gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
DÂÎ
Davet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve teşvik eden kimse Arapça "deave" fiilinin ism-i faili olan kelime hu anlamıyla kullanıldığında, tarih boyunca insanları doğruya, hakka yöneltmek için Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerin birer dâî, yani davetçi olduğu anlaşılmaktadır Peygamberlerin insanları Allah'a çağırdıkları bir çok âyetlerle sabittir:
"(Ey Nebî) de ki: Benim yolum budur Ben ve bana uyarılar bilerek insanları Allah'a çağırırız " (Yusuf, 12/108)
"  Rabbim, doğrusu ben milletimi gece-gündüz Çağırdım  " (Nûh, 71/5)
"Ey inananlar, Allah ve Peygamber sizi hayat verecek şeye (İslâm şeriatına) çağırdığı zaman ona uyunuz" (el-Enfâl, 8/24)
"(Musa), ben sizi kurtuluşa (her yönüyle İslâm'ı kabule) çağırıyorum (ama) siz beni ateşe çağırıyorsunuz Siz beni Allah'ı inkâr etmeye çağırıyorsunuz ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum" (el-Hicr, 15/41-42)
Peygamberler insanları ebedî kurtuluş sebeplerine yani Allah'ın vahdaniyet ve hâkimiyetini kabule çağıran birer dâî oldukları gibi, ümmetlerinden bu görevi yapanlar da Kur'ân diliyle medhedilmişlerdir: "  Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?" (en-Nahl, 16/33)
Aynı kelimeden türeyen dua da Allah'a yalvarma, Allah'tan dilekte bulunma, iman neticesi Allah'ı çağırma manalarında kullanılır: "Rabbınıza yalvararak ve gizlice dua edin " (el-A'raf, 7/55)
"  Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim  " (11/186, 19/48, 72/20)
Allah'a samimiyetle inananlar, her zaman O'na dua ederken; insanların bir çoğu darda kaldıkları zaman Allah'a dua eder, genişliğe erince hiç dua etmemiş gibi hayata devam ederler; ya da Allah'a ortak koşarak O'na dua ederler Bu tür dualar sahibine fayda vermediği gibi azgınlıklarını da artırır:
"İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner  " (Yunus, 10/12)
"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar, ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen eş koşarlar  " (el-Ankebut, 29/65; ez-Zümer, 39/8)
"O gün Allah, bana ortak olduklarını iddia ettiklerinize seslenin der Onları çağırırlar fakat hiç birisi onların çağrısına gelmez" (el-Kehf 18/52; Kasas, 28/64)
"Allah'tan başkasına yalvarma Öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun " (Yunus, 10/106; ve 26/13, 28/88)
Öte yandan İsmailiye, Karmatiye ve Dürziye mezheplerinin esaslarını halk arasında yaymakla görevli kimselere de dâî denilmektedir
İslâm'ın dâîleri, peygamberler ve onların yolundan giden halis müminlerdir Ancak İslâm itikâdî mezhepleri incelendiği zaman, Şiîlerde, imamın kendisi için bir dâî tayin etmesi zorunludur Ayrıca ve özellikle Batıniyye mezhebinde dâîlik, insanları mezheblerine davet etmek, yedi mertebede tahakkuk etmek üzere âdeta müessese halinde yaşamaktadır Bütünü, temelde muhatabı aldatmaya dayanan söz konusu yedi mertebe şunlardır:
a) Teferrüs: Dâî, gizliliğe uyma hususunda, sağlam ve zâhirî şeyleri batınî anlama gelecek şekilde yorumlayabilmelidir Aldatabileceği ve aldatamayacağı kimseleri tanımalıdır Her insana durumuna göre konuşmalıdır İbadete meyilli kişiyi mezhebine çağırmak istiyorsa, onu ibadete ve zühde sevkeder Sonra ona ibadet ve farzların sebeplerini sorar, böylece onu şüpheye düşürür
b) Te'nis: Teferrüse yakın olan bu hileli yol; insanın kendi mezhebiyle ilgili olarak benimsediği şeyleri gözünde süslemek, sonra da ona benimsediği şeylerin yorumunu sorarak onu inançları hakkında şüpheye düşürmektir
c) Rabt: Davet olunacak şahsı, şeriatın esaslarını tevil isteği hususunda merakta bırakmaktır
d) Tedlis: Şeriatın zâhirî hükümlerinin (namaz, oruç, hacc, hadler ) kullara azab vermekten başka bir şey olmadığını söyleyerek, etrafındakileri batınî (gizli) manaları kabule müsait hale getirmek Bu hususta "İnananlarla iki yüzlüler arasına, kapısının içinde rahmet ve dışında azab olan bir sur çekilir" (Hadid, 57/13) âyetini ileri sürerler
e) Teşkik: Davet edilen şahsı, "Neden insanın iki kulağı, bir dili var? Tatlı su balığı ile deniz balığını ayıran özellik nedir? Neden sabah namazı iki rekat, öğle dört, akşam üç rekattır? Sûre başlarındaki hece harflerinin manaları nelerdir?  " gibi sorularla şüpheye düşürmek
f) Hal: Mezhebe çağrılan kişiyi şeriatın zâhirî hükümlerinden tamamen çıkarmak
g) Sulh: İslâm'dan tamamen uzaklaştırmak Haramların helâlleştirilmesi
Bu sıralamalarla dâîler, muhataplarını İslâm hakkında cevap veremeyecekleri tarzda şüpheye sevkettikten sonra, kendi batıl görüşlerini ileri sürerek muhatabı batınî mezhebini kabule zorlarlar
Konu üzerinde araştırma yapanlara göre Batıniyye davetini kuranların başında, Irak valisinin cezaevinde birbiri ile tanışan Cafer b: Muhammed es-Sadık'ın kölesi Meymun b Deysan ile Muhammed b el-Hüseyin gelmektedir Propagandalarına Dendan ve Tuz dolaylarında başladılar Şia'nın gulatından olan Hulûliyye'nin sapık fikrini benimseyen bir grup, Deysan'ın davetine kulak verince o da kendisinin Muhammed b İsmail b Cafer ı es-Sadık'ın oğullarından olduğunu iddia etti ve bunu kabul ettirdi Sonraları Batıniyye mezhebine davet eden Hamdan Kırmıt (Karmat) diye biri ortaya çıktı Karamita bu adama nisbet edilir Davet hususunda, bunu, Ebu Said el-Cennabî takip etti Mısır'da 358-567/968-1171 yılları arasında hüküm süren Fatımî hanedanı, mezhebin kurucularından ve davetçilerinden Meymun b Deysan el-Kaddah'ın devamıdır İran Karmatîleri de Hamdan Kırmıt'ın kardeşi Me'mun'un devamıdır Nişapur'da bu mezhebin eş-Şaranî diye bilinen bir grup dâîleri zuhur etti Haccac orada vali iken de öldürüldü
Tarihi kaynaklara göre, Batıniyye'nin daveti el-Me'mun zamanında ortaya çıktı, El-Mutasım zamanında yayıldı Batıniyye, kendilerinin kabul ettikleri Batınî inanışları üstün gören kimseleri "Usûs" olarak tayin ederlerdi Bunlar âyet ve hadisleri kendi esaslarına göre yorumlarlardı Mecusilerin inançlarıyla Batıniyye'nin inançları birbirine benzerlik göstermektedir Nur ve zulmeti, iyi ve kötüyü yaratan iki ayrı yaratıcı kabul eden Mecûsilere karşılık Batıniler de bu âlemin idarecisi olarak ilâh ve nefsi, diğer bir ihtimalle akıl ve nefsi kabul ederler Ateşe tapma benzerliklerini de, Bermekiler'in er-Reşid'e süslü bir şekilde Kâbe'nin ortasında, üzerinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak bir buhurdanlık koymasını söylemekle ve mescidlerde buhur yakmakla ortaya koymuşlardır
Dâî, Şia'da İsmailiyye mezhebinin mertebe silsilesinde beşinci derecede bulunur İsna aşeriyyenin oniki imamına mukabil, dâîlerden başka, Batıniler'in akidelerini yaymakla sorumlu olan oniki hüccetteri vardır ve bunların her biri Horasan, Irak ve el-Cezire'de davet ile meşgul olurlar İmamın ilmi de sadece sahibi Cezire ünvanına sahip kişilerce âleme yayılırdı Batınilerde sabık (Bâri Teâlâ); tâlî (akl); cadd (heyulâ); feth (hâlü mutlak); hayal (zaman-ı mutlak) tabirleri vardır ve bu tabirleri şer'î anlamlara uydurmak isteyenlere göre, sabık; kalem; tâli; levha; cadd; baht; men ve ifâya, vermeye ve yasaklamaya memur edilmiş olan melek; feth: cad'ın veziri olan Mikâil; hayal: Cibril'dir
Dürzilerde dâîler, daha aşağı mertebedeki ruhânîlerin başında bulunurlar Vazifelerinde kendilerine yardım etmek üzere Ma'zun ve Mukassir denilen yardımcıları vardır Selahiyetlerini tâlî adı verilen beşinci büyük ruhânî reisten alırlar Dâîlere "Dâ'îl İclâl: yüceliğe davet eden kimse" denildiği gibi; el-Cad ismi de verilir Dâîler, müminlere okunmak üzere mezhebin üstadlarından risale ve sicil alırlar
Dâî kelimesi, biri diğerinden daha aşağı mertebede bulunan şahıslara delâlet etmek üzere de kullanılır Karmatîler ile Fatımîler'in tarihlerinde "Dâî ed-Dua" tabirine rastlanır
En meşhur dâîler, Abdan ve Hamdan Karmat (Karmatî mezhebinin kurucuları) dir Hamdan Irak'ın ilk büyük dâîsidir Zikraveyh de, maiyetindeki dâîlerle Suriye ve Irak hudutlarındaki kasabaları tahrip edebilecek derecede bir kuvvet toplamaya muvaffak olmuş ve nihayet 294/906-907 yılında mağlup edilerek öldürülmüştür Ebu Said el-Cennabî (v 300/913) Ebû Abdullah Muhtasıb en küçük mertebede bir dâî olarak işe başlamış, askerî dehası ile Ketama kabilesinin başına geçerek Ubeydullah adına Kuzey Afrika'yı fethetmiştir Ubeydullah daha sonra Mehdi ilân olunarak 296/906 yılında Mısır'da Fatımîler hanedanı kurmuş ve Ebû Abdullah'ı kıskandığı işin, tahta geçtiği yıl (298/911) onu öldürtmüştür
DALÂLET
Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak mânâlarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir Nitekim "dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: " (Kardeşleri) dediler ki: Yusuf'la kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz Herhalde babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir" (Yusuf, 12/8)
Âyette görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir
Duhâ sûresinde de peygambere hitaben; "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7) buyurulmaktadır Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir
Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarına da kullanılır
Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız Dâll kelimesinin çoğulu olan "dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir
"Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur" (el-Bakara, 2/108)
"Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/116)
"Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur Kim Allah ve-Rasülü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb, 33/36)
Yukardaki âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Peygamber'i müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir
"İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum demişti " (el-En'am, 6/74)
Halbuki Hz İbrahim Kur'ân ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir Fakat akîde söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık  Dalâleti seçenlere karşı tavır budur
"  Allah, müminlere lütufta bulunmuştur Halbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler " (Âli İmrân, 3/164)
Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır:
"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde muhakeme olunmalarını isterler Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı Şeytan onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister " (en-Nisâ, 4/60)
İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk'ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır
Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına gelir Şöyle ki: "Onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler " (en-Nisâ, 4/113)
Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi'nin evine gizlemişti Ta'me'yi sıkıştırdılar O, müslüman olmasına rağmen yemin etti Yahudiyi sorguya çektiler O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler Zaferoğulları Rasûlullah'a gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler Ta'me'nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukardaki âyet indi
Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur Aşağıdaki âyet buna bir örnektir: Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla; "Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin " (el-Bakara, 2/282) Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet "ten türeyen, "dallet" sözcüğüdür
Peygamber (s a s )'in hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:
"Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız Çünkü sonradan uydurulan her şey bid'attır Ve her bid'at sapıklık (dalâlet)tır " (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5)
DÂLL
Yol gösteren, delil olan; delâlet eden
İsm-i fâil olan bu kelime Hz Peygamber (s a s )'in bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade edilmiştir
"Hayra delâlet eden, bizzat o hayrı yapan gibidir " (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut 1351, II 399)
Usûl-i fıkıh ve usûl-i tefsir terimi olarak "dâll" bilgi edinmeye götüren şeydir Diğer bir ifadeyle; çeşitli yollarla mana ve hükmün anlaşılmasını sağlayan şeydir Lafzın manaya delâleti, işaretin, yazının, sembolün herhangi bir şeye delâleti gibi  (Râgıp el-Isfahânî, Müfredât, 179) Delâlet, masdar olmakla beraber ism-i fâil olan dâll ve delil manasınadır
Mantıkçılara ve usulcülere göre delâlet, çeşitli kısımlara ayrılır Hanefi usulcülerine göre, lafzın hüküm ve manaya delâleti dört şekildedir:
1) Dâll bi'l-ibâre (ibaresiyle delâlet eden): Sözün, kastedilen manaya doğrudan ve bizzat delâlet etmesidir
"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin " (el-Bakara, 2/43) Bu âyet, ibaresiyle namaz ve zekâtın farziyetine delâlet etmektedir Âyetin indirilişindeki aslî maksat, doğrudan doğruya bu hükmü beyan etmektir Dâll bi'libâre, kesinlik ifade eder Kıyas ve zannî bir delille çürütülemez
2) Dâll bi'l-işâre (işaret yoluyla delâlet eden): Sözün söylenişindeki asıl maksat yanında bu maksatla ilgili diğer bir mânâya delâlet etmesidir: "Şayet bilmiyorsanız bilenlere sorun " (en-Nahl, 16/43) Bu âyet; bilmeyenlerin bilenlere sormasının gereğini ifade eder Bunun mümkün olabilmesi için de âlim yetiştirmenin gerekli olduğuna delâlet eder Zira âlimler olmasa sorup öğrenmek de mümkün olmaz İşte bu ikinci mana doğrudan doğruya âyetin zâhirinden anlaşılmıyorsa da, işâretinden anlaşılmaktadır Dâll bi'l-işâre de kesinlik ifade eder Fakat dâll bi'l-ibâre kadar kuvvetli değildir
3) Dâll bi'd-delâle (delâlet yoluyla delâlet eden): Sözün lugat yönünden delâlet ettiği mana ile birlikte diğer bir mana da hemen akla geliyorsa, buna dâll bi'd-delâle denir Bu delâlete "mefhum-ı muvâfakat", "kıyas-ı celî" de denir Meselâ: "Ana ve babaya öf deme Ve onları azarlama!" (İsrâ, 17/23) âyetinde ibare delâletiyle ana ve babaya "öf, usandım" demek haram kılınıyor Zira bu söz onları üzer Yasak da bu illetten dolayıdır Bu yasağın onlara eziyet vermemek için konduğunu kavrayan bir kimse, âyette söylenmemiş olsa bile onları dövme ve onlara sövmenin haram olduğunu da hemen anlar Bu türlü delâletin hükmü de Hanefilere göre kesinlik ifâde eder Kıyastan üstündür Kuvvet yönünden dâll bi'lişâreden sonra gelir Şafiîler dâll bi'ddelâle'yi kıyas derecesinde görürler
4) Dâll bi'l-iktizâ (iktiza yoluyla delâlet eden): Sözün doğru anlaşılabilmesi ve kabulü, söylenmemiş bir kısma bağlı bulunuyorsa, söylenmiş kısmın bu kısma delâletine dâll bi'l-iktizâ denir Meselâ: "Size analarınız kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kızkardeşlerinizin kızları, süt analarınız, süt kızkardeşleriniz, kaynanalarınız  haram kılınmıştır " (en-Nisâ, 4/23) Bu âyet kastedilen "haram"lık, belirtilen kimselerin bizzat kendileri değil, onlarla nikâhlanılması durumudur Tarifimize göre âyette "nikâh" sözü geçmemiş, fakat şahısların zikredilmesiyle bu manâ anlaşılmıştır Hz Peygamber (s a s )'ın sözü de bu kabildendir:
"Ümmetimden hata, unutma ve Zorlandıkları şey kaldırılmıştır " (Aclûnî, a g e l, 433) Hadis-i şerif, hata, unutma ve zorlanmanın değil, bunlardan doğan hüküm ve sorumluluğun kaldırıldığına delildir Zira bunların bizzat kalkması bahis mevzuu değildir (Abdülkerim Zeydân, el-Veciz, İstanbul 1979, 301-310; Ö N Bilmen, Hukuku İslâmiye ve lstılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1976, I; 86-91)
DARB-I MESEL
Bir durumu temsil yoluyla anlatmak maksadıyla eskiden beri söylenegelmiş hikmetli ve meşhur söz veya atasözü
Mesel kelimesi lugatta benzer, nazir, delil, hüccet, bir şeyin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir Bunlara Türkçe'de atasözü, söylenmesine de darb-ı mesel adı verilir Kur'ân-ı Kerim'de bir çok meseller vardır Bunlardan bazıları, övmek veya kınamak için getirildiği gibi, sevap ve cezanın önemini yüceltmek, tahkir etmek için de olabilir İşte buna göre darb-ı mesel: "Herhangi bir misali yerinde kullanmak ve tatbik etmek" şeklinde tarif edilebilir Nitekim Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'deki ilâhi hakikatları ve güzel hikmetleri insanların kolayca anlamaları için çeşitli meseller getirir
Kur'ân-ı Kerim'in anlatım ve tebliğ metodlarından biri misal getirmektir Bazı insanlar, yalın sözü anlayamaz Yalın söz doğruyu en iyi ifade eden bir anlatım şekli olduğu halde, insanların bilgisizliği ve söze delil istemeleri sebebiyle bazen onlara misaller getirilir Bu misaller, Allah'dan başka dostlar, yardımcılar, ilâhlar, hâkimler edinenlere bir meydan okuma havası taşır Misal, sözü geç anlayana, yalın sözden kaçana, hakkı görünce yüzünü asana verilir ki onun anlatması kolaylaşsın da imân edenlerin karşısına imansızlık ve inkâr anti tezi ile çıkmasın
Kur'ân'ın getirdiği misaller, dış dünya ile ilgili olup, bunlar duyu organları ile kavranan ve insanların içinde bulundukları sosyal hayattan alınan misallerdir Bizzat insanların kendi kendilerine misalleri gibidir (ez-Zümer süresi, 39/27) âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Kur'ân'da insanlara her misali getirdik, ola ki düşünür ve öğüt alırlar " Diğer bir âyette de yüce Allah bu mesellerin getiriliş gayesini daha açık ifadelerle anlatarak; "Biz böylece onları insanlar için misaller getiririz, umulur ki, onlar düşünürler" (el-Haşr, 59/21) beyan buyurmakta ve verilen misaller üzerinde insanları düşünmeye davet etmektedir
İşte insan zihninin de mimarı olan Yüce Allah, onun yapısını en iyi şekilde bildiği için,sapıklık ve dalâlet bataklığında olan kâfirler belki düşünür de ibret alırlar diye bu misalleri getirdiğini, hatta bir sivrisineği veya ondan da küçük bir şeyi bile misal getirmekten haya etmesinin söz konusu olmayacağını açıklamıştır (el-Bakara, 2/26) Çünkü bazen sahifeler dolusu izah ve açıklama birkaç kelimelik bir darb-ı mesel ile ifade edilebildiği gibi, bir kaç kelime veya benzetme, muhatabın zihninde uzun uzun açıklamalardan daha derin iz bırakabilir Nitekim, bugün insanoğlu kendi eliyle yaptığı bilgisayar veya bir uçağa hayran kalmaktadır Fakat hayranı olduğu bilgisayar, bir beyin hücresinin yanında bile oldukça iptidâi ve kaba olduğu gibi; en son sistemlerle donatılmış, idrakten mahrum mekanik bir uçak da küçük bir sivrisineğin akıllara durgunluk veren yapısı karşısında sözü bile edilemeyecek kadar basit kalır İşte Allah Teâlâ böyle misaller vererek, insanların taklitçiye değil; eşyanın ve bütün bu muazzam kâinatın yaratıcısı, plânlayıcısı, sahibi olan kendisini gerçek Rab tanımaları için düşünmeye sevk etmektedir
Bir misal getirilirken, umumiyetle bu misal sağduyuya ve tutarlı düşünceye uygun olduğunda, doğru veya gerçek bilgi elde edilebilir Aksi taktirde, ters yöndeki bir zihnî faaliyet, bu gerçek bilgiden uzaklaşmaya vesîle teşkil eder ve büyük yanılgıya sebep olur Nitekim Yüce Allah böyle bir duruma işaret ederek, şöyle buyurmaktadır: "Dikkat et, sana nasıl da misaller veriyorlar da bu yüzden sapıttılar Artık bir yolda bulamayacaklar " Onlar "Biz kemik ve ufalanmış toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir yaratık olarak dirilip kaldırılacağız? dediler De ki, İster taş olun, ister demir, ister gönlünüzde büyüyen (aklınıza tuhaf gelen) her hangi bir yaralık olun (Allah sizi mutlaka diriltecektir) "Bizi kim tekrar hayata döndürebilir?"diyecekler De ki: "Sizi ilk defa yaratan (diriltecek)  " "Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve "Ne zaman o?" diyecekler De ki: "Yakın olması umulur" (el-İsrâ, 17/48-52)
Materyalist bir düşünce ile, insanın öldükten sonra dirilmesini imkânsız gören; dünyevî tecrübesinden çıkardığı bir sonuç ile, toz ve kemik yığınından ibaret gördüğü ölüm sonrası halini inkâr eden kişiye Allah Teâlâ, ilk yaratılışın daha zor olduğu halde; kendisine bunun bile zor gelmediğini hatırlatmaktadır Böylece muhataba, yani inkârcıya ikna edici aklî bir cevap vermektedir
İşte Kur'ân'daki darb-ı meseller bu tür hakikatleri, insanların anlayabileceği seviyede açıklayarak hem aklî, hem de ikna edici bir şekilde anlatmaktadır
DARGINLIK
Dargın olma, küsme, gücenme hâli; kırgınlık, konuşmama
İslâm'da dargınlık hâli, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu hâlin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir (Buhârî, Edep, 57, 62; Müslim, Birr, 23, 25)
Bu, alelâde günlük vakalar içindir Ayrıca, "yüz çevirme" denilen bir dargınlık türü de vardır ki, asîler ve fasıklara karşı yapılır Dârü'l İslâm' da yaşayanlardan müslümanlar arasında kesinlikle ayrılık söz konusu olamaz Eğer küskünlük meydana gelmiş, nefslere uyulmuşsa, Allah'ın şu emri tatbik edilir: "Muhakkak müminler kardeştirler Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, size rahmet edilsin " (el-Hucurat, 49/10)
Hz Peygamber de şöyle buyurur:
"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla küs bırakması helâl değildir İki mümin karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu tarafa, öbürü öte tarafa çevirir Halbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır " (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII 145)
Yüz çevirmeye gelince; bu, asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır Tebük gazasına katılmayıp geride kalan Kâ'b ibn Mâlik, Mürâre İbn Rebî' ve Hilâl İbn Ümeyye adlarındaki üç sahabî ile Hz Peygamber'in emriyle elli gün hiçbir müslüman konuşmamış, onlara selâm bile verilmemiş ve selâmları alınmamış, onlara güleryüz gösterilmemiş, tamamen dışlanmışlardı Kâfirlere karşı düzenlenen cihat harekâtından geri kalan bu üç kişiden Kâb, bizzat, yaşadığı o acıklı durumu şöyle anlatır:
"  Sonra Rasûlullah müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu Herkesten ayrı kalmıştık Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman  " Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tevbe etmişlerdi Nihayet Allah Teâlâ onları affedip haklarında şu âyeti indirdi:
"Ve Allah savaştan geri kalan o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu Bütün genişliğiyle beraber yeryüzü başlarına dar gelmiş canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'tan, yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı Allah onların tövbesini kabul Buyurdu ki tövbe etsinler Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir " (et-Tevbe, 9/118)
Bu âyet indikten sonra, kendilerinden yüzçevirilen üç sahâbî büyük bir sevinçle ümmetle bütünleşmişlerdi (Hadîsin ve olayın tam metni için bk Buhârî, Meğâzî, Gazvetü Tebük
Bu olay göstermektedir ki, İslâm toplumunda müslümanlar bir vücût teşkil ederler Onlar, birlik ve bütünlük içinde topluca Allah'ın şerîatına sarılırlar, Ümmete aykırı düşenler hemen toplum dışına itilirler Ka'b ve arkadaşlarının başına gelen olay ayrıca İslâm toplumunun samimi bir iletişim düzeni kurmasının önemini; Allah rızası için dostluk kardeşlik bağı ile bağlı olan müminlerin cemâat anlayışında bulunması gereken aşıklık ve netliği: davanın mükellefiyetlerine göğüs germe, verilen emirlere değer verme ve müşrûiyyet dairesinde itirazsız itaat etmenin ehemmiyetini; müslümanlardan ayrı düşüldüğünde nasıl pişman olunduğunu da anlatmaktadır
Rasûlullah (s a s ) Müslümanların birbirine buğz etmelerini, arka çevirmelerini, hased ve birbirleriyle alay etmelerini yasaklamıştır (Buhârî, Edep 57; Müslim, Birr, 24, 28; Tirmizî, Kıyâme, 54) Rasûlullah, İslâm toplumunda da insanlar arasında türlü geçimsizliklerin çıkacağını bilerek müminlere kesinlikle üç günden fazla birbirlerini bırakmamalarını emretmiştir Rasûlullah, müminlerin birbirlerine üç günden fazla küs durmalarının onları kin, nefret, buğz duygularıyla donatacağını ve doğal olarak zıtlaşmanın çatışmalara bile yol açacağını haber vermiştir
Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarfedilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir Günümüzde mezhep, meşrep vb görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir Netîce itibariyle her kim Rasûlullah'ın en güzel yoluna uymuşsa, cahilî, ilkel, kaba yobaz, ham softâ tavır ve tutumları bırakmak zorundadır Buna riayet eden müslümanlar asla dargın kalmazlar (Ayrıca bk Takvâ, Sulh, Hased, Kibir, Âdâb, Ahlâk)
__________________
|