuları görüş birliğine varmıştır
Celd, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin herkese eşit şekilde uygulanır Fakat, ilgili ayetin (en-Nisa, 4/25) de işaretiyle, köle ve cariyelere, hür kimseye uygulanan celdenin yarısı uygulanır İslâm toplumunda yaşayan zimmî* ve müste'men*ler şarap içme hariç, diğer suçlarda özellikle kazf suçunda büyük ölçüde müslümanlarla aynı hükümlere tabidirler (Zencânî Ebu'l-Menâkıb Mahmud b Ahmed (ö 656/1258), Tahrîcu'l-Furû' ale'l-Usûl, Beyrut 1982, 338-339)
Celd cezası uygulanırken, suçlunun helâkine sebep olacak veya derisini parçalayacak şiddette olmamasına dikkat edilmesi gerektiği belirtilmiş ve bunu sağlamak için de, celdeyi uygulayan kişinin, kolunu omuzdan değil de dirsekten hareket ettirerek vurması gerektiği ifade edilmiştir Bu cümleden olarak hep aynı yere vurulmayıp, baş, yüz ve diğer sakıncalı organlar hariç vücudun muhtelif yerlerine dağıtılması öngörülmüştür
Hastalara celde cezası uygulanırken suçlunun özel durumu gözetilir Meselâ hastalık, aşırı zayıflık, hamilelik vb gibi özel durumların söz konusu olması halinde cezanın hafifletilmesi ve ertelenmesi mümkündür (Mavsılî (ö 683/1284), el-İhtiyâr, IV, 87)
Celd cezası, ayetin "müslüman bir topluluk bu rezânın uygulanışına şahit olsun" (en-Nur, 24/2) ifadesi gereğince, alenî olarak uygulanır Hatta caydırıcılık yönü dikkate alındığında, aleni uygulamanın dayak korkusu ve acısından daha ön plânda olduğu da söylenebilir
Celd cezasını uygulamaya devlet başkanı yetkilidir Bu itibarla, devletin yetkili organlarına haber vermeden celd uygulaması yapılamaz Ceza yetkisinin bu şekilde tek elde toplanması zulme ve keyfî uygulamalara engel olması bakımından önemlidir
Özellikle şarap içme ve zina suçlarında, celd'in sırf Allah hakkı için olduğu ifade edilerek, cezanın zaman aşımıyla veya suçlunun, haddin ifasından önce ya da ifâ esnasında ikrarından vazgeçmesiyle düşeceği kabul edilmiştir (Mavsili, el-İhtiyâr,1V, 82-83, 97)
Bütün bu hususlar göz önüne alındığında, İslâm ceza hukukunda, diğer hadd cezalarında olduğu gibi, celd cezasında da, caydırıcılık vasfının ve suç-ceza dengesinin ön plânda olduğu, cezada amacın suçluya işkence etme değil; onu islah etme, onu ve toplumu suça yönelmekten sakındırma olduğu söylenebilir


el-CELÎL

Cenâb-ı Allah'ın, Celâlet ve ululuk sahibi anlamına gelen güzel isimlerinden biri Celâlet ve ululuk ancak Allah'a mahsustur Her yerde, her zaman hazır ve nazır olan Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır Ululuk ve ikram sahibi manasını taşıyan "Zü'l Celâl-i ve'l-İkram" tabiri, "(ancak) azamet ve ikram sahibi olan Rabbi'nin zatı baki kalacaktır"(er-Rahman, 55/27) ve "Âzamet saltanat ve ikram sahibi Rabbi'nin adı ne yücedir" (55/28) şeklinde Kur'an'da güzel isimler arasında zikredilir Hz Peygamber, sahih kitaplarda nakledildiğine göre; Zü'l Celâl-i ve'l İkram diyerek Allah'a zikretmeye devam ve bunda sebat edilmesini, bu terkibin dualarda çokça söylenilmesini tavsiye etmiş ve bunun Allah katında en hayırlı ve en üstün bir amel olduğunu buyurmuşlardır Yine o; "Her şeyin bir aynası vardır Kalplerin aynası ise aziz ve celil olan Allah'ı zikirdir " buyurmuşlardır

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla