gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
ed-DARR
Dilediği kuluna zarar veren; O'nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen
Elem verici şeyler yaratan anlamında Allah'ın isimlerinden biri Zıddı, en-Nâfi'dir
Menfaatleri ve mazarratları yaratan, ancak Allah'tır Bütün olaylar sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yok olanı var edemez Onlar ancak insanların elinde birer tutamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmıştır İnsanın menfaat ve zararlarına hâkim ve rakipsiz müessir ancak Allah'tır O, insanlara, menfaat ve zararları ayırd edici kuvvet vermiştir Yani insanlar akıl ve ilimle hayır veya şerri birbirinden ayırabilirler Dünya imtihan yeridir ve zâhirde kötü olarak görünen, aslında iyi olabilir veya bunun tersi de mümkündür Bunun sırrını ancak Allah bilir
Sözlükte "darre" zarar vermek demektir Zarar da aynı şekliyle dilimize geçmiştir: ed-Dararü İsm-i fâil olan ed-dârr, meselâ "durrin" şeklinde şu âyette geçmekte ve Allah'ın kullarına zarar vericiliği sıfatını açıklamaktadır: "Allah sana bir zarar isabet ettirecek olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse kaldıramaz Eğer sana bir hayır (nimet) da dokundurursa, işte o, her şeye hakkıyle Kadir'dir " (el-En'am, 6/17) Diğer âyetlerde de, Allah'ın bir zarar vermeyi dilemesini hiçbir şeyin önleyemeyeceği; yine bir hayrını da hiç bir şeyin engelleyemeyeceği açıklanmaktadır Dönekler, Allah'a hiçbir zarar veremez (Ali İmran, 3/144) Sapıklık, Allah'ı bırakıp kendisine bir zarar veya fayda vermeyen şeye tapan kimsenindir (el-Hacc, 22/12) Ehl-i Kitap, müslümanlara bir iyilik dokunduğu zaman, bu onların kötüsüne gider; bir kötülük dokununca da buna sevinirler (Ali İmrân 3/120) İnsanlar kendilerine bir zarar dokunduktan sonra Allah onlara rahmet ettiği zaman hemen âyetler hakkında hileye saparlar (Yunus, 10/21) Allah insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattırdığında, o, kötülükler başımdan gitti diye sevinir İnsan çok sevinen, çok öğünen bir mahluktur (er-Ra'd 11/10) İnsanlara zarar verenlere, Allah'ın hükümlerine karşı gelenlere Allah'ın zarar vermesi haktır
DÂRU' L-ADL
Adalet ülkesi Dâr, sözlükte; ev, mesken, kabile, yurt ve ülke anlamlarına gelir Adl veya adalet ise; doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, bir şeyi diğerinin eşi kılmak, aynı seviyede kılmak demektir Bir İslâm hukuku terimi olarak Dâru'l-adl, İslâm ülkesi anlamında kullanılmıştır Bir İslâm ülkesinde bütün halka eşitlik ve adalet esasları üzere hükmetmek gerekli olduğu için islâm ülkesine aynı zamanda "adalet ülkesi" denir Bunun karşıtı, Dâru'l-bağy'dir Bu ise, müslümanlardan bir grubun meşru idareye karşı, sahibinden geçerli bir delîle (te'vîle) dayanarak itâattan çıkması ve bağımsız bir bölgede askerî bir güçle hâkimiyet kurmasıdır İşte muhariplik sıfatları tanınan bu müslüman isyancıların hâkim olduğu bölge veya ülkeye de "Dâru'l-bağy" denilmektedir Buna, Dârul-cevr de denir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 334; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 283, III, 308; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 310; Ö N Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 334, 412; Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, Dârü'l İslâm, Dâru'l-Harb, İstanbul 1988,135-136)
İslâm'da adalet, genel anlamıyla, hak olan semâvî dinlerin getirdiği esaslara uygun olarak hükmetmektir Cenâb-ı Hak, bu esasları peygamberlerine vahyetmiştir Bunlarda, müslümanların birbirleriyle ve müslüman olmayanlarla, hatta düşmanla olan ilişkileri düzenlenmiştir Yerler ve gökler, adaletle ayakta durur Adalet mülkün esasıdır Zulüm ise, medeniyetlerin yıkılmasına ve saltanatların son bulmasına sebep olur
Âyet ve hadîslerde adalet teşvik edilmiştir Kur'ân'da şöyle buyurulur:
"Şüphesiz ki, Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı emreder " (en-Nahl, 16/90); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor " (en-Nisâ, 4/58); "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın " (En'âm, 6/152) Düşmana karşı bile adaleti emreden şu âyet, olgun insanı târif etmektedir: "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olun Bir kavme olan kîniniz, sizi adaletsizliğe sevketmesin Adaletli olun Çünkü o takvaya daha yakındır Allah'tan korkun Şüphesiz ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır " (el-Mâide, 5/8) İslâm, adaleti istemekle yetinmedi; bunun mukabili olan zulmü de kesin bir şekilde haram kıldı: "Ey Peygamber, sakın zalimlerin yaptıklarından Allah'ın habersiz olduğunu sanma Allah onların cezalarını, gözlerin belerdiği o zor güne bırakır " (İbrahim, 14/42)
Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulur:
"Bu ümmet, konuştuğu zaman doğru söylediği, hükmettiği zaman adaletle hükmettiği ve kendisinden merhamet dilenildiği zaman merhamet ettiği sürece hayır üzere devam eder " (İbn Mâce, Menâsîk, 103; et-Tergîb ve't-Terhîb, III, 171); "Yaratılmışların Allah'a en sevimlisi, ülkesini adaletle yöneten devlet başkanıdır Onların Allah'ın en çok buğzunu davet edeni de, ülkesini zulümle yöneten devlet başkanıdır " (Buhârî, Zekât, 16; Hudûd, 19; Müslîm, Zekât 91; Tirmizî, Ahkâm, 4; Cünne, 2, Zühd, 53; Ahmed b Hanbel, III, 305, 439, 444, 445);
"Ey kullarım, şüphesiz ki, ben zulmü kendime haram kıldım Sizin aranızda da haram kıldım Birbirinize zulmetmeyiniz " (Müslîm, Birr, 55; Ahmed b Hanbel, V,160); "Zulümden sakınınız Şüphesiz ki, Kıyamet gününde zulüm, karanlıklar demektir " (Buhârî, Mezâlîm, 8; Tirmizî, Birr, 83)
İslâm'ın istediği adalet, idare edeni, idare edileni ve insanlığı topluca kapsamına alır Bu; hükümde, idarede, vergi koymada, insanların maslahatını gözetmede hak ve görevleri dağıtmada, sosyal adaleti gerçekleştirmede, şahitliklerde kaza, infaz, had ve kısasların uygulanmasında, kadın ve çocuklarla birlikte aile konusunda, eğitimde, mülk edinmede, görüş, düşünce ve tasarruflarda fertle toplumu, dostla düşmanı, zenginle, fakiri, aydınla bilgisizi, işçiyle işvereni tatmin eden, toplumda huzur ve sükûn sağlayan bir adalettir
İslâm adaleti, muamelelerde, kazada, hak ve mal mülkiyetlerinde eşitliği ister Hz Ebû Bekir (r a )'in hilâfete gelirken yaptığı ilk konuşmada bu adalet anlayışının ipuçlarını bulmak mümkündür O, şöyle demişti: "Sizin işinizde güçsüz olanlar, benim yanımda, ben onların hakkını alıncaya kadar güçlüdür Güçlü olanlarınız da benim yanımda ben inşallah güçsüzün hakkını kendilerinden alıncaya kadar güçsüzdür " Hz Ömer (r a ) de Ebû Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektupta şöyle demiştir: "İnsanların arasında yüz hareketlerinde, adaletinde ve oturuşunda eşit davran ki; şerefli kimse, senden fazla bir şeyler koparacağı ümidine kapılmasın; zayıf olan da senin adaletinden ümidini kesmesin " (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî, VI, 718-719)
Hz Peygamber İslâm adaleti karşısında insanların eşit olduğunun kendi ailesinden çok sevdiği kızı Fatıma'yı örnek vererek şöyle ifade etmiştir:
"Sizden önceki kimseleri, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakmaları, güçsüz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ise, ona ceza vermeleri mahvetmiştir Muhammed'in hayatını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsa idi, onun elini de keserdim " (Buhârî, Enbiya, 54; Megazî, 53, Hudûd, 2; Müslîm, Hudûd, 9; Ebû Dâvûd, 2, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudud, 6, Nesâi, Sarık 6; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5)
İslâm adaletinin uygulandığı ülke ile bu ülkede meşru yönetime karşı isyan edenlerin kontrolü altındaki bölge (dâru'l-bağy) arasındaki ilişkiler, Hz Ali'nin Muâviye ve Haricîlerle olan ilişkilerine dayandırılır İki tarafın savaş sırasında birbirlerinin mal ve canlarına verdikleri zararlar, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tazmin edilemez İsyan ve savaştan önce veya sonra, mal veya cana verilen zararlar ise tazmin edilir Âsîlerin hâkimiyeti altında bulunan dâru'l-bağy, dâru'l-İslâm'dan sayılır Bu yüzden bu iki dâr arasında prensip olarak ülke ayrılığı mevcut değildir Ancak meşru idare ile âsîlerin idaresinin ayrı oluşu birtakım hukûkî sonuçlar meydana getirmektedir (es-Serahsî, el-Mebsut, X,127-128, XXIV,108; el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyi, VII, 141; Mâlik, el-Müdevvene, III, 48; İbn Kudâme, el-Muğnî, X, 60-61; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Kahire 1966, 61; Ebû Ya'la, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1938, 40; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1959, II, 211; Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 142; Ahmed Özel, a g e , 136-137)
İsyancıların (buğât) hâkimiyeti altındaki yerler yeniden adalet ülkesinin eline geçince, halkın daha önce yöneticilere ödediği zekât ve öşür gibi vergileri mahalline sarfetmedikleri anlaşılırsa, yükümlülerin bu vergileri yeniden ödemelerine istihsan yoluyla fetva verilir, fakat buna zorlanmazlar Âsî idarecilerin bazı tasarruflarının geçerliliği, velâyetlerinin meşru olmasından değil: tebaanın maslahatı için zaruret yoluyla kabul edilmiştir (el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyî, VII, 142; İbnü'l-Hümâm, Fethü'l-Kadîr, V, 338; Ö N Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye ve Kâmusu, III, 420)
Hanefilere göre bâğîlerin beldesinde adalet ülkesinden tayin edilen hâkimlerin İslâm'a uygun hükümleri geçerli olup, bu belde meşru idarenin eline geçince infâz edilir Hâkim, âsîlerden ise, adalet ülkesinin fâsıkları gibi sayılır Bu bölge, meşru idarenin eline geçince; eğer bu hâkimin verdiği hükümler, ehl-i adl hâkimine getirilirse, hâkim, kendi görüşüne uygun olanı veya ictihad konusu meselede verilmiş hükümleri geçerli sayarak uygular Haksız ve İslâm'a aykırı olanları geçersiz sayar Hanefîlerde geçerli olan görüş budur (es-Serahsî, a g e , X, 130, 135; el-Kâsânî, a g e VII, 142; Ahmed Özel, a g e , 131) (Ayrıca bk Dârü'l-İslam, Dârü'l-Harb)
DÂRÜ'L ACEZE
Acizler yurdu, düşkün ve kimsesizlerin barındığı yer
Kuruluşu bir asrı bulan müesseselerden biri Sultan II Abdülhamid, Sadrazam Halil Rıfat Paşa'y'a bir "düşkünler evi" yaptırmak üzere emir verir Bunun üzerine İstanbul'daki kimsesizler, başıboş gezen Gocuklar bir araya getirilip bakım ve yetiştirme çabasına başlanılır Küçükler burada büyüyüp bir sanat ve meslek edinmek üzere belirli bir eğitime tabi tutulurken; yaşlılar da ömürlerinin son yıllarını huzur içerisinde geçirmek ürere buraya alınırlar
Söylenilenlere göre buraya ilk para yardımını bizzat padişah, kendi imkânı ile yapar Sadrazam Rıfat Paşa ise, evindeki ban kıymetli eşya ve gümüş takımlarını satarak buranın inşaatını yapmaya harcar Bu arada çeşitli kişi ve kuruluşlardan bağışlar yapılır İnşaat bu şekilde tamamlanır Bina şu kısımlardan meydana gelmiştir: Bir erkek, bir kadın hamamı; altı aceze, iki hastane pavyonu; mutfak, çamaşırhane, çocuk yuvası, yetimhane, cami ve kilise Görüldüğü üzere, konuya Osmanlı toplumundaki bütün muhtaç insanları içinde barındıracak bir yuva olarak bakılmıştır
Müessese yıllarca toplumdaki kimsesiz ve bakıma muhtaç olan insanların önemli bir sığınağı olarak hizmet görmüştür Meselâ, çocuklar yetimhanede, yetişme çağına ait şartları büyük ölçüde bulabilmişlerdir Darülaceze'de çeşitli sanatlara ait çalışma imkanları sağlanarak buradaki insanların boş kalmaktan dolayı sıkıntı duymamaları sağlanmıştır
Zamanla birçok müessesede görünen bazı aksaklık veya istismarın Darülaceze'de de yaşandığına dair canlı şahitler bulunmaktadır Darülaceze'nin eskiden gelen disiplin ve düzeni bozulmuş olduğu gibi, hastalara gereken ihtimam ve şefkatin esirgenmekte olduğu anlaşılmaktadır Özellikle kimsesiz insanların daha büyük ihtimam ve şefkate ihtiyacı olduğu kabul edilirse, bu müessesenin işlerlik kazanması birçok işten daha önemli gözükmektedir
Bütün bunların yanısıra, Darülaceze'nin belediye gibi politik ve çeşitli yönlerden istismar edilebilecek bir organizasyona bağlı bulunması, onun aslî fonksiyonunu yapamamasına da bir başka sebep teşkil edebilir
DÂRÜ'L-AHD
Dârü'l-İslâm'la anlaşmalı ülke İslâm hukukunda kendileriyle mütareke ve zimmet anlaşması yapılan gayrimüslim (harbi) ülkelere daru's-sulh veya daru'l-ahd adı verilir Hanbeli doktrininde ülkeler arazi hukuku yönünden taksim edilirken, mülkiyetin aidiyetine göre müslümanların ele geçirdikleri topraklar dört grupta mütalaa edilmiştir Kuvvet yolu ile ele geçirilenler, halkının korkudan veya müslümanların izniyle terkettikleri topraklar, sulh yoluyla elde edilen topraklar Sulh ile elde edilen topraklar da, müslümanların mülkiyete ortak olduğu topraklar ve mülkiyeti gayri-müslimlere bırakılan topraklar diye ikiye ayrılır Barış anlaşması ile mülkiyeti cizye hükmünde bir haraç karşılığında gayri-müslimlere bırakılan yerlere darü'l-ahd denir Böyle ülkelerde yaşayan gayri-müslimler, yapılan anlaşmaya uydukları sürece orada yaşarlar Darü'l-ahd'in İslâm ülkesi sayılmaması, Hanbelilere ve İmam Maverdî'ye göre, arazi hukuku sebebiyledir Yine bu ülkeye harp ülkesi de denmemiştir Çünkü müslümanlarla sulh halindedir Ancak, bir ülkenin müslümanlara veya gayrimüslimlere nisbetinin iktidar, hâkimiyet ve İslâm ahkâmının uygulanmasına bağlı olması sebebiyle, Şafiî hukukçuları bu ülkenin, dârü'l-İslâm sayılması gerektiğini söylemişlerdir İmam Şâfiî'ye göre, gayri-müslimler, İslâm ahkâmının icrası şartı kabul edilmeden cizye üzere sulh yapamazlar Yapılsa bile, bu anlaşma, geçici bir mütarekeden ibaret olur Ebu Hanife de, böyle ülkelerle yapılan sulh ile, onların ehl-i zimme ve ülkelerinin dârü'l-İslâm olduğu kanaatindedir Ayrıca Hanbelî fukahası, anlaşmanın bozulması halinde, darü'l-ahd'e açılan harp sonucu bu ülkenin fethedilmesi halinde, yine darü'l-ahd kalacağı görüşünü savunmuştur Ancak, çoğunluğun görüşüne göre o ülke darü'l-İslâm sayılmıştır (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1984, 134 vd )
Darü'z-zimme, darü'l-muvadaa diye iki ayrı ıstılah daha vardır Buna göre sulh ile Dârü'l İslâm yapılan ülkeleri Hanefi fukahası ikiye ayırır Bunlardan darü'z-zimme; uzun süreli olarak İslâm kanunlarını tatbik üzerine anlaşma yapılan ülkelere denir Bunlar, ehl-i ahddirler Rasûlullah da Necranlılarla böyle bir andlaşma yapmıştır İmam Malik de aynı görüşü savunmuştur
İkinci olarak dârü'l-muvâdaa adıyla, İslâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla anlaşma yapılan ülkeler de vardır ki, bunlar, dârü'l-harp hükmündedir Dârül-muvâdaa'ya yapılan sulh ile, taarruz terkedilmiş olur Halkı ehl-i harp olduğundan bu ülkeye dârü'l-İslâm'dan silâh götürülmesi yasaktır (Ayrıca şahıs hukuku için bk Dârü'l-İslâm ve Darû'l-Harb)
İslâm hukukçuları hâkimiyet ve ahkâma göre ülkeleri temelde dârü'l-İslâm ve dârü'l-harp şeklinde ikiye ayırırlar Bu iki devlet arasındaki münasebetlerin harp ve sulh durumuna göre tartışmalı olduğu doktrinde, esas olarak gayri müslim her ülke için dârü'l-harp tabiri kullanılmış ve bu anlayış, orta ve yeni çağlarda gayri müslimlerle olan münasebetlerin harb esasına dayandırılmasından doğmuştur İslâm hukukunda "siyer" adı altında devletler umumi ve hususi hukuk kaideleri sistemleştirilirken kavramlara yaklaşım bir ülkenin İslâmî ahkâmı uygulayıp uygulamaması ölçüsüyle olmuş, ancak mülkiyet hukuku konusunda fukaha arasında ihtilaf görülmüştür (Ayrıca bk Emân, Harâc, Sulh
DÂRU'L-BAĞİ
İslâm devleti bünyesinde bir grubun İslâmî yönetime karşı çıkarak işgal altına aldığı bölgeye verilen isim
Müslümanlardan bir grup İslâmî yönetime karşı ayaklanıp kendilerince geçerli bir tevil (yoruma bağlı delil)'e dayanarak itaat dışına çıkar ve bağımsız bir bölgede askeri bir güçle hâkimiyet kurarlarsa, bunlara "buğat" (bağîler, âsîler) denir Bu isyancıların ele geçirdikleri ve hâkimiyetleri altına aldıkları bölgeye islâm hukukunda "dâru'l-bağy" denir İslâmî idarenin yönetim ve hâkimiyeti altındaki bölge veya ülkeye de "dâru'l-adl*" (adalet ülkesi) adı verilir (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1988, 135-136)
Devlet başkanlığı meşru yolla sabit olan halifeye İslâm'da itaat mutlaka gerekli ve ümmet için bir farzdır Ona karşı ayaklanmak ve savaşa girişmek yasaklanmıştır (el-Maverdi, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, Kahire 1386/1966, 5; İbn Kudâme, el-Muğni, Beyrut 1392/1972, X, 48) Bu hususta Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59)
Hanefilere göre, isyancıların bâğî* sayılması için müslüman olmaları gerekir Çünkü hristiyan veya yahudilerden olan zımmîler ayaklanır ve müslümanlara ait bir bölge veya beldeyi ele geçirirlerse bunlar "harbî" olur Zımmîler, müslüman isyancılarla işbirliği yaparak meşru İslâm idaresine karşı savaşırlarsa, statüleri değişmiş olmaz Çünkü bunlar müslüman olan isyancılar (buğât)'a tâbi sayılırlar (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr Trc , IX, 100, 101)
Bu duruma göre adalet ülkesi ile isyancıların ülke veya beldesi iç içe veya yan yana bulunabilmektedir Hz Ali'ye isyan eden, onun kanını müslümanların kan ve mallarını ve kadınlarını esir almayı mübah sayan, Ashab-ı Kiram'ı küfürle itham eden ve her günah işleyeni kâfir sayan Hârici ve benzeri fırkalar da asîlerden kabul edilmiştir (İbnü'l-Hümâm, fethu'l-Kadir, IV, 408 vd ; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III, 338) Adalet ülkesi yönetimi, âsilerle teslim olmalarına kadar savaşır Âyette şöyle buyurulur: "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını bulup barıştırın Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz de o tecavüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın Sonuçta Allah'ın emrine dönerse artık adaletle aralarını bulup barıştırın Her işinizde adaletle hareket edin Şüphesiz Allah, adaletli olanları sever " (el-Hucurât, 49/9)
İslâm hukukunda bu konu, Hz Ali ile Muâviye ve Hâriciler arasında vukû bulan savaşlara dayandırılır (M Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, Trc Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 142) İki tarafın harp sırasında karşı tarafa verdikleri zarar dört büyük mezhebe göre tazmin edilmez Ancak isyan ve savaştan önce veya sonra mal veya cana verilecek zararlar ise tazmin edilir (Mâlik, el-Müdevvene, Mısır 1323, III, 48; Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 61; Şirazî, el-Mühezzeb, Kahire 1379/1959, II, 211; İbn Kudâme el-Muğnî, X, 61-62)
Âsîlerin hâkimiyeti altında bulunan dâru'l-bağy, dâru'l-İslâm'dan sayılır Bu yüzden dâru'l-bağy ile dâru'l İslâm arasında temelde ülke ayrılığı yoktur Ancak idare ayrılığı, bazı hukukî sonuçlar doğurur (Ahmet Özel, a g e , 137)
Muharib isyancıların umumî maslahata yönelik tasarrufları geçerlidir Velâyetleri olmadığı halde topladıkları zekât, öşür, haraç ve cizye gibi vergilerin geçerli sayılması amme maslahatını korumak içindir Çünkü bu belde yeniden İslâm devletinin (dâru'l adlin) eline geçince, bu vergiler talep edilirse, halk çifte vergi ile karşı karşıya kalır Bu da onların gücünü aşan bir konu olur (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Kahire 1328/1910, VII,142; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1319, V, 338; Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 420; İbn Kudâme, a g e , X, 70)
Âsî yönetici kadı tayin edebilir Kadı ehl-i adl'den ise, bâğîlerden biri değilse İslâm'a göre hüküm verir ve bu hükümler daha sonra burası adalet ülkesine bağlansa da infaz edilir Kadı, bâğîlerden ise, Hanefilere göre şu görüşler söz konusudur: Onlar adalet ülkesinin fâsıkları gibidir; en sağlam görüşe göre fâsık kimse kadı olabilir Bölge, adâlet ülkesine bağlanınca, bu kararlardan haksız ve batıl olan varsa geçersiz sayılır Başka bir görüşe göre âsî kadı, hakem gibidir Hükmü, kadı'nın görüşüne uygunsa geçerli sayar, değilse iptal eder Bir üçüncü görüşe göre; âsî kadı'nın verdiği her türlü hüküm geçersiz olup infaz edilemez Ancak bu son görüşler daha çok Hâricîler hakkında ortaya çıkmıştır Hanefîlerde asıl olan ilk görüştür (es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1331, X, 130, 135; el-Kâsânî, a g e , VII, 142; İbn Nüceym el-Mısrî, el-Bahru'r-Raik, Kahire 1311, VI, 298-299; Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 307)
Hanefilere göre dâru'l-bağy'de işlenen zina, şarap içme kazf, öldürme, hırsızlık ve yol kesme gibi cürümlere ceza uygulanmaz Çünkü meşru idarenin onlar üzerindeki velâyet hakkı kesintiye uğramıştır Bu durumda sanki suç dârul harb'de işlenmiş gibidir Suçlu veya mağdurun hangi taraftan olduğu önemli değildir (es-Serahsî, a g e , IX, 204, X, 100, 130; el-Kâsânî, a g e , VII, 34, 45, 71, 80, 141, 168; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, V, 46) Ancak bunu, dâru'l bağy (âsiler bölgesi)'nde işlenen suçlar cezasız kalır, şeklinde anlamamak gerekir Âsiler belde veya ülkesinin kendi içinde yöneticisi ve kadı'ları olabilir Hatta İmam Şâfiî'ye göre, bir beldenin, bâğîler ülkesi sayılabilmesi için aralarında kendisine itaat ettikleri bir kumandanın bulunması şarttır Bu yüzden suç işleyenlere kendi içlerinde ceza uygulamaları mümkündür Ancak adalet ülkesi (meşrû idare), asîlere söz dinletemediği ve onlara hakim olamadığı işin, orada had cezalarını uygulamaya gücü yetmez
__________________
|