gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
DÂRÜ'L-İSLÂM
İslâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; İslâm yurdu
Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır Ancak İslâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır
Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir İslâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir
Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir (İbn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak İmam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343) Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-İslâm" tabiri ise daha sonraları İslâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır
Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz Peygamber (s a s ) döneminde İslâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-İslâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir
İslâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez İslâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti Onun için fâkihler, dâru'l-İslâm'ı tarif ederken;
1) "İslâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların İslâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri,"
2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan,"
3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-İslâm; buna mukabil kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir " (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1982, 76)
İslâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır:
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır " Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır
"Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir " (diye) va'detti " (en-Nur, 24/55) ve:
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık " (el-Enbiyâ, 21/105)
Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir Bu hakkı elde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir:
"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir " (et-Tevbe, 9/123)
"Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur " (el-Bakara, 2/191)
Bu nass'lara göre; yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır İşte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir İslâm'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir
Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz:
"O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarsın " (et-Tevbe, 9/33)
İşte bu âyete baktığımızda, İslâm'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve İslâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir İşte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-İslâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir
Bu duruma göre dünya, "dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır Dâru'l-İslâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-İslam olabilmesi için orada İslâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir Burada tek ölçü yönetim şeklidir İslam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-İslam'dır Buna göre dâru'l İslâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez İslam devlet başkanının otoritesinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orası dâru'l-İslâm sayılır
Şafiîlere göre ise dâru'l-İslâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakinlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-İslâm'dır Buna göre, İslâm'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-İslâm'dır Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir (Ö N Bilmen, Hukuk-ı İslamiye Kamusu, III, 369-371)
Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslâm'ın hâkimiyet alanına almaktır Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-İslâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir
Dâru'l-İslâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir " (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkı ne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir Teşri sadece Allah'ın hakkıdır Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir Hz Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir
İslâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orası dâru'l-İslâm'dır Böyle bir yerde yasama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir Dâru'l-harp ise, İslâm'ın ve müslümanların yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir
Dâru'l-İslâm'da yasama: İslâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatifindedir Teşri hakkı ne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır Bu yasama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-İslâm olamaz Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir Bu sebeple orası artık müslümanların hâkimiyeti altında değildir Dolayısıyla orası dâru'l-İslâm olamaz
Dâru'l-İslâm'da İcra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından İslâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-İslâm olur Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, İslâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i İslâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orası dâru'l-İslâm olamaz
Dâru'l-İslâm'da Yargı: İslâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür
"Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız) " (en-Nisâ, 4/59) İlâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, İslâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda İslâm hukuku uygulanır Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde İslâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız İslam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-İslâm'dır
Dâru'l-İslâm'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi:
İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını alamaz Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır İslâm hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, a g e , III, 370; Özel, 96-97)
Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, a g e , 9 vd ) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklidir Bir ülkenin, İslâmî veya gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın mı yoksa küfrün mü otoritesinin sözkonusu olduğudur
İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur
Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru'l-harb'tir
Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-İslâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır
Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır
Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l harb'tir Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı tanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 63 vd)
DÂRU'N-NEDVE
İslâm'dan önce Cahiliyye çağında Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişâre yeri; Şehir meclisi; Cahiliyye devri Mekke şehir devletinin parlamentosu Hz Peygamber'in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay İbn Kitâb'ın Mekke'de M 440 tarihinde Kâbe'nin güneybatısında ve şehirde ilk defa Kâbe yakınında, kapısı Kâbe'ye dönük olarak inşa ettirdiği dâru'n-Nedve'de Kureyş ileri gelenleri toplanır, şehrin bütün siyasî, askerî ve sosyal meseleler burada görüşülerek karara bağlanırdı (Taberi, Tarihu'l-Ümem, II, 184)
Dâru'n-Nedve'ye katılan ve yaşları kırkın üzerinde olması şartı aranan Nedve heyetinin bir arada şehir halkının mülkî ve dînî meselelerini görüştüğü de ileri sürülmüştür Kusay İbn Kitâb'ın asıl adı Zeyd olup uzaklaşma anlamına gelen Kusay lâkabını sonradan almıştır (İbn Hişâm, Sîre, I, 130 vd ) Kusay, Kureyş'i beşinci yüzyılda Mekke'nin en güçlü kabilesi yapmış, Mekke idaresini ele geçirmiş; Mekke'yi mahallelere bölerek, her kabileyi bu mahallelere yerleştirmişti Kusay'ın şeceresi Kinâneoğulları'na, onlardan Adnanoğulları'na ve Hz İsmail'e dayandırılır Kusay, Huzaa ve Bekroğulları kabileleriyle savaşarak Mekke hükümdarı olmuştu Kâbe'nin hicâbe, sikâye, rifâde, nedve vb işlerinin yönetimi de onun kabilesi Abdüddaroğulları'nın hâkimiyetine geçmişti Kusay İbn Kitâb, Mekke'de kendisine itaat edilen bir dinî lider durumunda idi Dâru'n-Nedve'de bulûğ çağına giren kızlara gömlek giydirilmesi gibi nikâh'a ve savaşa karar alınması da Nedve heyetinin şehrin idare meclisi veya hükümeti gibi çalıştığını göstermektedir (Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80)
Dâru'n-Nedve, Mekke şehir devletinin yönetimi ile ilgili olarak verilecek her türlü hüküm ve kararın alındığı bir yer olup bugünkü anlamı ile tam bir parlamento ve yasama meclisi durumunda idi Hatta Hz Peygamber'in hicretinden bir gün önce Dâru'n-Nedve'de toplanan Kureyş ileri gelenleri, Rasûlullah'ı öldürme kararını burada almışlardı Mekke'nin İslâm ordusu tarafından fethedilmesinden sonra, Dâru'n-Nedve, müslümanların eline geçmiş ve Muaviye zamanında Kusay'ın torunlarından biri bu binayı yüz bin dirheme Muaviye'ye satmış, bina da valilik konağı olmuştu
DÂRU'R-RİDDE
İslâm'dan dönenlerin yaşadığı yurt Dâr; arsa, bina, mahalle, bina ve arsaların toplandığı yer anlamlarına gelir Bir topluluğun yerleşip konakladığı yere de dâr denir Ülke ve belde anlamında da kullanılır Bu sonuncu anlamda; özel bir askerî gücü ve bağımsız yönetimi olan ülke kastedilir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1955, XI, 318) Bir İslâm hukuku terimi olarak dâr, "bir müslüman veya gayr-i müslim idarecinin hâkimiyeti altındaki ülke" demektir (İbn Abîdîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak 1272, III, 247) Ridde, sözlükte; geri çevirmek, alıkoymak, vazgeçirmek, kabul etmemek, vasfını değiştirmek gibi anlamlara gelir Bir terim olarak; "dinden dönmek, İslâm dinini terketmek ve irtidâd etmek" demektir Buna göre, dâru'r-ridde terimi ise, "irtidad ülkesi" veya "mürtedler (dinden dönenler) ülkesi" anlamına gelir
İslâm; önceleri müslüman iken, dinden dönüp bir ülke veya beldeyi işgal eden kimselere ve böyle bir ülkeye uygulanacak hükümler koymuştur
Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan ve Allah'ın hükümleriyle hükmedilen ülkeye "dâru'l-İslâm", bu nitelikte olmayan beldeye de, "dâru'l-harb" denir Ancak mezhep imamları bu konuda çeşitli tarifler ortaya koymuştur Meselâ Şafiîler, dâru'l-İslâm'ı üçe ayırır: 1 Müslümanların meskun bulundukları yerler, 2 Müslümanların fethedip gayr-i müslim halkını cizye karşılığında iskân ettikleri yerler, 3 Başlangıçta müslümanların meskûn bulundukları, fakat daha sonra gâyr-i müslimlerin istilâ ve hâkimiyetleri altına geçen yerler Bu vasıfları taşımayan yerler dâru'l-harp sayılır İmam Şafiî, dâru'l-İslâm'da müslümanların yönetimi ellerinde bulundurma şartını öne sürmez Buna göre, tarihte bir defa müslümanların ele geçirip İslâmî hükümleri uyguladıkları yerler, daha sonra düşman istilâsına uğrasa bile sonsuza kadar İslâm beldesi (dâru'l-İslâm) sayılır (İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetü'l-Muhtac, Kahire 1315, VI, 350, IX, 269; Ö Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 371; Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, dâru'l-harb, dâru'l-İslâm, İstanbul 1988, 85-86),
Dâru'r-ridde, dâru'l-harb'in kapsamı içine girdiği için, bir İslâm beldesinin hangi şartlarla dâru'l-harb'e dönüşeceğini belirleyelim İslâm hukukçuları bu dönüşümün üç şekilde olacağını söylerler:
1 Düşmanın İslâm ülkelerinden birisini işgal ve istilâ etmesi,
2 Dâru'l-İslâm'da bir şehir veya bölge halkının irtidâd ederek o yeri işgal ve istilâ etmeleri,
3 Zimmet akdi ile İslâm devletinin himâye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebası olan gayr-i müslim (zimmî)lerin bu anlaşmayı bozarak bir bölgeyi işgal ve istilâ etmeleri (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 131; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; Tahtâvî, Hâşiyetü ale'd-Dürri'l Muhtâr, Bulak 1254, II, 460; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 253)
Ebu Hanîfe'ye göre, yukarıdaki üç şekilden hangisiyle olursa olsun, dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşebilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gereklidir:
1 İşgal altındaki yerde küfür hükümlerinin uygulanması Kûhistânî'ye (ö 950/1544) göre bunun anlamı şudur: "  Küfür hükümlerinin açık ve yaygın şekilde, hâkimin onların hükmüyle hükmetmesi ve müslüman kadılara gidilmemesi suretiyle tatbik edilmesi" (Kuhistânî, Câmiu'r Rumûz Şerhu'n-Nihâye, İstanbul 1300, II, 311) Bu duruma göre, İslâm hükümleri ile şirk ehlinin hükümleri birlikte uygulanıyorsa; orası Dâru'l harb sayılmaz (Tahtâvî, a g e , II, 460; İbn Âbidin, a g e , Ill, 253)
2 İlk emân üzere olan bir müslüman veya zimmînin bulunmaması Burada ilk emândan maksat, düşman istilâsından önceki, dâru'l-İslâm'da müslümanın İslâm hukuku gereğince sahip olduğu emânı ve zimmînin de zimmet akdi gereğince sahip olduğu mal ve can güvenliğidir Mal veya can güvenliğinin kalmaması veya o beldede ancak düşmanın verdiği emân ile kalabilmeleri ilk emânı sona erdirir (Ahmet Özel, a g e , 107)
3 O yerin dâru'l-harb'e bitişik olması Bundan maksat, işgal altındaki ülke ile başka dâru'l-harb arasında bir İslâm ülkesinin bulunmamasıdır (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 114; Kuhistânî, a g e , II, 311)
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, böyle bir beldede yalnız gayri İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla, orası dârü'l-harb'e dönüşür (es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, Nşr Salahaddin el-Münaccid, Kahire I, 351; el-Mebsût, X, 114; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; Bilmen, a g e , III, 370) Bu iki imamın delili kıyastır Çünkü İslâmî hükümlerin uygulandığı ülkenin dâru'l-İslâm sayılması konusunda fakîhler görüş birliği hâlindedir Buna kıyasla, küfür hükümlerinin uygulandığı beldenin de dâru'l harb sayılması sonucuna ulaşılır Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; İbn Âbidîn, a g e , III, 253) İşte, İslâm ülke veya beldelerinden birisinin halkı dinden dönerek bulundukları yeri veya başka bir bölgeyi istilâ ederlerse; Ebû Hanife'ye göre, yukarıdaki üç şart da gerçekleşmişse burası dârü'l-harb olur Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, burada gayr-i müslim hükümlerinin uygulanması, dârü'l-harb'e dönüşmesi için yeterlidir İmâm Şâfiî, İmâm Mâlik ve Ahmed b Hanbel de bu konuda küfür hükümlerinin uygulanmasını dâru'l-harb için yeterli görür Ancak Şâfiî'nin, dâru'l-İslâm'ın hiçbir zaman dâru'l-harb'e dönüşmeyeceği prensibini benimserken, mürtedlerin istilâ ettiği ülke için aksi görüşü savunması bir çelişki gibi görülebilir Şâfiîlerde konu, ülke arazilerinin mülkiyeti açısından değerlendirilmiştir Düşman istilâsına uğrayan topraklar müslümanların mülkü olup, istilâ ile gayr-i müslimlerin mülkiyetine geçmeyeceğinden, ülkenin de dâru'l-İslâm sayılması gerekir Ancak dinden dönenlerin elinde bulunan topraklar ise, kendi mülkleridir Onlar da topluca irtidâd ettiklerine göre; istilâ ettikleri mülkler başka müslümanlara ait olmadığı için, kâfirlerin mülkiyetine geçemeyeceği öne sürülemez ve ülkenin dâru'l-İslâm olarak kalacağı söylenemez Diğer yandan mürtedler, müslümanlara ait toprakları istilâ ederlerse; durum düşman istilâsına benzer ve ülke dâru'l-İslâm olarak kalır (Ahmed Özel, a g e , 127-128)
Mürtedlerin istilâ ettiği ülke veya bölge dâru'l-harb sayılmazsa; mürtedlere dâru'l-İslâm'daki alelade irtidâd hükümleri uygulanır
Dinden dönenlerin ülkesi dâru'l harb olmuşsa:
a Ülke yeniden fethedilince; İslâm'a dönen erkekler hürdür, dönmeyenler öldürülür; esir edilemezler İslâm'dan dönme, kurulu düzeni tanımama ve onu yıkma sayılır
b Mal ve arazîleri, kadın ve çocukları fey' olur Bunların beşte biri devlet hazinesine ayrılır Beşte dördü taksim edilir Ülke dâru'l-İslâm'dan olarak kılsaydı, bunlar hürriyetlerini korurlar, öldürülmezler ve İslâm'a girmeye davet edilirlerdi
c Arazileri ganimet ehline dağıtılırsa, öşriyye olur Devlet başkanı bu araziler zımnileri yerleştirmek isterse arazi mülk haraç ârazisi olur ve zımniler arasında mîras yoluyla intikal eder
d Ülke dâru'l-harb olduktan sonra müslümanlara veya gayr-i müslimlere ait malları istilâ ederlerse, ona mâlik olurlar Bu durumda; müslümanlar savaşla onlara galip gelmeden önce İslâm'a dönerlerse, bu mallar onlara aittir
e Müslümanlarla sulh anlaşması yapmak isterlerse; gerekli görülürse yapılabilir Fakat cizye ödemeleri suretiyle zimmet anlaşması yapılamaz
Ülkeleri henüz dâru'l-harb'e dönüşmemişse:
a Ülke yeniden fethedilince; erkek kadın ve çocukların hepsi de hür olup, köle edinilemezler Ülkeleri dâru'l harb olmayınca; kendileri de muharip sayılmazlar
b Erkekler İslâm'a dönmezlerse, irtidâdın cezası olarak öldürülürler Kadın ve çocuklar ise öldürülmez, İslâm'a girmeye zorlanırlar
Ülke dâru'l-harb sayılmayınca, mürtedlerin malları, hukukî tasarrufları, işledikleri suçlar vs hakkında alelâde mürtedlere uygulanan hükümler uygulanır Ülke, dâru'l-İslâm sayılınca, gerek kendi aralarında, gerek müslümanlarla yaptıkları muâmelelere ve işledikleri suçlara İslâm hukukunun ilgili hükümleri uygulanır ,
İmam Maverdî (ö 450/1058)'ye göre, mürtedler bir ülkede toplanıp, orada hâkimiyet kurar ve tövbe etmezlerse onlarla savaşmak gerekir Bunlarla yapılacak savaşta harb hükümleri uygulanır (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 114; Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, I, 259; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', VII, 131; el-Fetâva'i-Hindiyye, II, 206; Ahmed Özel, a g e , 129-130; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, II, 225)
İmam Mâverdî, dâru'r-ridde ile dâru'l-harb arasındaki farkları şöyle ifade eder:
1 Mürtedlerle sulh yapmak caiz değildir Diğer düşmanla sulh yapılabilir
2 Cizye karşılığında irtidadları üzere kalmaları için anlaşma yapılamaz Ehl-i harb ile böyle anlaşma yapılabilir
3 Erkeklere köle, kadınlara esir statüsü uygulanmaz Çünkü onlara göre, irtidadın cezası ölümdür
4 Diğer gayr-i müslimlerin aksine, mürtedlerin mallarına ganimet yoluyla mâlik olunamaz (el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Kahire, 1966, 57)
Sonuç olarak İslâm ülkesinde toplu irtidad hareketleri İslâmî yönetime karşı ayaklanmak, bütün İslâmî hükümlere karşı baş kaldırmak olarak kabul edildiği için, suçun niteliğine ve ağırlığına göre müeyyideler öngörülmüştür Ancak bu konuda İslâm âlimleri arasındaki görüş ayrılıkları, uygulamada devlet yöneticilerine kolaylıklar getirmiş; dinden dönenlerin yeniden İslâm'a kazanılmaları için gerekli müsamahalara yer verilmiştir
__________________
|